“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Biz, İsrâiloğullarını
denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine
düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının
kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de
müslümanlardanım’ dedi. Şimdi, öyle mi?. Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve
bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus
90-91).
Îman: “Gaybı
kabûl etme, Allah’ın emirlerine ve nehiylerine güvenip gereğini yapmayı ‘sonuna
kadar’ göze alabilmek duygusu”.
İnanç: “Bir
düşünceye sağlam yada gevşek bir biçimde, kalıcı yada geçici şekilde bağlı
bulunma, inandığı şeyi doğru sayma”.
Îman (inanç değil), bilgiden
bağımsızdır. Hattâ gaybın kapısına kadar geldiğinde akıldan da bağımsızdır. Îmanın
kapısına kadar akıl ve mantık ile gelinebilir ama oradan içeriye girmek
akıl-mantık işi değildir. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en bilgisiz
insan ile îman etmiş en bilgili insan için de aynıdır. Îmânın derecesi kişiye
ve kişilerin amel-eylem ve samîmiyet derecelerine göre farklılık gösterir.
Îman “gayba îman”dır; Allah’a,
âhiret gününe, meleklere, vahye-kitaplara ve peygamberlere îman etmek, “gayba îman
etmek” demektir. “Peygamberler ve kitaplar gayb mıdır?” diye sorulursa; “gayb
olan ve dolayısı ile îman edilmesi gereken yön, kitapların ve peygamberlerin maddî-beşerî
yönü değil, vahiy ve Resûl-Nebî yönü”dür. Onların “peygamberliğine” îman
edilir. Kitap da öyledir. Kitab’ın kağıdına-mürekkebine değil, “Kitap’taki
hükümlerin, emirlerin-nehiylerin ve tüm anlatılanların Allah tarafından, melek
Cebrâil aracılığı ile vahiy yoluyla peygamberlere iletildiğine îman etmek”tir.
Buna “inanç” değil, “îman” denir. Zîrâ îman “gayba îman”dır ve îman ya vardır
yada yoktur. Şüphe ile îman aynı-anda bir-arada bulunamaz. Bulunan şekline
“îman” değil, “inanç” denir. Tabi, kişinin samîmiyeti ve gayretine göre îmânın
derecesi artıp eksilebilir.
İnançta, inanılan şey “gayb”
da olabilir, soyut-somut şeyler de olabilir. Fakat çok absürd, saçma ve akla-mantığa
aykırı bir şey de olabilir. Üstelik körü-körüne saçma inançlar sâdece
bilgisizlerde, tahsilsizlerde, câhillerde ve ahmaklarda değil, bir toplumdaki
en üst makamda olanlarda, en bilgili olanlarda bile görülebilir. Bu saçma inançlara
bilimsel, psikolojik, sosyâl, siyâsî, târihî vs. bir-çok alandan örnekler
verilebilir. Meselâ adam profesördür, entelektüeldir, ülkenin başkanıdır, filozoftur
vs. ama gider aptalca şeylere inanabilir. Meselâ kulağını çekip tahtaya
vuranları biliyorum ki makam ve titr sâhibi insanlardır bunlar. Yada aslında bir
delil olmamasına rağmen uzaylılara, uzayda bir yerlerde farklı toplumların bulunduğuna,
yer-altında yaşayan bir uygarlığın (Agarta) olduğuna inananlar, sevdiği lîderlerin
ve öne çıkmış kişilerin olağan-üstü insanlar olduğuna inanlar, şeyhlerinin
kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynayabilecek güçleri olduğuna inananlar vs. saymakla
bitmeyecek absürd, saçma ve ahmakça inançlar vardır. Yâni inanç “kesinlik”
içermeyebilir. Bu nedenle “inanç” dendiğinde orada biraz gevşeklik bulunur. Îman
gibi sağlam değildir. Îman kesin ve nettir. İnanç ise popülerlik içerir. Saman-alevi
gibi yanar, tutuşur, alevi yükselir ama sonradan, inanılan şeyin çok saçma bir
şey olduğu görülebilir. Îman ise öyle değildir. Îman “yüzde yüz îman”dır.
Îman ile inancın arasındaki en
bâriz fark amel-eylem noktasında ortaya çıkar. Gerçek ve sağlam îman kişiyi
mutlakâ amele-eyleme sevk eder. Îman eden kişi icâbında mallarını ve canını îman
ettiği yolda harcamaktan çekinmez. Hattâ bu konuda hesap yapmaz. Bâzı inançlarda
da bu böyle olabilir ama genelde inanç “sonuna kadar” sürdürülemez. Meselâ
gaybı inkâr eden, ölüm-sonrasını inkâr eden materyâlist felsefelere olan
inançlarda bu bâriz olarak görülür. Bu felsefelere inanç uğruna ölümü göze alabilenler
de olmuştur ama sonu olmayan yâni âhirete dönük olmayan inançlarda ölümü göze
almak saçma bir şeydir. Çünkü insanlar inandığı şey uğruna niçin ölecektir yada
varlığını o dâvâya niçin adayacaktır ki!. Âhiret-merkezli olmayan bir dâvâ için
ölünce ne olacaktır?. Çünkü elenin eline ne geçecektir ki?. Hiç-bir şey. Çünkü
ölüm-ötesi diye bir şey yoktur ki onlar için. Yaşarken zafer kazanılmışsa o
zaferin tadını çıkaranlar için o inanç ve dâvâ anlamlı olabilir. Fakat ölenler
için nasıl bir anlamı olacaktır?. İleride o dâvâ için ölenlerin heykellerini dikmek, onları
anmak, isimlerinin kitaplarda geçmesi, adlarının meydanlara verilmesi vs. ölen
kişiler için ne anlam ifâde eder ki?. Onları bir-anlığına diriltseler acaba ne
hissederler?. Onun açısından dâvâ uğruna ölmek ona bir fayda sağlamamış,
tam-aksine ona zarar vermiştir. Zîrâ hayâtını kaybetmiştir. Yaşamından
olmuştur. Ölüp gitmiştir ve toprak olmuştur. İnandığı şey için boşuna ölmüştür.
Fakat îman edenler için ölmek öyle değildir. Îman âhiret-merkezlidir.
Ölüm-ötesi vardır ve Allah için ölmenin sonunda bir ödül olarak nîmetler içinde
sonsuz bir cennet yaşamı onu beklemektedir.
Îman hem Dünyâ hem de âhiretle
ve gaybla ilgiliyken, inanç daha çok, Dünyâ ile ilgilidir, dünyevîdir, beşerîdir.
Bu nedenle de biraz gevşektir, değişkendir, kırılgandır ve vazgeçilebilir
olandır. Fakat îman öyle değildir. Peygamberimiz; Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol
elime verseler de dâvamdan yine de vazgeçmem, bu yolda ölürüm de yine de
vazgeçmem” diyebilmiştir. Çünkü işin sonu yokluk değildir. İnanç yolunda olan
bâzıları da inandığı şeyler uğruna canını ortaya koymuştur ama bunu yapmaları
Allah, âhirete îman nedeniyle olmadığında saçmadır. Ebedî bir amacı yoktur
çünkü.
İnanç,
dünyâ-merkezli iken, îman hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok
âhiret-merkezlidir. Âhirete îman, cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını
yönlendirir.
Sapasağlam bir îman, ahlâktan aslâ taviz vermez. İnanç
için ise aynı şeyi söylemek biraz zordur. İnanç “sınırlı ahlâktır” desek belki
yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri.
Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan
biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını
yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bunun doğru olduğuna inanıyordur. Bu
tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak
ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, inancı onu bir yerden sonra korumayacaktır.
Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç
işlese, meselâ sevdiklerinden biri mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören
de sâdece bahsettiğimiz o inançlı-dürüst kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği
ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz
yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti
de sâdece o inançlı-dürüst kişi görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?.
Çünkü olayı sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu kimse olayı bilmeyecek
ve icâbında sevdiği kişiler 90-100 yaşına kadar yaşayacaklardır. Âhiret inancı
ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu, ihbâr etmeye ne
zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı
yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay
cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben
şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim
ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir îman, “ölüm sonrasına
olan îman” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz ve örtemez. Müslümanların güzel
örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi talebi
üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim”
demiştir. İşte îman, âhiret bilinci ve korkusundan kaynaklanan ahlâk ve takvâ
bunu yaptırır. İnanç göz-ardı edebilirken, îman zinhar göz-ardı edemez.
Allah’ın peygamber
gönderdiği kavimlerin tamâmı Allah inancına sâhipti. Sorun, “mutlak hâkimiyeti
Allah’a vermemek” idi. Çünkü inanç olmasına rağmen îman yoktu. Îman olmayınca
da özveri olmuyordu. Hayâtı çıkarlar belirliyordu. İnanç, hayâtı çok da fazla
belirlemez. Îman ise tüm hayâtın îman uğruna adanmasına yol açar:
“De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman
olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).
İnsanın ne zaman tepki
vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun
îmânını ve inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnanç
zamanla değişip tam-aksi bir şeye inanmaya dönüşebilir. Fakat hakîki îmanda
böyle bir şey olmaz. Îman, sonuna kadar gider.
Müslümanlar İslâm’ı “dâvâ”
edinmediği, yâni ona tam anlamıyla îman etmedikleri, bağlılıkları “inanç”
düzeyinde kaldığı için bir-çok sorun yaşıyorlar. Îman amele-eyleme sevk eder, yeterli
îman olmadığında ise kişi masa-başından kalkamaz. İslâm sâdece ilme indirgendiğinde
bu durum, yeterli îmâna sâhip olmayanları zamanla îmandan inanca indirip düşürür.
An îtibâriyle amelle yorulmadığımız için, bizde
bir “inanç yorgunluğu” oluştu.
Dîne olan inancı zayıf
olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan yararlandıkları
kadar ona inanırlar. Dinde de geçerlidir bu. Zihinsel, kâlbî, dünyevi vs. çıkarları
beslediği müddetçe din ile ilgileniyorlar. İslâm ve îman, kişiyi mevcut kötü
durumun, küfrün, şirkin, adâletsizliğin, ahlâksızlığın ve dolayısı ile zulmün
üzerine gitmeye zorlar. Yeterli bir îman yoksa ve bağlılık îmandan değil de
inançtan kaynaklanıyorsa, o kişinin masa-başı ve dört duvar arasından kalkması
çok zor olur.
İnsanların düşünceleri ve
davranışları ya, Allah, din, îman ve inanç tarafından, yada şeytan, nefs ve
tâğutlar tarafından belirlenir. Hakîki îmana şeytan, nefs ve tâğutlar etki edemez.
Fakat “inanç” kırılgan ve gevşek olabildiği için bu etkilere açıktır.
Îman ve inanç
ayrı(lmalı)dır. Çünkü inanç genelde eyleme yöneltmezken, îman amele-eyleme yöneltir
ve zâten îman ancak bu şekilde ispatlanabilir. İslâm,
ancak ilim-îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar ve tamamlanır.
Kişiyi amele-eyleme
yönlendirmiyorsa, ona îmandan ziyâde “inanç” demek gerekir. Bunu müslümanlık ve
mü’minlik ayrımı şeklinde de anlayabiliriz. Mü’minlik îman-merkezlidir,
müslümanlık ise inanç-merkezli. Tabi inanç ve müslümanlık önemlidir ve Allah,
inancı ve müslümanlık için yapılan şeyleri yabana atmaz. Fakat O, müslümanları
ve inanç sâhiplerini îman etmeye ve mü’min olmaya dâvet eder:
“Bedeviler,
‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ
teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).
Îman mutlakâ amele-eyleme
zorlar, inanç ise “inanıyorum” dedikten sonra bir şey yapmaya her zaman gerek
duyurmaz. İnanmak yeterli görülür. İnanmakla yetinir ve “inanıyorum” dedikten
sonra kişi kendisini bir sıkıntıya sokmaya yönelmez. Çünkü îmâna dönmemiş olan inanç
bunu sağlamaya çoğu zaman yetmez. Îman ve takvâ yâni sorumluluk bilinci ise insanı
oturduğu yerde durdurmaz.
Îman hesapçı değildir. İnançta
ise hesap yapılır. Îmanda 40’tan 1 çıkınca 700 kalırken, inançta 40’tan 1
çıkınca 39 kalmasa da 700 de kalmaz. Îmân, âhiret bilinci ve sevgisi aşılar, inanç
ise kişileri çoğu zaman Dünyâ’ya bağlar ve âhiret inancı ise gevşek kalır. Bu
Pavlus Hristiyanlığı’nda da böyledir. Pavlus’a göre Tanrı’nın mükâfatını
kazanmak için artık Yahudi yasasına uymak gereksizdir. Çünkü Mesih’i kabûl etme
ve o’na inanma, Tanrı rızâsını kazanmanın en doğru yoludur. Mesih’e inananlar
Tevrat’ın emirlerine uyup-uymadıklarına bakılmaksızın Tanrı katında sâlih
kimseler sayılacaktır.
İnanç kendi-başına yeterli
görülür ama îman, arkasından mutlakâ sâlih ameli gerektirir ve getirir. Kur’ân’da
îman tek-başına anılmaz ve mutlaka sâlih amelle birlikte söylenir. Zîrâ îman etmek,
amelde bulunmak demektir. Îman demek amel demektir. Çünkü amelsiz îman olmaz.
Ona îman değil “inanç” denir. İnanç ise bir şeyin taraftarı olmak gibi bir
şeydir.
Eski Türk’lerin Tanrı inancı
“Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Lâiklik “gök
tanrı” inancıdır. Türklerin demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök
Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır. Dolayısı ile
“gök-tengri” inancı “îman” değildir. Zîrâ Allah’ın göklere hapsedilmesine îman
denilmez. Bu bir çeşit inançtır sâdece. Îmanda şirk ve küfrün olması düşünülemez.
İnançların çoğuna ise şirk karışır ve şirk koşmadan inanç ortaya koyamazlar ki
şirksiz inanca “îman” denir.
Bir şeye karşı yapılan
fedâkârlık artınca, o şeye olan inanç da artar. Allah için yapılan fedâkârlık ve
gayret arttıkça müslümanlık müslimliğe-mü’minliğe dönüştüğü gibi, inanç da
îmâna döner.
Îmanda başlayan küçük bir
gerileme, çatlak ve sızıntı; tasavvurda, düşüncede, sözde ve amel-eylemde
krizlere neden olur. Böylece îman inanca düşebilir ve dönüşebilir. Tabi tersi
de geçerli. İnanç arttıkça o inanç îmâna dönüşecektir.
Îmanda körü-körünelik olmaz.
İnançlar ise körü-körünelik barındırabilir. Esâsen inançta bir “çıkar” durumu
vardır. Îman ise özveriyle ilgilidir.
Îmânın bizzat kendisi,
sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyeline
sâhiptir. İnanç ise amele-eyleme pek dönmediği için bir sorunu çözmesi
nâdirdir.
İnanmaya
hazır olduğunuzda, inanmayacağınız şey yoktur. Doğruya, hakka inanabileceğiniz
gibi, bâtıla ve saçma-sapan şeylere de inanabilirsiniz. İşte bunu önleyecek
şey, inancın îmâna doğru meyletmesi ve îmâna dönüşmesidir.
Îmanda “adanmak”
vardır ve tüm hayat îman-merkezli olarak Allah’a adanabilir. İnançta ise bunu yapmak
pek mümkün değildir. Bu nedenle “son dakîka îmânı” geçerli değildir. Fakat son
dakîkada kişi gerçekten de inanmış yâni inanç edinmiş olabilir. Lâkin îman
mutlakâ ispât istediği ve bunu yapmak son dakîkada mümkün olmayacağı için, son
dakîka îmanı geçerli olmaz ve bir işe aramaz. Son dakîkada olan inanç ise boştur,
lafta kalır.
İnanmayacak olana delil
yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez. Îman ise ne delil ister ne
de hurâfeye ihtiyaç duyar.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder