“Bir düzene veya emre boyun eğmeme, uymama, itaat
etmeme (TDK) anlamına gelen isyân sözü, insanlar tarafından mutlak bir çirkinlik
olarak görülüyor. İsyân etmek farklı kesimler tarafından hep kötü gösterilmiş
ve bu nedenle -mazlum olanlar da dâhil- insanlar isyân etmekten çekinmişlerdir.
Halk isyân etmemeyi, “hiç-bir şekilde, ne şartla olursa-olsun isyân etmemek”
olarak anlamış-anlamaktadır. İsyân, halk tarafından; “Allah’a isyân”, “devlete-düzene
isyân” şeklinde düşünülmüştür sâdece. Ne
de olsa ilk isyankâr şeytandır ve “isyân ederek şeytanın sünnetini sürdürmemek
gerekir” anlayışı hâkimdir. O nedenle de isyân etmeden bahsedilince hiç
tartışmadan isyân ile küfür eş-anlamlı tutulmaktadır.
Allah’a isyân etmek yanlıştır ve kişiyi Dünyâ’da
rezil edeceği gibi, âhirette de azap nedenidir. Fakat işin bir de başka bir
yönü vardır; şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme isyân etmek. İsyânı
mutlak anlamda kötü gösterenler ve kötü olarak anlayanlar, doğru bir davranış
olarak Allah’a isyân etmezlerken; yanlış olarak,
şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme de isyân etmemektedirler. Hâlbuki
zâlime isyân etmek takvâdandır. Hattâ zâlime isyân etmemek, Allah’a isyân
etmek anlamına gelir. Bu bağlamda tüm peygamberler isyankârdır. Zâten Allah da,
peygamberleri ve vahyi göndererek, şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme
isyân etmiştir-etmektedir. Allah zulme râzı değildir zîrâ. En başta Allah da
isyankârdır ki bu onun merhâmetinden dolayı böyledir. İnsanların içinden seçilen
peygamberler de en merhâmetli-adâletli-temiz kişilerdir. Zâten ancak bu tarz
insanlar “isyân” edebilirler. Peygamberler, “Allah’a itaat, zâlime-zulme isyân”
edebilme potansiyeli en yüksek insanlardır. Zâlime-zulme isyân etmeyenler
zâlimleşir.
“Onlara âyetlerimiz
apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki:
‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi
nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben,
yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben,
büyük günün azâbından korkarım”
(Yûnus15).
Âyetin de söylediği gibi, Kur’ân-merkezli bir
hayat-anlayışına ve eylemine (sünnet) sâhip olmamak bir çeşit isyândır. “Sâdece
vahyolunana” uymamak isyândır. Bu bağlamda isyân etmemek kişiyi tembelleştirir,
uyuşturur, hayâta karşı duyarsızlaştırır, insanı korkaklaştırır, hazcı hâle
getirir, kalitesizleştirir. Şeytânî, tağûtî işlere sıcak bakar hâle getirir.
Böyle olunca da kişi hiç-bir haksızlığa/zulme karşı çık(a)maz,
mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleştiride vs. bulun(a)maz. En ufak bir ses bile çıkar(a)maz.
Müslümanlar Kur’ân-İslâm ile îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine,
Kur’ân’ı ve dîni, tağutların düzenini onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavra sâhip
olan, zulme ve adâletsizliğe karşı “Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Zulmün
yerleşmesine ses çıkarmayarak tağutlara alan açıyor. Bir-türlü isyân edemiyor.
Bu nedenle bir-türlü kafasını çevirip hayâtın gerçeğine bakamıyor. Zulmün
yanından umursamazlıkla geçip gidiyor. Normâl olmayanı bir süre sonra normâl
görmeye başlıyor. Yaşamayı/hayâtı erteliyor ve bir-süre sonra dînin hayatta
görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyor. Tağutlara taşeronluk
yapmaya başlıyor. İşte bu nedenle de isyankâr oluyor. Fakat “olumsuz anlamda”
olan, Allah’a karşı bir isyândır bu.
Allah’ın hükümlerine rağmen nefsin hükümlerine uymak
da bir isyândır. Allah’a isyân. Bu bağlamda oy kullanmak (demokrasi) bir
isyândır. Zâten kişi, oy vererek desteklediği kişilerin zulümlerine ses
çıkarmıyor-çıkaramıyor ve böylece zulme alan açarak hakka isyân ediyor. Zâlime
isyân etmemek, Allah’a isyân etmektir. Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan
sonra vitir namazıdır. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu
duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni
diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan)
kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline
terk ederiz. Nahlau (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i
hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda
ehil olan şahısların yaptığı iştir. Yöneticiyi makâmından indirmeye, alaşağı
etmeye “hâl” etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır,
onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte,
bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır
takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir. Yâni bir
isyândır. Müslüman âleminin hâl-i pür melâli, zâlim yöneticilerine karşı isyân
etmemektendir. Dediğimiz gibi; “Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk” diyoruz.
“Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz, makamlarından al-aşağı
edip indiririz ve onlara yardım etmeyerek kendi hâllerine bırakırız”. Böyle söz
veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan
kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca insanı
cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine
sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini
düşünmek zorunda değil miyiz?.
Gerçek isyân “alttakilerin” yaptığı isyândır.
Çünkü ezilen kesim gerçekten ve mecbûren isyân eder. Zîrâ zulmü en çabuk,
bulunduğu yer îtibârıyla bu kesim fark eder ve görür. Bu nedenle “alttakiler”in
isyânı bir cehâlet yoksa genelde samîmidir. Bu kesimin isyânı, kişisel değil,
toplumsal çıkar-adâlet merkezli bir isyândır. Diğerleri gibi kişisel çıkarları
için yapılan çirkin isyânlar gibi değildir.
İnsanın ne zaman tepki vermeye başladığı, ne
olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun dînini-inancını ortaya
çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnsanın neye isyân ettiği,
onun ne olduğunu açığa çıkartır. İsyân bir ses çıkarmak, sesini yükseltmekle
başlar. Ses çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı dibine kadar
yaşamak ise, zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur. Yasaklanan isyân, Allah’a
karşı yapılan isyândır. Allah’a isyân edilmez, itaat edilir. Emredilen isyân
ise tağuta edilmesi gereken isyândır. (Tağut=Kendini ilah gibi görüp, Dünyâ’yı
ve insanları ilah gibi yönetmek isteyenler). Tağuta isyân etmeyen, Allah’a
isyân etmeye başlar. Tağuta isyân etmeyip de itaat edenler, Allah’a itaati terk
edip O’na isyân etmeye başlarlar. Böylece küfretmeleri gereken tağuta tapılmaya
başlanmıştır. Tağuta küfretmek, zulmün-zâlimin “üzerini örtmek” demektir. Allah
Kur’ân’da tağuta küfretmeyi (isyân) emretmiştir:
“Dinde
ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı, artık her kim Tağuta küfredip
(yekfur bittâğûti) Allah’a îman eylerse o işte en sağlam tutamağa
yapışmıştır; öyle ki onun için kopmak yok. Allah işitir, bilir” (Bakara 256).
Îman, itaat ve isyân ile başlar. Allah’a itaat ile ve
O’ndan başka sahte ilahlara isyân ile. Allah’tan başkasını ilahlaştırmaya karşı
yapılan bir isyândır bu. Allah’tan başka sözde ilahlara isyân etmeyenler gerçek
îmâna eremezler. Dîne giriş bile bir isyânın dile getirilişi iledir: “LÂilâhe,
illallah”. “İlah yok Allah’tan başka!. Tüm sahte ilahlara “lâ”, hattâ “kellâ”
diyerek müslüman olunur ve bu yolda bu bilinçle yol alınarak îmâna erilir ve
mü’min olunur. Bu bağlamda isyân etmek, verilen sözü yerine getirmek
demektir. Bâzen bu söz, malı-mülkü bu yolda sarf etmeyi ve bâzen de canı bu
uğurda fedâ etmeyi (şehâdet) gerektirir.
Tüm peygamberler çobanlık yapmışlardır. Ebû Hüreyre (r.anh) anlatıyor: “Efendimiz Hz. Muhammed
aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: ‘Allah hiç-bir
peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun’. ‘Sen de mi, Ey
Allah’ın Resûlü?’ diye sordular. ‘Evet, dedi. Ben de bir miktar kırat mukâbili Mekke ehline
koyun güttüm” (Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârat 5,
(2149).
Çobanlık peygamberlik mesleğidir. Bu nedenle tüm
peygamberlerin ellerinde âsâları=isyânları vardır. Âsâsı yâni isyânı olmayanlar
Peygamber olamazlar zîrâ. Peygamberlerin âsâları; gönderiliş sebepleri olan,
“zulme isyân”ın bir sembolüdür.
İslâm âleminin durumu
tâbir-i câiz ise içler acısıdır. Bu gidişata bir isyân lâzımdır. Bu kötü gidişâta
bir “âsâ” lâzımdır. Hz. Mûsâ’nın âsâsı gibi. Bu âsâ, isyândır. Âsâ zâten
arapçada isyân demektir: “Fe kezzebe ve âsâ. Fakat o yalanladı ve isyân
(âsâ) etti” (Nâziat 21).
İslâm’i olmayan otoriteye
îtiraz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah
Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ=isyân ile birlikte gönderdi. Bu-aşamada eylemin en
bâriz görünümü olan îtiraz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar
olabilecektir tabî ki. İsyâna, eleştiri ve îtirazdan sonra gelinir. Eleştiri,
îtiraz ve sonra isyân gelir. Sonra da eylem başlar. Siyâsete, ekonomiye,
adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan yanlış işlere karşı olan
eleştiriler, îtirazlar ve isyânlar; yazılı, sesli ve hareket içeren eylemler şeklinde
gerçekleştirilecektir.
Hz. Mûsâ, âsâsını yâni isyânını ortaya atınca,
sihirbazlar, o isyânın çıkar-amaçlı geçici bir âsâ=isyân değil, hak-merkezli
bir âsâ=isyân olduğunu anladıkları anda onlar da Firavun’a isyân etmeye
başlamışlardı. Hem de ölümleri pahasına.
Ashâb-ı Kehf, bulundukları ülkede olan şirk düzenine
karşı çıkarak sisteme isyân etmişlerdi. Bu isyândan sonra dağlarda-mağaralarda
yaşamaya başlamışlardı. İşin ilginç yanı, Allah onların hidâyetlerini
arttırınca isyân etmişler. İsyân, bir hidâyetten sonra yapılmıştır. Buna göre
isyân, hidâyetle ilgilidir. Îman, hidâyet, sabır ve kararlılık bir isyân
doğurur. Demek ki birilerinin söylediği gibi İslâm “pasif kalınma dîni” değil,
îcâbında isyân etmenin de olduğu bir dindir:
“Biz sana
onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar
Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık.
Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabt-etmiştik; (Krala
karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin
Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini)
söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Bunlar, bizim kavmimiz;
O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri
gerekmez miydi?. Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ edenden daha zâlim
kimdir?” (Kehf 13-16).
Köle olanlar her şeye “evet” derler ve hiç-bir îtirazları
olmaz. Fakat bu durum onların “ben”lerine karşı da yapmış oldukları bir
ihânettir. Zîrâ öz-benlikleri “hayır”, “lâ” diye haykırmaktadır.
Aliya İzzetbegoviç:
“İslâm’ın ilerlemesini sâkin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve
isyankâr ruhlu kimseler gerçekleştirecektir” der.
İsyân bâzen bir vâroluş şeklidir. Camus gibi;
“başkaldırıyorum öyleyse varım” diyerek vâroluşunu göstermek gerekebilir.
İnsanın, her türlü ağır
yükler yüklense de isyân etmeyen eşeklerden bir farkı olmalıdır ve insan, kendisine
taşıyabileceğinden daha fazla yük yükleyenlere karşı isyân etmelidir.
Ali Şeriati şöyle bir duâ eder:
“Allah'ım!. Bana îmanda “mutlak itaati’’ bağışla ki, Dünyâ’da “mutlak
isyân’’ içinde olayım. Rabbim!; Bana “kavgacı ve inatçı’’ bir takvâyı öğret
ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım. Beni perhizkâr, münzevî
takvâdan koru ki, tenhâlık ve uzlet köşelerinde gizlenmeyeyim!”.
İslâm’a olan samîmiyet, küfre karşı bir
isyân doğurur. Ercüment Özkan:
“Küfre olan hasımlığım, İslâm’a olan hısımlığımdandır” der.
Celâleddin Rûmi “Etme” adlı şiirinde:
“İsyân et arkadaşım!, söz söyleyecek an değil; aşkın baygınlığıyla ne
meşk ediyorsun, etme!” der.
Evet; insan, isyân eden varlıktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme