“Eğer yeryüzündeki
ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek-
(mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27)
“…De ki: Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer
9).
“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar,
birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka”
(Asr 3).
İnsan ne kadar çok yaşasa ve
ne kadar çok ilme ve bilmeye zaman ayırsa da, yine de çok da fazla bir yol
almış olmaz ve hayâtın sırrını, amacını, o esrârengiz tarafını tam olarak
anlayamaz, idrâk edemez. Çünkü varlığın tamâmı, içinde insanın sonunu
getiremeyeceği, hiç-bir zaman sonuna ulaşamayacağı bilgiler taşır. Denizler
mürekkep ağaçlar kalem olsa yine de bitmeyecek olan ilim ve bilgi işte varlığın
sonu gelmeyen bilgisidir. Çünkü Âlim olan sâdece Allah’tır ve hakkıyla ve
mutlak anlamda bilmek ancak Allah’a mahsustur. En doğrusunu ancak Allah bilir.
O hâlde insanın ilim konusunda varabileceği en doğru ve ileri sınır, vahiy-merkezli
yâni Allah’ın bildirdiği kadar bilmek ve de Sünnet-merkezli amel-eylem ve
pratik hâlinde olmaktır. Zîrâ ilim, “yapma”ya yönlendirir ve “yapma”yı
gerektirir.
Bakmayın siz batı-merkezli
bilimin; “insanoğlu artık her-şeyi biliyor, kontrôl ediyor” falan dediğine.
Daha beğenmediniz romatizmanın bile ilerlemesini durduramıyorlar. Bakın “romatizmayı
iyileştiriyor ve bitiriyor” demiyorum; ilerlemesini bile durduramıyorlar. Bu
tüm kronik hastalıklar için de böyledir. O yüzden söyledikleri ancak kuru bir
laftan ibârettir. Yaptıkları ancak, tampon olacak ve yarayı baskılayacak ilaçlar
kullanmak ve bu-arada vücûdun kendini tâmir etmesine fırsat vermektir ve
vücûdun kendini tâmir etmesini beklemektir. Fakat hastalık inatçı olunca ve
tedâvi uzun sürünce kullanılan ilaçlar başka sorunların ortaya çıkmasına neden
olduğundan dolayı, o konuda bile çok da başarılı olamamaktadırlar. Çünkü
dediğimiz gibi, hem ilmin sonu yoktur ve tüm insanlar bir-araya gelseler bile
ilmin sonunu getiremezler, hem de ilme Allah’ın dediği gibi vahyi merkeze
alarak ve besmele çekerek başlanmadığında ve yine Allah’ın adı ve izni ile
amel-eylem sergilenmediğinde istenen sonuca ulaşılamaz. Zâten baktığınızda
modern bilgi, konuşurken atıp-tutar ama iş amele-eyleme-pratiğe gelince genelde
câhil ve çâresiz kalınır. Bunu yaşadığımız salgınlardan, doğa olaylarının
yıkıcılığından ve toplumsal bozulmaların çoğalması gibi olaylardan anlayabiliriz.
İlmin en ileri seviyesi ve
en doğru yolu, ilmi Allah-merkezli ve amele-eyleme-pratiğe dönük olarak
yapmaktır. Masa-başında üretilen fikirleri reklâm yapmak ilmin ilerlediğini
göstermez. İlmin ilerlediği, herkese faydalı olacak somut başarılarının ve
faydalarının görülmesiyle belli olur.
İlimsiz amel kör olacağı gibi
amelsiz ilim de topal olur. Bu her zaman böyle olmuştur. Modern anlamda fikir ortaya
koymada ve teori üretmedeki sözde başarı, amel-eylem ve pratiğe gelince
sönüveriyor. İşte bu nedenle diyoruz ki; ilim, ilim-amel bütünlüğünde,
birlikteliğinde ve başarısında en ileriye varabilir. Bunun için de ilim ve de
amel, Varlığı Yaratan’ın yönlendirdiği ve kabûl ettiği gibi olmalıdır. Aşırı
ilim ve aşırı amelden bahsetmiyoruz. Hakka ve hakîkate uygun olan yeteri kadar
ilim ve amel-eylemden bahsediyoruz. İşte insanlığa lâzım olan şey budur: Yeteri
kadar ilim ve amel. Çünkü insan Dünyâ’ya, kendini yıpratırcasına ölene kadar
ilim ve amel yapmak için değil, “Allah’ın râzı olacağı bir hayat” yaşamak için
gelmiştir. İmtihan ve yaratılışın amacı budur. Allah bizi bildiklerimizle
değil, yaptıklarımızla yâni yaşadıklarımızla hesâba çekecektir. Tabi bu
körü-körüne olacak bir şey olmayacağından dolayı, belli bir seviyede ilmin ve
amelin birlikteliğiyle olabilecek bir şeydir.
İslâm, ilim-amel
bütünlüğüdür. Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur. Ya ilimden yada
amelden uzak kalarak bir türlü bütünlüğü sağlayamıyorlar. Böyle olunca da klâsik
yada modern anlamda taklitten kurtulamıyor ve birilerinin yönlendirmesi ve
yönetmesi altında cılız bir hayat yaşamak zorunda kalıyorlar. Birileri de bunun
çâresi olarak, aşırı ilim peşine düşüyor. Oysa ilmin tâkibi yazıyla
yapılmaktadır ve yazının îcâdı 5.000 yıldır. Fakat bundan önce de ilmiyle âmil
olan peygamberler gelmiştir ve insanlığı hakka ve hakîkate yönlendirmişlerdir.
Önemli olan, hakka ve hakîkate yönlendirebilecek ilim ve bu ilme göre sâlih
amellerde bulunmak, bu ilme göre yaşamaktır.
Kent ile kırsalı ayıran şey
ilim ve ameldir. Kentte ilim öne çıkarken kırsalda amel-ibâdet öne çıkar. Fakat
ikisi de eksiktir. İkisinin bütünlüğü şehirde (kent değil) açığa çıkabilir ve
oradan da kasaba ve kırsala yansır ve yayılır. Önemli olan ilme göre amel
etmektir ki Sünnet denilen şey budur. Peygamberimiz’in Sünneti, ilmin kaynağı
olan Kur’ân’ı amel-eylem ile hayâta aktarma usûlü ve yöntemidir. Peygamberimiz
ve sahabenin farkı, ilimleriyle âmil olmaktı. Yoksa aşırı ilim peşinde
değillerdi. İlmi kaynağından öğrenip idrâk ettikten sonra onu amel-eylem ve pratik
ile taçlandırmanın önemli olduğunu biliyorlardı. Ortaya koydukları güzel
örneklik işte budur.
Kırsal kesim ilimden ziyâde amele
bakar. Fakat uzun yıllar boyunca bunun böyle sürmesi doğru değildir. İlk başta
ilme henüz ulaşamayan ve âşinâ olamayan topluluklar için bu durum bir süreliğine
mâzur görülse de, İslâm’ı kabûl edenler “İslâm’ın hem ilmini hem de amelini birlikte
kabul etmiş olduklarından” dolayı hem ilme hem de amele tâlip olup ona göre bir
düşünce ve yaşam-şekli ortaya koymalıdırlar ki bunu için ana yardımcı unsur
Kur’ân ve Peygamber’in güzel örnekliği olacaktır.
İslâm, “ilim İslâm’ı” ve “amel
İslâm’ı” diye ikiye ayrılamaz. Kentlerde “ilim İslâm’ı”, “kırsalda amel İslâm’ı”
olarak iki farklı görünüm ve inanış şekilleri olsa da, bu İslâm’ın en azından
iki farklı şekle büründüğünü ve ikisinin de haktan uzaklaşmış olduğunu gösterir.
İslâm ilim ve amelin birlikteliği ve bir-aradalığıdır. Modern dünyâda her ne
kadar ilim kırsala, amel de kente uygun durmuyor gibi görünse de, bu, doğal bir
şey değil, aşırı ve gereksiz zaman-mekân değişimlerinin bir sonucu olarak
böyledir. Çünkü Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanlar ilim ve amel
bütünlüğünü ve uygulanabilir olduğunu uygulamalı olarak göstermişlerdir ki bunu
elbette Kur’ân’ın yönlendirmesi ve yönetmesiyle yapmışlardır.
Kur’ân’ın; “hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” der fakat bu “salt bilmek için” değil, ilim ve
bilmeyi; amel-eylemi ve pratiği en doğru ve güzel şekilde yapmak için yâni
sâlih amel işlemek içindir. Tabi sâlih amel olması için amelin ilim-merkezli,
ilmin de vahiy-merkezli olması gerekir ki zâten ilim de ancak sâlih amel ile
tamamlandığında kemâle ermiş ve zirvesine ulaşmış olur.
Kur’ân’ın “îman edenler”
dediği her yerde hemen arkasından “sâlih amel işleyenler” cümlesi gelir. Çünkü
îman demek, ilim ve amel demektir. O hâlde vahiy-merkezli ilim ve o ilme göre
amel işlemek şarttır. Zîrâ insan gün gelir bildiklerini bilmez-bilemez durumuna
gelebilir ama yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. Zâten bu nedenle Allah
bizi yaptıklarımızla ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızla hesâba
çekecektir.
İlim, “ilim” bilmek ve o
ilimle sâlih amel işlemektir. Zîrâ hem vahiyden kaynaklanmayan yada vahye uygun
olmayan, hem de sâlih amel ile taçlanmayan ilmin faydasından çok zarârı olur.
Çünkü ilmin kaynağı “Âlim olan Allah’tır” ve hakkın ve hakîkatin tezâhür
edebilmesi için ilmin ve de amelin “Allah’ın râzı olacağı şekilde” olması
şarttır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder