Müslümanların modern zamanlarda edindikleri en önemli
olumsuz iki huydur tembellik ve korkaklık. Bu iki huy, mağlûbiyetin bir
netîcesidir. Demek ki “yenilmişlik” duygusu bir korku doğuruyor ve bu korku da
zamanla tembelliğe dönüşüyor ve iletiyor kişiyi. Yenilgi ve başarısızlık bir
korku oluşturuyor ve bir daha aynı korkuyu yaşamamak için de korkak bir şekilde
yaşamaya râzı oluyor kişi. Bir-şey yapmaktan korkan kişi, o şeyi yapmak için
harekete geçemediğinden, zamanla başka şeyleri yapmaya da korkar oluyor ve
zamanla bu durum tembelliğe dönüşüyor. Tembellik de korkaklığı daha fazla
arttırıyor. Bu nedenle korkaklık ile tembellik birbirinin neden-sonucudur.
Farsça olan “tembel” kelimesi “iş görmeyi, çalışmayı
sevmeyen, çaba göstermekten, sıkıntıdan kaçan kimse, haylaz” diye geçer TDK
sözlüğünde.
Tembellik olgusu Şeytan’ın en büyük silahlarından
biridir. İnsanları kolayca ayartabildiği ve en çok baş-vurduğu yoldur.
İlginçtir, tembellik insanlar tarafından şiddetli eleştirilere konu olmaz.
(Hattâ tembel insanların tembelliklerine özenenler de vardır). En fazla;
“tembel-tembel oturma, kalk!” denir tembele kişiye. Hâlbuki tembellik “günahların
anası”dır.
İnsanlar doğuştan tembel olmazlar. İnsanlar ilk
doğduklarında tembel değildirler. Hiç-bir bebek tembel değildir meselâ. Her-an
hareket hâlindedir bebek. En-azından bakınır durur çevresini tanımak için.
Kendisiyle ilgilenenlere duyarsız kalmaz. Bebekler sık-sık bağırır, isyân
ederler. Sürekli sükûnet hâlinde kalamazlar. “Haklarını” isterler ve avazları
çıktığı kadar bağırırlar. Ergenlik çağına kadar çocuklar da tembel değildirler.
Tembeller “hiç-bir şey yapmama”yı tatlı bir keyif olarak görürken, çocuklar
için hiç-bir şey yapmadan durmak çok sıkıntı verici bir durumdur. Henüz
tembelliğe alışmamış olan çocuklar tembelliğin tezâhürü olan “hiç-bir şey
yapmama”yı olağan-üstü sıkıcı bulurlar. Doğal olan, tembellik değil
çalışkanlıktır zîrâ. Hiç-bir hayvan tembel değildir meselâ. Zâten tembel
olsalardı yaşayamazlardı. İnsan bir amaç için ve bir amaca göre yaratılmıştır
ve bu amaç tembellikle yerine getirilemez.
Modernizm, ürettikleri ürünlerle (ki bunların çoğu
gereksiz ürünlerdir) insanları hareketsizleştirdi ve tembelleştirdi. İnsanlar
kendilerine tembellik yapacak vakit açmak için her şeyi yapar hâle geldiler.
Yaptıkları iş, ulaşım, pratik yemekler, işleri başkasına yüklemek gibi şeylerle
kendilerine vakit açmak/ayırmak istiyorlar. Aslında ayrılan bu vaktin %90’ı
tembellik için ayrılan vakittir. Kısa bir aktif çalışmadan sonra kazandığı
parayı “lüks bir tembellikle” yemek, insanların en büyük hedefleri hâline
geldi. “Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yaparım” cümlesi “tembelliğin
ata-sözü” hâline geldi neredeyse. Modern dönemde kendini “konformizm” şeklinde
gösteren tembellik, neo-nihilist bir akım oldu. Zîra tembeller aynı-zamanda
hiç-bir şeyi kafaya takmamayı iyi bir haslet olarak görüyorlar. Hiç-bir şeyi
kafaya takmayanların sayısı çoğalınca da hiç-bir şey düzelmiyor tabi. Çünkü
insan “kafaya taktığı” şeyi yapar.
Tembellik aslında tam bir hareketsizlik durumu değil,
“dengesiz yapmalar” bütünüdür. Yapılması gereken bir şey dururken
yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Çünkü yapılması gereken işi
yapmak istemediğinden ya tembellik yaparak o işi erteleyecek, ya da biraz olsun
yapmayı sevdiği başka bir işle uğraşarak o durumu atlatacaktır. Yâni tembellik
aslen, “yapılması gereken işi yapmayan”dır. Bir de “yapılması gereken işi
zamânında yapmayan”dır. Tembeller bir işi zamânında yapmazlar/yapamazlar. Bu
nedenle de aslında o işi hiç yapmamış olurlar. Zamânında yapılmayan iş, hiç
yapılmamış gibidir çünkü. İsterse bu erteleme yâni işi zamânında yapmama kısa
müddetler için olsun yine de fark etmez. Bunu şöyle bir örnekle
açıklayabiliriz: Biten tuvalet kâğıdı, zamânında takılmazsa, âcil olarak tuvalete
giren kişi tuvaletten götü ıslak bir şekilde çıkar. Çünkü tuvalet kâğıdı
bitmiştir ve zamânında takılmamıştır. Üstelik bu kişi bu durumu sık-sık
yaşıyordur. Tuvalet kâğıdını o kişi tuvaletten çıkar-çıkmaz takmanın bir
faydası olmaz artık. O iş zamânında yapılmadığı için hiç yapılmamış gibidir
poposu ıslak kalan kişi için. Tembeller ibâdetlerini yapmakta da çok
zorlanırlar:
“Gerçek şu
ki, münâfıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza
kalktıkları zaman, tembel/isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar
ve Allah'ı ancak çok az anarlar”
(Nîsa 142).
Korku; “kötülük gelme ihtimâli karşısında uyanan
kaygı duygusuna deniyor. Kur’ân “havf” ve “haşyet” olarak korkuyu ayırır.
Havf: Normâl-doğal olan bir korkudur. Aslandan, yılandan-çıyandan
ya da bir kazâ-belâ olmasından duyulan korkudur ki belli bir sınırı aşmadıkça
normâl ve doğal olan bir durumdur ve hayvâni ve insâni bir duygudur. Havf,
aynı-zamanda, cehennemden emin olmayı ve korkmamayı ifâde eden kelimedir. Bu
durum Kur’ân’da şöyle ifâdesini bulur:
“Hayır, kim
(güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık
onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun
olmayacaklardır” (Bakara 112).
Dünyâ’da çeşitli zorluklarla imtihan edilecek olan
insanın duyacağı korku, “havf” kelimesiyle ifâde edilmiştir:
“Andolsun,
biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara 155).
“Umûdu yanında olan” bir korku şeklidir havf:
“O size
şimşeği korku (havf) ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış
bulutları (inşâ edip) ortaya çıkarandır” (Ra’d 12
Havf bâzen de terbiye etmek için hissettirilen
korkudur:
“Allah bir
şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden
bol-bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nîmetlerine nankörlük etti, böylece Allah
yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı” (Nâhl 112).
O hâlde havf, Allah’ın istediği gibi yaşadıktan sonra âkıbetten emin olmak ve korkmamaktır.
Haşyet: Haşyet ise, “sâdece Allah karşı duyulan bir
korku”dur ki bu korku, havf gibi doğal ve normâl bir korku gibi değil, Allah’ın
sevgisini-merhâmetini-ilgisini yitirme korkusudur. Haşyet duyanlar, zâten havf
içindedirler fakat bununla yetinmeyip çift taraflı bir râzılık peşindedirler.
Önde gidenlerin korkusu ve duygusudur bu. Çünkü:
“Onlar,
Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve
onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).
Bu korku, sonunda cehenneme gitme korkusuyla birlikte
olur. Zîrâ Allah’ın sevgisini-merhâmetini-ilgisini kaybetmenin sonucu
cehennemdir. Havf korkusu canlılara âit bir korkuyken, haşyet ise, cansızlarda
bile olabilen bir korkudur Kur’ân’da bu şöyle anlatılır:
“Bundan
sonra kâlpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hattâ daha katı. Çünkü taşlardan
öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır,
ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla (haşyet) yuvarlanır.
Allah yaptıklarınızdan gâfil (habersiz) değildir” (Bakara 74).
İnsanlar için haşyeti şu âyetler güzel bir şekilde
açıklar:
“Ve onlar
Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı
ile titrer, kötü hesaptan korkarlar” (Ra’d
21).
“Onlar,
Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte
olanlardır” (Enbiyâ 49).
“Gerçekten,
Rablerine olan haşyetlerinden
dolayı saygıyla korkanlar..” (Mü’minûn
57).
Haşyet korkusu, bir şeyden “Allah’tan korkar gibi
korkmak” anlamındadır. Allah insanların kendisinden başkalarına haşyet
duymalarını istemez ve râzı olmaz:
“Kendilerine
‘Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin’ denenleri görmedin mi?.
Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah’tan
korkar gibi -hattâ daha da şiddetli bir korkuyla- (haşyet) korkuya kapılıyorlar
ve ‘Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamâna ertelemeli
değil miydin?’ dediler. De ki: ‘Dünyâ’nın metaı azdır, âhiret, ise muttakiler
için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar’
bile haksızlığa uğratılmayacaksınız” (Nîsâ
77).
Yine -zor bir durum olmasına rağmen- Allah
yoksulluktan dolayı haşyet duyulmasını istemez:
“Yoksulluk
endişesiyle (haşyet)çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz rızık veririz.
Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hatâ (suç ve günah)dır” (İsrâ 31).
Bizi asıl ümitsiz bir duruma düşüren şey, (istisnâlar
hâriç) İslâm âleminin, Allah’tan başkalarına karşı, belli bir sınırı geçmedikçe
çok fazla kınanmayacak olan “havf”tan başka, haşyet-vâri bir korkuya
kapılmaları ve hattâ haşyet duymalarıdır. Oysa Allah kendisinden başkasından
haşyet duyulmasından râzı olmaz. Öyle ki, müslümanlar, Allah’tan başkalarından
haşyet duymakla, onlara karşı derin bir korkudan başka, onların sistemlerini,
ideolojilerini, fikirlerini, üretim-tüketim şekillerini, giyim-kuşamlarını,
kavramlarını-sözlerini vs. kullanarak, onlardan medet umuyorlar ve onlara bir
nevî kulluk yapmış oluyorlar. Onların güyâ “güçlerinden” korkarak (haşyet) gazâbından
çekiniyorlar. Onların hiç-bir şeylerine eleştiri, îtiraz ve isyân etmiyorlar bu
nedenle. Onlara karşı derin bir saygı ve korkuları (haşyet) var. Resmen olmasa
da fiilen onların dinlerine girmişler.
Adiyy bin Hatim'den
rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: “Bir-gün peygamberin yanına gittim; o
sırada peygamber Tevbe Sûresi'ni okuyordu. 31. âyete gelince; “Allah’ın dışında
hahamları ve râhipleri Rabler edindiler” dedi." Ben, “Ey Allah'ın Resûlü,
bizler onları Rabler edinmiyorduk” dedim. Resûlullah buyurdu ki: “Aksine!; Onlar size Allah’ın
haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade
ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor
muydunuz”. Ben de,
“Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte
bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen Tirmizi 3095 no’lu hadis).
Bu nedenle artık müslümanlar mevcut duruma
eleştiri-îtiraz-isyan üretemiyorlar ve “kendileri” olamıyorlar. Kendi
medeniyetlerini tekrar kurmanın düşüncesini bile yapamıyorlar ve hattâ bu
konuları konuşmaktan korkuyorlar. Tembellik ve korkudur bunu yapmaktan alıkoyan
şey. Tembelliğin görece rahatını bırakmak istemiyorlar ve korkunun verdiği
endişeye de düşmek istemiyorlar. Hâlbuki âhiretin sıkıntısı daha beterdir:
“Allah’ın
elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler
ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: ‘Bu
sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha
şiddetlidir’. Bir kavrayıp-anlasalardı. Öyleyse kazandıklarının cezâsı olarak
az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe
81-82).
“Allah
dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünyâ-hayâtına
sevindiler. Oysaki dünyâ-hayâtı, âhirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici)
bir meta’dan başkası değildir” (Ra’d
26).
“(Tek-başına)
Gerçekten dünyâ-hayâtı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer îman
ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da
istemez” (Muhammed 36).
Müslümanların durumu -bâzıları her ne kadar görmek istemese
ve kafasını kuma gömse de, perişân bir hâldedir. Bu durumdan kurtulmak hem
insâni hem de İslâm’i vazîfemizdir. Bunun için de ilk önce, Dünyâ’nın geçici
bir hayat, âhiretin ise -cennetle sonuçlandığında- ebedî huzur diyârı olduğuna
tam olarak îman etmek, bundan sonra da tembelliği bırakıp ciddî-samîmi ve
gayretli bir şekilde bilgi-bilinçlenme sürecine girmek ve korkaklığı (havf-haşyet)
bırakıp, eylem-devlet-medeniyet sürecine geçmek ve bu uğurda çaba sarf etmek
gerekir. Tâ ki sonu “hıtâmıhû misk” olsun.
İslâm; “îman, hicret ve cihad”tır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder