14 Aralık 2021 Salı

Îman ve İnanç


“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi. Şimdi, öyle mi?. Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus 90-91).

 

Îman: “Gaybı kabûl etme, Allah’ın emirlerine ve nehiylerine güvenip gereğini yapmayı ‘sonuna kadar’ göze alabilmek duygusu”.

 

İnanç: “Bir düşünceye sağlam yada gevşek bir biçimde, kalıcı yada geçici şekilde bağlı bulunma, inandığı şeyi doğru sayma”.

 

Bir yazıda îman ve inanç ayrımı hakkında şunlar söylenir:

 

“Epistemolojik açıdan îman ve inanç birbirinden farklıdır. Îman ve inanç birbirine çok yakın hattâ iç-içe olmalarından dolayı aralarındaki fark kolayca görülememiş ve birbiriyle karıştırılan iki terim olmuştur. Îman ve inanç hem din-dışı hem de dînî alanda kullanılabilen iki epistemolojik terimdir. İnanç, îman sürecinde yer alan zihnî bir aşama olup, Îmandan önce gelerek onun esâsını oluşturur. İnanç, îmânın zihnî yönü ve fikrî boyutuyla ilgilidir. Eğer inancın kesinliğinde fazla ısrâr edilirse o zaman inanç, îman olur. Îman, ilgi-şüphe-zan-inanç-bilgi süzgecinden geçtikten sonra ulaşılan zihnî sürecin son aşamasıdır. Aynı-zamanda îman, fiîle ve teslîmiyete dayanmaktadır. Hâlbuki inançta bir teslîmiyet yoktur. İnançta delil ağır basarken, îmanda duygusal yön daha ağır basmaktadır. İnancın objesi bir fikir, teori yada önermedir. İnanç, bir değere sâhip değildir; bununla birlikte îmânın objesi bir zattır ve ona teslîmiyettir. Îman bir değere sâhip olma durumunu gerektirir. Görülüyor ki, îman ve inanç birbirinin aynısı değildir”.

 

Îman (inanç değil), bilgiden bağımsızdır. Hattâ gaybın kapısına kadar geldiğinde akıldan da bağımsızdır. Îmanın kapısına kadar akıl ve mantık ile gelinebilir ama oradan içeriye girmek akıl-mantık işi değildir. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en bilgisiz insan ile îman etmiş en bilgili insan için de aynıdır. Îmânın derecesi kişiye ve kişilerin amel-eylem ve samîmiyet derecelerine göre farklılık gösterir.

 

Îman “gayba îman”dır; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, vahye-kitaplara ve peygamberlere îman etmek, “gayba îman etmek” demektir. “Peygamberler ve kitaplar gayb mıdır?” diye sorulursa; “gayb olan ve dolayısı ile îman edilmesi gereken yön, kitapların ve peygamberlerin maddî-beşerî yönü değil, vahiy ve Resûl-Nebî yönü”dür. Onların “peygamberliğine” îman edilir. Kitap da öyledir. Kitab’ın kağıdına-mürekkebine değil, “Kitap’taki hükümlerin, emirlerin-nehiylerin ve tüm anlatılanların Allah tarafından, melek Cebrâil aracılığı ile vahiy yoluyla peygamberlere iletildiğine îman etmek”tir. Buna “inanç” değil, “îman” denir. Zîrâ îman “gayba îman”dır ve îman ya vardır yada yoktur. Şüphe ile îman aynı-anda bir-arada bulunamaz. Bulunan şekline “îman” değil, “inanç” denir. Tabi, kişinin samîmiyeti ve gayretine göre îmânın derecesi artıp eksilebilir.

 

İnançta, inanılan şey “gayb” da olabilir, soyut-somut şeyler de olabilir. Fakat çok absürd, saçma ve akla-mantığa aykırı bir şey de olabilir. Üstelik körü-körüne saçma inançlar sâdece bilgisizlerde, tahsilsizlerde, câhillerde ve ahmaklarda değil, bir toplumdaki en üst makamda olanlarda, en bilgili olanlarda bile görülebilir. Bu saçma inançlara bilimsel, psikolojik, sosyâl, siyâsî, târihî vs. bir-çok alandan örnekler verilebilir. Meselâ adam profesördür, entelektüeldir, ülkenin başkanıdır, filozoftur vs. ama gider aptalca şeylere inanabilir. Meselâ kulağını çekip tahtaya vuranları biliyorum ki makam ve titr sâhibi insanlardır bunlar. Yada aslında bir delil olmamasına rağmen uzaylılara, uzayda bir yerlerde farklı toplumların bulunduğuna, yer-altında yaşayan bir uygarlığın (Agarta) olduğuna inananlar, sevdiği lîderlerin ve öne çıkmış kişilerin olağan-üstü insanlar olduğuna inanlar, şeyhlerinin kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynayabilecek güçleri olduğuna inananlar vs. saymakla bitmeyecek absürd, saçma ve ahmakça inançlar vardır. Yâni inanç “kesinlik” içermeyebilir. Bu nedenle “inanç” dendiğinde orada biraz gevşeklik bulunur. Îman gibi sağlam değildir. Îman kesin ve nettir. İnanç ise popülerlik içerir. Saman-alevi gibi yanar, tutuşur, alevi yükselir ama sonradan, inanılan şeyin çok saçma bir şey olduğu görülebilir. Îman ise öyle değildir. Îman “yüzde yüz îman”dır.

 

Îman ile inancın arasındaki en bâriz fark amel-eylem noktasında ortaya çıkar. Gerçek ve sağlam îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme sevk eder. Îman eden kişi icâbında mallarını ve canını îman ettiği yolda harcamaktan çekinmez. Hattâ bu konuda hesap yapmaz. Bâzı inançlarda da bu böyle olabilir ama genelde inanç “sonuna kadar” sürdürülemez. Meselâ gaybı inkâr eden, ölüm-sonrasını inkâr eden materyâlist felsefelere olan inançlarda bu bâriz olarak görülür. Bu felsefelere inanç uğruna ölümü göze alabilenler de olmuştur ama sonu olmayan yâni âhirete dönük olmayan inançlarda ölümü göze almak saçma bir şeydir. Çünkü insanlar inandığı şey uğruna niçin ölecektir yada varlığını o dâvâya niçin adayacaktır ki!. Âhiret-merkezli olmayan bir dâvâ için ölünce ne olacaktır?. Çünkü elenin eline ne geçecektir ki?. Hiç-bir şey. Çünkü ölüm-ötesi diye bir şey yoktur ki onlar için. Yaşarken zafer kazanılmışsa o zaferin tadını çıkaranlar için o inanç ve dâvâ anlamlı olabilir. Fakat ölenler için nasıl bir anlamı olacaktır?. İleride o dâvâ  için ölenlerin heykellerini dikmek, onları anmak, isimlerinin kitaplarda geçmesi, adlarının meydanlara verilmesi vs. ölen kişiler için ne anlam ifâde eder ki?. Onları bir-anlığına diriltseler acaba ne hissederler?. Onun açısından dâvâ uğruna ölmek ona bir fayda sağlamamış, tam-aksine ona zarar vermiştir. Zîrâ hayâtını kaybetmiştir. Yaşamından olmuştur. Ölüp gitmiştir ve toprak olmuştur. İnandığı şey için boşuna ölmüştür. Fakat îman edenler için ölmek öyle değildir. Îman âhiret-merkezlidir. Ölüm-ötesi vardır ve Allah için ölmenin sonunda bir ödül olarak nîmetler içinde sonsuz bir cennet yaşamı onu beklemektedir.  

 

Îman hem Dünyâ hem de âhiretle ve gaybla ilgiliyken, inanç daha çok, Dünyâ ile ilgilidir, dünyevîdir, beşerîdir. Bu nedenle de biraz gevşektir, değişkendir, kırılgandır ve vazgeçilebilir olandır. Fakat îman öyle değildir. Peygamberimiz; Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime verseler de dâvamdan yine de vazgeçmem, bu yolda ölürüm de yine de vazgeçmem” diyebilmiştir. Çünkü işin sonu yokluk değildir. İnanç yolunda olan bâzıları da inandığı şeyler uğruna canını ortaya koymuştur ama bunu yapmaları Allah, âhirete îman nedeniyle olmadığında saçmadır. Ebedî bir amacı yoktur çünkü.

 

İnanç, dünyâ-merkezli iken, îman hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhirete îman, cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.

 

Sapasağlam  bir îman, ahlâktan aslâ taviz vermez. İnanç için ise aynı şeyi söylemek biraz zordur. İnanç “sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bunun doğru olduğuna inanıyordur. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, inancı onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ sevdiklerinden biri mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o inançlı-dürüst kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o inançlı-dürüst kişi görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü olayı sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu kimse olayı bilmeyecek ve icâbında sevdiği kişiler 90-100 yaşına kadar yaşayacaklardır. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu, ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir îman, “ölüm sonrasına olan îman” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz ve örtemez. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi talebi üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci ve korkusundan kaynaklanan ahlâk ve takvâ bunu yaptırır. İnanç göz-ardı edebilirken, îman zinhar göz-ardı edemez. 

 

Allah’ın peygamber gönderdiği kavimlerin tamâmı Allah inancına sâhipti. Sorun, “mutlak hâkimiyeti Allah’a vermemek” idi. Çünkü inanç olmasına rağmen îman yoktu. Îman olmayınca da özveri olmuyordu. Hayâtı çıkarlar belirliyordu. İnanç, hayâtı çok da fazla belirlemez. Îman ise tüm hayâtın îman uğruna adanmasına yol açar:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

İnsanın ne zaman tepki vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun îmânını ve inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnanç zamanla değişip tam-aksi bir şeye inanmaya dönüşebilir. Fakat hakîki îmanda böyle bir şey olmaz. Îman, sonuna kadar gider.  

 

Müslümanlar İslâm’ı “dâvâ” edinmediği, yâni ona tam anlamıyla îman etmedikleri, bağlılıkları “inanç” düzeyinde kaldığı için bir-çok sorun yaşıyorlar. Îman amele-eyleme sevk eder, yeterli îman olmadığında ise kişi masa-başından kalkamaz. İslâm sâdece ilme indirgendiğinde bu durum, yeterli îmâna sâhip olmayanları zamanla îmandan inanca indirip düşürür. An îtibâriyle amelle yorulmadığımız için, bizde bir “inanç yorgunluğu” oluştu.

 

Dîne olan inancı zayıf olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan yararlandıkları kadar ona inanırlar. Dinde de geçerlidir bu. Zihinsel, kâlbî, dünyevi vs. çıkarları beslediği müddetçe din ile ilgileniyorlar. İslâm ve îman, kişiyi mevcut kötü durumun, küfrün, şirkin, adâletsizliğin, ahlâksızlığın ve dolayısı ile zulmün üzerine gitmeye zorlar. Yeterli bir îman yoksa ve bağlılık îmandan değil de inançtan kaynaklanıyorsa, o kişinin masa-başı ve dört duvar arasından kalkması çok zor olur.   

 

İnsanların düşünceleri ve davranışları ya, Allah, din, îman ve inanç tarafından, yada şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından belirlenir. Hakîki îmana şeytan, nefs ve tâğutlar etki edemez. Fakat “inanç” kırılgan ve gevşek olabildiği için bu etkilere açıktır.

 

Îman ve inanç ayrı(lmalı)dır. Çünkü inanç genelde eyleme yöneltmezken, îman amele-eyleme yöneltir ve zâten îman ancak bu şekilde ispatlanabilir. İslâm, ancak ilim-îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar ve tamamlanır.

 

Kişiyi amele-eyleme yönlendirmiyorsa, ona îmandan ziyâde “inanç” demek gerekir. Bunu müslümanlık ve mü’minlik ayrımı şeklinde de anlayabiliriz. Mü’minlik îman-merkezlidir, müslümanlık ise inanç-merkezli. Tabi inanç ve müslümanlık önemlidir ve Allah, inancı ve müslümanlık için yapılan şeyleri yabana atmaz. Fakat O, müslümanları ve inanç sâhiplerini îman etmeye ve mü’min olmaya dâvet eder:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

 

Îman mutlakâ amele-eyleme zorlar, inanç ise “inanıyorum” dedikten sonra bir şey yapmaya her zaman gerek duyurmaz. İnanmak yeterli görülür. İnanmakla yetinir ve “inanıyorum” dedikten sonra kişi kendisini bir sıkıntıya sokmaya yönelmez. Çünkü îmâna dönmemiş olan inanç bunu sağlamaya çoğu zaman yetmez. Îman ve takvâ yâni sorumluluk bilinci ise insanı oturduğu yerde durdurmaz.

 

Îman hesapçı değildir. İnançta ise hesap yapılır. Îmanda 40’tan 1 çıkınca 700 kalırken, inançta 40’tan 1 çıkınca 39 kalmasa da 700 de kalmaz. Îmân, âhiret bilinci ve sevgisi aşılar, inanç ise kişileri çoğu zaman Dünyâ’ya bağlar ve âhiret inancı ise gevşek kalır. Bu Pavlus Hristiyanlığı’nda da böyledir. Pavlus’a göre Tanrı’nın mükâfatını kazanmak için artık Yahudi yasasına uymak gereksizdir. Çünkü Mesih’i kabûl etme ve o’na inanma, Tanrı rızâsını kazanmanın en doğru yoludur. Mesih’e inananlar Tevrat’ın emirlerine uyup-uymadıklarına bakılmaksızın Tanrı katında sâlih kimseler sayılacaktır.

 

İnanç kendi-başına yeterli görülür ama îman, arkasından mutlakâ sâlih ameli gerektirir ve getirir. Kur’ân’da îman tek-başına anılmaz ve mutlaka sâlih amelle birlikte söylenir. Zîrâ îman etmek, amelde bulunmak demektir. Îman demek amel demektir. Çünkü amelsiz îman olmaz. Ona îman değil “inanç” denir. İnanç ise bir şeyin taraftarı olmak gibi bir şeydir.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Lâiklik “gök tanrı” inancıdır. Türklerin demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır. Dolayısı ile “gök-tengri” inancı “îman” değildir. Zîrâ Allah’ın göklere hapsedilmesine îman denilmez. Bu bir çeşit inançtır sâdece. Îmanda şirk ve küfrün olması düşünülemez. İnançların çoğuna ise şirk karışır ve şirk koşmadan inanç ortaya koyamazlar ki şirksiz inanca “îman” denir.

 

Bir şeye karşı yapılan fedâkârlık artınca, o şeye olan inanç da artar. Allah için yapılan fedâkârlık ve gayret arttıkça müslümanlık müslimliğe-mü’minliğe dönüştüğü gibi, inanç da îmâna döner.

 

Îmanda başlayan küçük bir gerileme, çatlak ve sızıntı; tasavvurda, düşüncede, sözde ve amel-eylemde krizlere neden olur. Böylece îman inanca düşebilir ve dönüşebilir. Tabi tersi de geçerli. İnanç arttıkça o inanç îmâna dönüşecektir.

 

Îmanda körü-körünelik olmaz. İnançlar ise körü-körünelik barındırabilir. Esâsen inançta bir “çıkar” durumu vardır. Îman ise özveriyle ilgilidir.    

 

Îmânın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyeline sâhiptir. İnanç ise amele-eyleme pek dönmediği için bir sorunu çözmesi nâdirdir.

 

İnanmaya hazır olduğunuzda, inanmayacağınız şey yoktur. Doğruya, hakka inanabileceğiniz gibi, bâtıla ve saçma-sapan şeylere de inanabilirsiniz. İşte bunu önleyecek şey, inancın îmâna doğru meyletmesi ve îmâna dönüşmesidir.

 

Îmanda “adanmak” vardır ve tüm hayat îman-merkezli olarak Allah’a adanabilir. İnançta ise bunu yapmak pek mümkün değildir. Bu nedenle “son dakîka îmânı” geçerli değildir. Fakat son dakîkada kişi gerçekten de inanmış yâni inanç edinmiş olabilir. Lâkin îman mutlakâ ispât istediği ve bunu yapmak son dakîkada mümkün olmayacağı için, son dakîka îmanı geçerli olmaz ve bir işe aramaz. Son dakîkada olan inanç ise boştur, lafta kalır.  

 

İnanmayacak olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez. Îman ise ne delil ister ne de hurâfeye ihtiyaç duyar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder