“Şâyet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa,
kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette
bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O,
işitendir, bilendir” (Bakara 137).
Vahiy, Allah’ın insanlar içinden seçtiği bir
Peygamber’e, melek Cebrâil ile gönderdiği emir-nehiyler ve hayat nizâmıdır.
Kur’ân sâdece tek bir kişi için inmemiştir ama tek bir kişi üzerinden insanlara
yayılmak üzere indirilmiştir. Vahyin kendisi üzerinden tüm insanlığa yayılacağı
kişiler peygamberlerdir. Vahyin ilk muhâtabı peygamberler ve onların ilk
muhâtabı ise çevresinde bulunan insanlardır. Bu nedenle Peygamber ve sahabenin,
“Kur’ân’ı kendilerine iniyormuş gibi” okumaları ve yaşamaları normâldir. Zîrâ
gerçekten de Kur’ân onlara inmekteydi. Lâkin sahabe bile vahye yine Peygamber
üzerinden muhâtaptır. Onlar Kur’ân’ı kendilerine iniyormuş gibi değil, “kendileri
için iniyormuş gibi” okudular, idrâk ettiler ve ona tâbi oldular. Mü’minler bu
noktada bizzat Peygamber ile muhâtap oldukları için büyük bir avantaja sâhiptiler.
Böylece vahye; zamânın, coğrafyanın ve düşüncelerin telakkisiyle değil,
Peygamber örnekliği üzerinden bağlanmış ve tâbi olmuşlardır ki, en doğrusu
budur. Kanımca onların Dünyâ’da büyük bir değişimi-dönüşümü başlatabilmesinin
nedeni de budur.
“Kur’ân’ı sanki şu-an kendinize iniyormuş gibi okuyun”
deniyor. Bu düşüncede zorunlu olarak Peygamber örnekliği göz-ardı edilmiş
olur ve hattâ birileri bunu fazla ciddiye alarak kendilerini elçi gibi
görebilirler ki görenler vardır. Fakat asıl önemi olan, Kur’ân’ı kendimize
iniyormuş gibi okuduğumuzda, onu hangi telakkiyle anlayıp amele-eyleme geçireceğimizdir.
Kur’ân’ı kendimize iniyormuş okumanın zorunlu sonucu, Kur’ân’ı herkesin kendi zamânı,
mekânı ve şartlarına göre yâni mevcut telakkilerine göre anlayıp-yorumlayıp
hayâta geçirme ve ona göre hareket etmesi olacaktır. Böylece Dünyâ’nın çeşitli
yerlerindeki müslümanların inanış, düşünce ve amel-eylem şekilleri çok farklı
olacak, sapkın ve sapık diyeceğimiz inanışlar ve düşünceler bile ortaya
çıkabilecektir.
Kur’ân Hz. Muhammed’e inmiştir ve vahyi Peygamberimiz
tebliğ edip yaymıştır. Peygamberimiz’in, Allah’ın kontrôlünde olan sözleri,
fiilleri, düşünceleri, vahyi idrâk ve amel-eyleme dökme şekli, -bâzen Allah’ın
uyarması ve düzeltmesine uğrasa da- genel anlamda Allah tarafından uygun
bulunup “ideâl bir örneklik” şeklinde Ahzâb Sûresi 21. âyete konarak ebedîleşmiştir.
O hâlde biz de Kur’ân’ı “kendimize iniyormuş gibi” değil, Peygamber’e indiği ve
o’nun örneklendirdiği gibi okumalı, idrâk etmeli ve hayâta aktarmalıyız. Bu,
“Kur’ân’ı Sünnet örnekliğini de göz-önüne alarak okumak” demektir. Zâten
vahiyle ancak bu şekilde bir ilişki kurarsak doğru yapmış oluruz ve tüm
Dünyâ’da müslümanlar güçlü olur ve ezilmekten kurtulur. Aksi-hâlde günümüzde
görüldüğü gibi, her hizip ayrı bir telden çalar, kendi anlayışını en ideâl
anlayış olarak görür ve bambaşka düşünceler ve dinler ortaya çıkar, ümmet de
paramparça olur ve yeryüzünde güçsüz kalırlar.
Demek ki “Kur’ân’ı bize iniyormuş gibi” okumanın görece
zihnî iyi sonuçları yanında bâriz kötü sonuçları da olacaktır. Bunu da hesâba
katmak gerekir. Herhâlde doğrusu şu olmalıdır ki; “Kur’ân’ı, Peygamber üzerinden
bize sesleniyormuş gibi” okumaktır. Çünkü Kur’ân’ı bize yeni iniyormuş gibi
okuyup da onu Peygamber’den kopardığımızda, vahyi anlamak, idrâk etmek, düşünmek
ve amele-eyleme dökme noktasında herkes yaşadığı mevcut zamâna, mekâna, şartlara
ve baskın konjonktüre göre yapacaktır. An îtibârıyla olan şey budur. Böylece
çok çeşitli İslâm anlayışları ve inanışları ortaya çıkacaktır. Üstelik her
hizip kendi düşüncesini ve inanışını üstün tutacaktır. Böylece müslümanlar
dağılıp ayrıldıkları ve güçsüzleştikleri için paramparça bir şekilde çeşitli
rezillikler ve zorluklar içinde yaşayacaklardır ki günümüzde olan şey budur.
Oysa Kur’ân bu konuda bizi uyarır ve şöyle der:
“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de
parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç
duymaktadır” (Rûm 32).
“Ancak onlar, işlerini kendi
aralarında (farklı) kitaplar hâlinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde
olanla yetinip sevinmektedir” (Mü’minûn 53).
Bu duruma gelmenin nedeni, her kesimin
Kur’ân’ı kendine iniyormuş gibi okumaları ve Kur’ân’ın ilk muhâtabı olan
Peygamber’i ve onunla birlikte olanların tutumlarını hiç hesâba katmamasıdır. Müslümanların
son 200 yıllık modern sorunlu târihleri, “Kur’ân’ı ilk muhâtaptan bağımsız bir
şekilde “kendilerine iniyormuş gibi” okuyanların sapkınlarıyla doludur. Kur’ân’ı
kendine iniyormuş gibi okumak, kelle-başı bir din ve kitap ortaya çıkarmaktadır.
Öyle ki 250’ye yakın meâllerin neredeyse hiç-biri birbirini tutmamakta ve
aralarında ihtilaf bulunmaktadır. Oysa Kur’ân Peygamberimiz’e inmiştir ve o’nun
örnekliği üzerinden bize yayılmıştır. O örnekliğe bir-çok uydurma ve zırvalık
karıştırılmış olmasına rağmen, vahyin kontrôlünde olacak olan okuma ve
ayıklamalarla o sahih örneklik ortaya çıkarılabilecektir.
Sahabeler tek-tek, Kur’ân’ı kendilerine
iniyormuş gibi değil, Peygamber’e indiği ve o’nun örnekliğine yâni sahih hadisleri
ve Sünnet’i ile birlikte idrâk edip uygulamaya koyuyorlardı. Başarılarının nedeni
buydu. Çünkü Allah, bir binâ gibi safları sıkı tutanları sever:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine
kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak cihad edenleri sever” (Saff 4).
“Kur’ân’ı kendine iniyormuş gibi” okuyanların vahyi hangi
telakkiyle ve nasıl yorumlayacakları, zorunlu olarak kendilerinde hazır bulunan
modern telakkilerle ve zamânın ve mekânın etkilerine göre ve ona uygun
olacaktır. Oysa Kur’ân indiği zaman, mekân, şartlar ve başta Peygamber olmak
üzere ilk muhâtaplar hesâba katılmadan okunduğunda doğru anlama ulaşmak mümkün
olmayacak ve zamânın telakkisi vahyi anlamada belirleyici olacaktır. Böylece
artık vahiy yerine zamânın telâkkisi din olarak kabûl edilecektir. Merkeze
Kur’ân değil, modern telâkki konacaktır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları
söyler:
“Kur’ân bana inmiş gibi düşüncesiyle
başlatacağı yeni inşâ süreci, sayısız örneğine şâhit olunduğu üzere, zihinde
önceden hazır bulunan çağdaş normlar ve ön-kabûller doğrultusunda Kur’ân’ı
restore etmek ve aynı-zamanda tıpkı kadın ve darb meselesinde olduğu gibi sözüm-ona
şiddet unsurundan arındırılmış modern Kur’ânlar üretmek gibi sonuçlar verir.
Bence yeni bir inşâ için daha emin yol, Kur’ân’ı ilkin nâzil olduğu döneme ircâ
etmek ve o dönem içinde kime ne söylediğini tespit edip bu tespiti bir röper
noktası yaparak bugünkü dünyâ hakkında ne söylemiş olabileceğini düşünmektir.
Bir mütekellim tarafından muhâtaba
söylenen her söz gibi ilâhi kelam da ancak bir bağlam içinde anlam kazanır.
Yirmi üç yıllık bir metin-dışı bağlamı bulunan Kur’ân vahyinde kast-ı
mütekellimi salt metin üzerinden lafız-mânâ ilişkisini çözümlemek sûretiyle
tespit etmek pek mümkün olmasa gerektir. Kasd-ı mütekellim dilsel ve metinsel
söz öbeklerinden ziyâde târihsel, toplumsal ve kültürel bağlamda saklıdır.
Dildeki bir kelime kendisini çevreleyen bu etkinlikten ve içinde yer aldığı
bağlamdan koparıldığı anda boş ve anlamsız hâle gelir. Kelimeler boşlukta
durmadığından, kelam ile olgusal durum arasında çok sıkı bir bağ vardır. Dilsel
ifâde birimleri salt kendi içlerinde anlam barındırmazlar, aksine onlar bir
durum bağlamında anlam kazanırlar.
Emin el-Huli, sosyo-kültürel bağlamla
ilgili olarak Arapların maddî ve mânevî hayatlarındaki her-şeyin Arâbî Kur’ân’ın
anlaşılmasında zorunlu bir araç olduğundan söz eder. Ona göre Arapların maddî
hayat evrenini oluşturan dağlar, taşlar, çöller, ovalar, topraklar, bitkiler,
ağaçlar gibi nesneler hakkında sağlıklı ve yeterli bilgi-sâhibi olmak gerekir.
Aynı-şekilde Arapların târihi geçmişleri, kökleri, âile ve kabîle düzenleri,
yönetim-biçimleri, inanç-tarzları, kültürel ürünleri gibi beşerî hayâtın bütün
alanlarını içeren mânevî dünyâ hakkında da etraflı bilgi ve donanım gerekir.
Ebu Zeyd’e göre Kur’ân, öncelikle inzâl edildiği dönemin genel dînî, fikrî,
kültürel, içtimâî, siyâsî ve iktisâdî yapısı dâhilinde incelenmeli, daha sonra
onun her bir pasajı, inzâl edildiği târihsel şartlar dâhilinde, yâni nass-olgu
ilişkisi içerisinde değerlendirilmelidir. Şâtıbi, Kur’ân’ı anlayıp kavramak
isteyen kişi için sebeb-i nüzûl ve muktezâ-yı hâl bilgisinin vazgeçilmez
olduğunu söylemiştir. Kur’ân’ın nüzûl şartları dikkate alınmadığı takdirde, dilbilimin
sağladığı imkânlar çerçevesinde âyetlere birbirinden farklı, hattâ birbirine
zıt anlamlar verebilmenin yolu açılır, tek bir ifâdenin onlarca sayıda mânâya
aynı-anda işâret etmesi gibi bir durumla karşı-karşıya kalınır”.
Evet; Kur’ân’ı herkes “kendine iniyormuş gibi”
okuduğunda, herkes onu kendi şartlarında anlayacak ve böylece kelle-başı bir
Kur’ân anlayışı ve kelle-başı bir din ortaya çıkacaktır. Böylece müslümanların
arasında bir birliğin sağlanması mümkün olmayacaktır. Üstelik Kur’ân, “gerçek
anlamına ulaşılamayacak bir Kitap” gibi görülecektir. Meselâ bu bağlamda “salât”
kelimesinin 18 farklı anlamı olduğu söylenir ki, bir-çoğu salât kelimesinin
“namaz” anlamını buna bağlı olarak iptâl etmiştir. “İslâm’da namaz yoktur”
diyenlere bile rastlanmaktadır. Zîrâ Kur’ân, ilk muhâtaptan, o’nun
uygulamalarından bağımsız bir şekilde “kendinize iniyormuş gibi” tavsiyesiyle
okunmaktadır.
Kur’ân’ı “bize iniyormuş gibi” değil, Peygamber’e ve
o’nun yaslandığı topluma iniyormuş gibi okumalıyız. Günümüzde de o bağlama
uygun düşünce ve amel-eylemde bulunmalıyız. Yâni ilk önce ilk muhâtapların
Kur’ân’dan ne anladıkları ve Kur’ân’a uygun olarak ne yaptıklarına bakmalıyız.
Allah onlardan râzı olduğuna ve onları örnek gösterdiğine göre, Kur’ân
bütünlüğü ve Sünnet örnekliğine uygun bir anlamlandırma ve uygulamada
bulunmalıyız ki en doğru idrâke ve amel-eyleme ulaşabilelim. Aksi-hâlde Peygamber’i
ve o’nun yaşadığı zamânı ötekileştirip târihe hapsederiz ve böylece modern zamâna
ve onu hayâta hâkim kılan tâğutlara göre düşüncede ve amel eylemde bulunmaya
başlarız. Çünkü Kur’ân bağlamsız okunup anlaşılamaz. Mutlakâ bir bağlamı
olmalıdır. Ortada tek bir cümle bile varsa mutlakâ bir bağlamı da vardır ki bu
bağlam sosyo-kültürel, psikolojik, ekonomik, hukûkî, siyâsî bir bağlamdır. Modern
müslümanlar Peygamber ve sahabeler ile ortaya konulan ideâl örnekliği ve
bağlamı değil de, şeytan, nefs ve tâğutların işbirliği ile ortaya çıkardıkları
büyük bir fitne olan modernizm bağlamına göre Kur’ân’ı okuyup anlamaya
çalışıyorlar ve sonra da vahyi modernizme uydurmak için birbirleriyle
yarışıyorlar. Fakat Kur’ân moderniteyle uymadığı ve uyması mümkün olmadığı için
onu evirip-çevirerek ve çeşitli işkenceler yaparak zorla moderniteye uydurmaya
çalışıyorlar. Sonuçta Kur’ân ya söylediğinden tamâmen koparılıyor yada rûhundan
ediliyor.
Biz Kur’ân’ı hangi telakkiyle okuyoruz?. Tabi ki de
içinde bulunduğumuz Dünyâ’nın telakkileri bağlamına göre okuyoruz. Oysa ilk
başta ilk muhâtaba ve o’nun yaşadığı zamandaki örnekliğe göre okumalıyız ki, o
örneklik, Kur’ân’ın en ideâl şekilde idrâki ve yaşayış tarzıdır. Ahzâb Sûresi
21. âyette örnek gösterilmesi bu nedenledir.
Fakat modern müslümanlar modernitenin
ağır kuşatması, etkisi ve baskısıyla ve de nefse çok uygun olan üretimleriyle insanlara
çok câzip göründüğünden dolayı 1.400 yıl öncesine düşman oluyorlar. Bu düşmanlık
Peygamber’e düşmanlığa ve o’nu inkâra kadar varıyor. Sonunda da Kur’ân’ı, ilk
indiği kişiyi ve kişileri inkâr ve iptâl ederek ve de “kendine iniyormuş gibi”
okuyarak baskın telakki olan moderniteye uygun olarak yorumlamak zorunda
kalıyorlar. Hattâ durum öyle bir hâle gelmiştir ki, moderniteye meftûn ve râm
olunduğundan dolayı ilk muhâtabın ve muhâtapların vahyi hayâta uygulama
tarzlarını inkâr ederek, Peygamber’le, sahabeyle ve nüzûl süreciyle alay edenler
ortaya çıkmıştır. Bu durum imtihanın bir gereği olarak târih boyunca tüm peygamberler
için aynı ve benzer olmuştur:
“Andolsun!; senden önce
geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. Onlara herhangi bir elçi gelmeye-görsün,
mutlakâ onunla alay ederlerdi” (Hicr
10-11).
Bir yazıda “Kur’ân’ı kendinize iniyormuş gibi okuyun” sözü konusunda şunlar
söylenir:
“Kur’ân indiği ortamla ilgilidir ama o
zamanla kayıtlı değildir. Evrensel oluşunu, ‘bütün zamanlarda geçerli’ olduğu
anlamında alırsak sorun yoktur. Fakat kökenini bâtınîlerden alan modern bir
yaklaşım, evrensel vurgusunu, ‘Kur’ân sanki kendilerine iniyormuş’ şeklinde
yapmaktadır. Başını çağdaş samîrilerin çektiği bu akıma göre, bir âyetin ilk
muhâtabı ve nüzûl ortamı hiç önemli değildir. Âyetleri okurken ‘kendimize
iniyormuş gibi’ davranmalıyız.
Hastalıklı bu
yaklaşım ilk muhâtapları göz-ardı etmekte, Resûlullah’ı işlevsizleştirmekte,
Sünnet’i önemsizleştirmekte, bunların yerine modernlere hizmet etmeyi gâye
edinen çağdaş hevâ geçmektedir. Böyle olunca da Resûlullah’ın, âyetleri nasıl
anladığı ve nasıl yaşadığı, hevâsına tâbi olanları ilgilendirmemekte,
Peygamberimiz’i, ‘Kitab’ı bize bırakıp giden postacı’ durumuna
düşürmektedirler.
Oysa ilâhî denetim altında oluşmuş olan Kur’ân’ın Resûlullah’ın şahsındaki
şâhitliği önemlidir. Kur’ân’ın temel konularını nasıl anladığı ve nasıl
yaşadığına dâir bize ipuçları veren Resûlullah’ın Sünnet’ini bu modernistler
önemsizleştirmeye çalışmaktadır. İşin tehlikeli boyutu bunu yaparken ‘Kur’ân’ı
kendinize iniyormuş gibi’ okumak sözü ortaya çıkmaktadır”.
Mustafa
Öztürk, “Kur’ân’ı bize iniyormuş gibi okumak” bağlamında Mevdûdi’den alıntı
yapar ve şunları söyler:
“Bilindiği
gibi, Kur’ân, bir çırpıda te’lif edilip yazıya geçirilmiş
bir metin değildir.
O, yirmi küsur yıl zarfında değişik
olay ve gelişmelere bağlı
olarak vahyedilen sözlü (şifâhi)
bir hitaptır. Vahiy ânından sonra yazıya geçen ve yazılı metnin parçalarının
bir-araya getirilmesiyle metinleşen
bu sözlü hitâbın vahyedildiği
ortam canlı bir diyalog ortamı olup, hitâbın ilk muhâtapları bu süreci fiîlen
müşâhede etmekte idiler. Dolayısıyla
onlar, Kur’ân’ın tabî bağlamına
vâkıftılar. Zîrâ Kur’ân hem kendi dilleriyle, hem de kendilerinin içinde yer
aldıkları bir ‘şimdi’ içinde nâzil olmuştu.
Bu nedenle onlar, dili ve bağlamı
öğrenmek gibi bir sorun yaşamadıkları
gibi, Kur’ân’ı anlama noktasında da sonraki nesillerin karşılaştıkları
türden bir anlama problemiyle karşılaşmadılar.
Çünkü, Ebu Hayyan’ın özlü ifâdesiyle, ‘her ne kadar fesahat ve belâğattaki
dereceleri farklı olsa da, en nihâyet bu dil onların dili, muhit onların muhiti
ve bu beyân onların beyânı idi’.
“İlahi
hitâbın dolaylı muhâtapları için böyle bir imkândan söz etmek muhâl olduğuna
göre, ‘Kur’ân’ı, vahiy bugün iniyormuşçasına
ve bugünün insanına hitâp ediyormuşçasına
okuma’ imkânından söz edilebilir mi?. Şâtıbi
bunun imkânsız olduğu
kanaatindedir. Zîrâ, bu tarz bir okumada nesnel anlam gözden çıkarılmış
demektir”.
Muhammed İkbâl “Kur’ân’ı kendisine iniyormuş
gibi okumaya başlaması”nı şu şekilde anlatır:
“Her gün sabah
namazından sonra Kur’ân okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne
yaptığımı sorardı: ‘Kur’ân okuyorum’ diye cevap verirdim. Tam üç sene bu suâli
sormuş, ben de aynı cevâbı vermiştim. Bir gün dedim ki: ‘Baba, bu soruların
mânâsı ne?. Hep aynı şeyi soruyorsun, ben de cevap veriyorum, ertesi günü
tekrar soruyorsun?’. Bunun üzerine bana dedi ki: ‘Oğlum, demek istiyorum ki,
Kur’ân’ı sana inmişçesine oku!’. İşte o günden îtibâren Kur’ân’ı anlamaya ve
ona tam yönelmeye başladım”.
Bu modern-bâtınî
bir söylemdir ve eylemdir. Müslümanları Protestanlar gibi bireyciliğe götürür,
zayıflatır ve sonuçta da dağıtır. Modernitenin etkisi nedeniyle, Peygamber ve
sahabe örnekliği hesâba katılmamaya başladığında, ilk muhâtap olan
Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’i göz-ardı edilmeye
başlandığında ve de vahyi moderniteye uydurma meyli artmaya başladığı zamanlarda
söylenmiş bir sözdür. Zâten bu modern telâkki de Muhammed İkbâl’in yaşadığı
zaman ve bölgede başlamış yada hız kazanmıştır. Böylece moderniteye uygun olan bireysel
bir dindarlık şekli ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık Kur’ân, nesnel anlamları
olan bir Kitap değil, öznel anlamları olan yâni herkesin kendi kafasına göre
mânâ verdiği bir kitaba dönüşmüştür. Sonuçta kelle-başı bir Kur’ân anlayışı ve
din ortaya çıkmıştır. Mekke müşrikleri de böyle bir talepte bulunmuş ve
kendilerine uygun bir kitap istemişti:
“…Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap
indirinceye kadar sana inanmayız. De ki: Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir
beşerden başkası mıyım?” (İsrâ 93).
Kur’ân’ı şu-an îtibârıyla bize
iniyormuş gibi okumak, kıyâmet, azap ve cennet-cehennem sahneleri için olumludur
ve uygundur. Böylece bize daha çok têsir eder. Zâten Kur’ân da; kıyâmet, âhiret
ve cennet-cehennem sahneleri “sanki şu-an oluyormuş gibi” anlatılır.
“Kur’ân’ı kendimize
iniyormuş gibi okumak”, “sâdece okumak ama yaşamamak” düşüncesini yanında getirir,
getirmiştir. Zîrâ bu, Kur’ân’ı, “örnek yaşanmışlıktan bağımsız okumak”tır. Bu
nedenle “Kur’ân’ı kendimize iniyormuş gibi” okumanın bir yarârı olmayacağı ve
olmadığı gibi lüzûmu da yoktur. Zâten Kur’ân Peygamber’e inmiştir ve o’nun
üzerinden bize ulaşmıştır. O hâlde ilk başta yapmamız gereken şey, “Kur’ân’ı
kendimize iniyormuş gibi” değil, Peygamber ve ilk muhâtaplara seslendiği ve
onların idrâk ettiği gibi okuyup idrâk etmek, sonra da onların yüklendiği
sorumluluğun benzerini bizim de yüklenmemizdir. Sonuçta biz de hem
iç-âlemimizde hem de dış-âlemde, vahyi onların örneklendirdiği gibi hayâta
hâkim kılmak için çalışacağız. Biz günümüzde İslâm’ı, Kur’ân’â ve
Kur’ân-merkezli örnekliğe göre okuyup idrâk edip yaşamalıyız. Bunun başka bir
yolu yoktur.
Kur’ân’ı “Peygamber’e indiği
gibi” okuyacağız ve o’nun uyguladığı gibi uygulayacağız. Allah’ın peygamber
göndermesinin hikmeti budur. Zâten müslümanlar arasındaki birlik ancak bu şekilde
sağlanabilir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder