23 Mayıs 2021 Pazar

Kitap-merkezli Olma(ma)k


“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

İslâm; “Kitap ve Sünnet temeline dayalı ve evrensel kuralları olan bir yaşam ve yönetim-biçimi”dir. İslâm demek, “Kitap-merkezli olmak” demektir. Kitap-merkezli olmak “Kur’ân-merkezli olmak” demektir. “Vahyi hayâta yansıtmak ve hayâtın her alanına egemen kılmak örnekliği” demek olan Sünnet de vahiy-merkezliliktir ki Sünnet “vahyi yâni Kitab’ı en ideâl uygulama metodu” demektir.

 

Kitap-merkezli ol(a)mamak, “Kitab’ı tümüyle benimseyip kabûl edememek”ten kaynaklanır. Kitab’a yâni Kur’ân’a tam bir teslîmiyetle teslîm olunamadığında, Kitap-merkezli de olun(a)mamaktadır. Kitap-merkezli olun(a)madığında, hem düşünce hem de amel-eylem Kitap-merkezli değil, “biraz Kitap’tan biraz da mevcut olandan” şeklinde olur ve bir zaman sonra ise Kitap tamâmen hayattan uzaklaştırılarak zihinlere ve vicdanlara hapsedilir. Fakat Kur’ân, zihinlere ve kâlplere hapsedilebilecek ve sâdece zihinlerin ve vicdanların alanında sıkıştırılabilecek bir Kitap değildir. Çünkü böyle olunca yozlaşma kaçınılmaz olacaktır. Zîrâ Kur’â, vicdanlara hapsedildiğinde bütünlüğünden yâni hayattan koparılmış olur. Kur’ân’ı bütünlüğünden kopardığınızda farklı bir dîni düşünce, anlayış, inanış ve en sonunda da farklı bir dînin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. O hâlde Kur’ân bütünüyle kabûl edilip uygulanmak ve hayâta hâkim kılınmak zorundadır. Mü’minliğin şartı ve şiârı budur. Kitap-merkezli ol(a)mayan modern müslümanlar, an îtibârıyla bir-çok farklı ve birbiriyle çelişen düşünceler, inanışlar ve dinler ortaya çıkarmışlardır. Kitap-merkezli olmak “Kur’ân ve Sünnet’e göre olmak” demektir. Çünkü İslâm, hem iç-âlemlerin hem de dış-âlemlerin inşâsı için indirilmiştir ki bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise, vahiy-merkezli olarak ortaya konmuş olan ve “güzel örneklik” denilen Sünnet’tir.

 

Vahyin inmeye başladığı günden, Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar tam anlamıyla; daha sonra Hz. Ali’nin vefâtı ve Hz. Hasan’ın idâreyi Muâviye’ye devrettiği târih olan 661 yılına kadar Kitap-merkezlilik önemle; ve bundan sonra da 150-200 yıl boyunca kısmen korunmuştur. Fakat zamanla bu durum çeşitli sebepler yüzünden değişti ve insanlar Kitap-merkezlilikten koptu ve kişi-merkezliliğe döndü. Bu durum kısa zamanda “Kitab’ı olduğu gibi kabûl edememek”le sonuçlandı. Bunu yapanlar hem genelde tüm müslümanlar hem de özelde Türkler’dir. Türkler târih boyunca Kitap-merkezli olmamışlardır ki günümüzde de bu şekildedir. Kur’ân’a dönüş çabalarıyla meâl-tefsir çalışmaları bir bakıma iyi bir şey olarak görünmesine rağmen aslında bu çaba İslâm’ın kendi iç-dinamiğine göre değil de mevcut modern zihniyet ve modern dünyâ merkeze alınarak yapıldığı için İslâm-merkezli olmuş olmuyor. Çünkü yapılan bu çalışmalar Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre değil, “sâdece Kur’ân” düşüncesiyle yapılmakta fakat bu, Sünnet’i yâni Kur’ân’ın hayâta yönelik etkisini görmezden geldiği ve yok saydığı için Kitap-merkezli sayılmaz. Zîrâ Kur’ân’ı okuyup da modernizmin hâkimiyetini benimsemek ve kabûl etmek çok absürd bir şeydir.

 

Biz bu yazıda “Türklerin Kitap-merkezli olmamaları” üzerinden “Kitap-merkezli olmama”yı tartışmak istiyoruz.

 

Türkler İslâm’dan önce okuma-yazma bilmezlerdi. Çünkü Türkler İslâm’dan önce büyük oranda göçebe idi ve göçebelerin okuma-yazma bilmesi pek mümkün değildir ve çok da ihtiyaç yoktur. Türkler okumaya ve yazmaya İslâm’dan sonra önem vermiş ve başlamışlardır fakat yapılan okuma ve yazma Kitap-merkezli olarak başlamadığı gibi Kitap-merkezli olarak devâm etmemiştir ve devâm etmemektedir. Bu “okumama” durumu hep vardır ve hattâ bu durum şu-anda da büyük oranda devâm etmektedir. Bunun nedeni, Türklerin hem İslâm öncesinde kitaba âşinâ ve alışık olmamalarından hem de İslâm’ı direkt olarak Kur’ân’ı okuyarak öğren(e)mediklerinden dolayıdır. Bu yüzden Türklerin İslâm’ı öğrenmesi, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” aracılığı ile olmuştur.   

 

Peki Türklerin, İslâm’ı kendilerinden öğrendiği, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” kimdir ve bunlar İslâm’ı hangi telakkiyle yorumlamışlar ve çevrelerindekilere anlatmışlardır?. Bunlar daha ziyâde Îranlı Samâniler’dir. Müslüman olmuşlardır fakat Zerdüştlük hâlen etkilidir. Bunların İslâm’ı anlamaları ve yorumlamaları, İslâm’ın iç-dinamiklerine göre değil, Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük, Şamanizm sentezi olan bâtınî-tasavvuf merkezli olmuştur. Zâten hâlen de böyledir. Zerdüştlük ile Şamanizm’in benzerliği, Türklerin, İslâm’ı Zerdüştizm-Şamanizm senteziyle benimsemelerine neden olmuştur. Türkler, İslâm’ı, Şamanizm-Zerdüştlük-Şiilik sentezine göre öğrenmişler ve o şekilde kabûl etmişlerdir. Zâten İslâm ve müslümanlarla  ilk olarak 705 yıllarında karşılaşmış olmalarına rağmen İslâm’ı kabûl etmelerinin 250 yıl sonraya kalmasının nedeni, İslâm’ı olduğu gibi yâni Kitap-merkezli olarak kabûl edememelerinden dolayıdır ki bu durum şu-anda da devâm etmektedir. Bu nedenle Türkler İslâm’ı hem târih boyunca hem de hâlen, bu senteze uygun düşecek şekilde mistik ve uçuk-kaçık yorumlarla kabûl etmektedirler.

 

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra kısmen benimseyebildiler. Bu durum Selçuklu-Nizâmülmük medreselerinde ve sonra da Osmanlı’nın kurumlaşmasıyla birlikte tam anlamıyla olmasa da kitâbîleşmesiyle birlikte değişti. Fakat özellikle halk kesiminde İslâm’a girişteki temel bâtınî-tasavvuf düşüncesi değişmedi. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledir. Çünkü en baştan İslâm’ı Kitap’tan değil de bu senteze göre yorumlayanlardan öğrenmişler ve bu tür yorumları yapanları eski şamanlar gibi gördükleri için onlara “baba”, “dede” yada “evliyâ” demişlerdir. Türkler İslâm’ı (daha doğrusu müslümanlığı) kabûl ettiklerinde şii-alevi-bektâşi bir yorum ortaya çıkmış, daha sonra büyük devletler kurduklarında ve şehirleşme ve uygarlaşmayla birlikte Sünnîleşmişlerdir. Dağlarda göçebe olarak yaşamlarına devâm edenler Alevi-Bektâşi kalmış, ovaya-şehre inenler ve yerleşik yaşamaya başlayanlar ise Sünnîleşmişlerdir. 

 

Türklerin Kitap-merkezliliği kabûl etmemesinin bir nedeni de, Emeviler’in, işgâl ettiği Türk topraklarında çok yıkıcı işler yapmış olmaları ve Türklerin bu durumdan çok olumsuz etkilenmiş olmalarıdır. Emeviler büyük bir yanlış olarak, daha belli bir tebliğ ve dâvet süreci geçmeden direkt olarak Türklerin dinlerine saldırmışlardır. Kuteybe bin Müslim’in, Türklerin tüm dînî simgelerini ve putlarını toplayıp yakması Türklerde derin izler bırakmıştır. Kur’ân, putları reddettiği için, Araplar, Türklerin putlarını ve dînî simgelerini yakmışlardır. Türkler Arapların bunu “Kitab’a uygun olarak yapmış olduklarını” düşündüklerinden dolayı, Kitab’a karşı mesâfeli durmuşlardır. Fakat bu yanlış İslâm’ın değil, Emeviler’indir. Çünkü Peygamberimiz ve Râşid halifeler döneminde bu tür uygulamalar olmamıştır. İlk önce mutlakâ bir tebliğ-dâvet süreci olmuştur.

 

Emeviler, Türklerin, Îranlıların ve diğerlerinin, İslâm ile “Kitap-merkezli olarak” tanışmalarına engel olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki Türkler, Soğdlar, Deylemiler ve Sakâlibe toplulukları Araplardan çok Îranlılardan etkilenmişler, İslâm’ı da onlardan öğrenmişlerdir. Fakat bu din, “Kitap-merkezli din” değil, bâtınî-tasavvuf merkezli yorumlarla olduğundan dolayı, Alevi-Bektâşi-Şii bir şekle bürünmüştür. Bu şekildeki din, Kitab’a ihtiyaç duymaz ve sezgiye, duyuma, kişilere, uçuk-kaçık şeylere dayanır ve bunlar îtibâr görür. Fuad Köprülü bu bağlamda şöyle der: “Türkler İslâmiyet’in bir-çok unsurlarını doğrudan-doğruya Araplardan değil, acemler vâsıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, Îran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Maveraü’nnehr’den geçerek geliyordu”.

 

Bir yazıda da Türklerin ve diğerlerinin İslâmî inanışları hakkında şunlar söylenir:

 

“İslâm adına telkin edilen inanışlar ve hayat-tarzı aslında İslâm’a âit değerlerle örtüşmüyordu. Bu inanışlar ve yaşam-tarzı sırf zühtçü sûfiler ve şuûbiyeciler (Îran milliyetçileri) tarafından dizayn edilmişti. Sözü edilen ‘gayr-i Arap topluluklar’, ancak Îranlılardan gördükleriyle aşılandılar. Aynı-zamanda bunları İslâm-öncesi inanışlarıyla, kültleriyle sentezlediler. Nitekim M.S. 633-651 yılları arasında İslâm orduları tarafından tamâmen fethedilen Îran’ın, -Zerdüşizmle İslâm’ı sentezleyerek- oluşturduğu yeni Fars dînini (ve ona bağlı Şiîlik ekolünü) kısa zamanda Türkistan bölgesinde yaymayı başardığını varsaymak gerekir. Farsların, İslâm’daki önemli ibadetlere verdikleri Faşça adların Türkler tarafından günümüze kadar kullanılıyor olması da bu hakîkate işâret eder mâhiyettedir.

 

Türk Müslümanlığı’nın, yine en büyük ilham kaynaklarından biri mistisizmdir; yâni tasavvuftur. Tasavvuf, Türk Müslümanlığı’nın belkemiğini oluşturmaktadır. Denebilir ki bu dîni, -yüzyıllardır- tasavvuf yönlendirmektedir. Türkler, tasavvuf düşüncesine dayalı bir-çok târikat kurmuşlardır. Tasavvuf, aslında mistik bir felsefedir; târih boyunca üretilmiş tüm felsefeler arayış amaçlı iken tasavvuf, tam-tersine bir ‘kaçış felsefesi’ olarak peydahlanmış ve çeşitli ekôllere ayrılarak günümüze kadar açılımını sürdürmüştür; ‘tarikat’ olarak bilinen mistik kurumlar için alt-yapı oluşturmuştur.

 

Zerdüşizm’in derin etkisini -İslâmî dönemde de- yaşayan Îranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1.500 yıldır çok-yönlü bir baskı altında tutmaktadırlar; Orta Asya’dan koparak Îran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar. Hem -hâkim zümre olarak- Türkler, hem de yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya önem vermedikleri için; üstelik -sırf Arap dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim dili olarak kullanamadıkları için İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’le -târihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir.

 

Türkler İslâm’dan önce, çok-tanrılı Çin ve Hint kültürünün etkisi altında bulunuyorlardı. İslâm’ı kabûl edince, mitolojiye dayanmayan bir din ile ilk kez tanışmış oldular. Bu dînin ‘vahiy’ konusu hâriç, tamâmen pozitif disiplinlere dayanan öğretisini sindirebilecek bir kültür birikimine o târihlerde sâhip değillerdi. Nitekim İslâm öncesinde, Türklerin okuma-yazma bildiklerine ilişkin hemen hiç-bir ciddî belgeye rastlanmamaktadır. Bu nedenle Kur’ân’daki sistematik İslâm yerine kendilerine özgü mistik, esnek ve interpretive (yorumlayıcı) bir felsefe olan tasavvuf eksenli bir din gördüler. Bunun üzerine tasavvuftaki sınırsız hoşgörü, İslâm’daki sınırlı hoşgörünün anlaşılmasını Türk muhitlerinde zorlaştırdı ve onun sosyâl hayâta -bir bütün olarak- girmesini büyük ölçüde önledi. Temelde İslâm ile ilişkilendirilse bile ondan bağımsız bir din niteliğini kazanmış olan ‘Türk Müslümanlığı’ târih boyunca, özellikle son iki yüz yıldır -aynen Hıristiyanlık gibi- salt bir tapınak ve mezarlık dîni olarak yaşandı.

 

İslâm’dan tamâmen bağımsız bir mistik felsefe olan ve Kur’ân’da bir kez bile geçmeyen tasavvuf adına, Türkler arasında hoşgörü o kadar abartılı sözlerle seslendirilmiştir ki bu konuda harcanan olağan-üstü çabalar, İslâm’daki hoşgörüyü gölgelemiş, hattâ çağımızın özellikle entelektüel kesiminin zihnine bu yüzden İslâm’ı sert, acımasız ve şiddet yanlısı olarak yerleştirmiştir. Son zamanlarda, dış dünyâda yaygınlaşan ‘müslümanofobya’ sorunu bu yargının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türk çevrelerinde İslâm’ı yüzyıllar önce devreden çıkaran tasavvuftaki sınırsız hoşgörüye çarpıcı bir örnek olarak Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’ye mâl edilen, başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiş olan şu sözleri gösterebiliriz: ‘Gel, gel, her kim olursan ol, yine gel… İster kâfir, ister ateşe, ister puta tapan ol yine gel. Bizim bu kapımız umutsuzluk kapısı değil, yüz kere tevbeni bozmuş olsan yine gel’.

 

Zamanla kurumlaşarak, vicdanlara kazınan mistik inanış tarzı, bu sûretle Türk topluluklarını aynen İslâm-öncesi gibi politeist bir doğrultuda yönlendirdi. Sonuç olarak paganist bir Türk Müslümanlığı doğdu. Yesevî, Hacı Bektâş-ı Veli, Mevlâna ve Yunus Emre gibi daha bir-çok ünlü Türk mistiklerinin -eserleri ve söylemleriyle- temsil ettikleri din işte budur. Bu din, günümüz Türkiye’sinde yaygın olan Türk Müslümanlığı’nın bir-çok türünü birden sembolize etmektedir”.

 

Çok din değiştiren toplumların Kitap-merkezli olması zor olur. Türkler de çok din değiştirmişler ve neredeyse her dîne girip-çıkmışlardır. Bu durum sentez din anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu da belli bir dîni tümüyle kabûl edip yaşamayı çok zor hâle getirmiştir. Çok kolay şekilde din değiştirmenin nedeni, bir dîni bir türlü tam anlamıyla ve bütünüyle kabûl edip de teslim olamamaktan dolayıdır. Göçebe zihniyetten kurtulamayanlar hiç-bir dîne tam anlamıyla teslim olamamaktadırlar ve yoğun sentez düşünceler, anlayışlar, inanışlar ve uygulamalar arasında kalmaktadırlar. Dünyâ’ya sıkı bağlılıklar tüm zamanlarda ve herkes için dîne sağlamca bağlanmanın ve Kitap-merkezli olmanın önündeki en büyük engeldir. Bu yüzden de hep “kültürel müslümanlık” etkileri görünür olur ve “kültürel müslümanlık”  hâkim hâle gelir.

 

Modern Türkler hâlen kitaptan uzaktırlar, okumayı sevmezler ve bu nedenle de Kitap-merkezli değildirler. Zâten târih boyunca az bir kesim hâriç Kitap-merkezli ol(a)mamışlardır. Kur’ân’ı da ancak Arapçasından teberruken okurlar. O da sâdece mezarlıklarda ve câmilerde. Tabi bir de Ramazan ayında “mukâbele” şeklinde evlerde. Bir türlü Kur’ân’ı “hayat Kitabı” yapamazlar. Kur’ân’ı hayâtın tam ortasında yâni hayâta yansıtacak şekilde ve amacıyla oku(ya)mazlar. Böyle olunca da Türkler dîni hâlen, Kitab’ı okuyan ve mistik, uçuk-kaçık şekilde yorumlayanlardan dinlemekte ve tabî ki yanlış olarak öğrenmektedirler. Zâten “Arap âdetleri” olarak gördükleri Sünnet’e îtibâr etmezler. Dîne olan gevşek bağlarının bir nedeni de budur. Çünkü Kitap-merkezli olmayan öğretiler İslâm olmamakta, Türklere has bir müslümanlık (Anadolu-Türk Müslümanlığı) olmaktadır. Türklerin hâlen Şamanizm’den inançlar taşımaları, târikatlara, tasavvufa, uçuk-kaçık şeylere, türbelere vs. fazla düşkün olmaları hep Kitap-merkezli olmamaktan dolayıdır.

 

Türk bir peygamberin olmaması da Kitap ve vahiy-merkezli olmamanın nedenlerinden biri olabilir. Türklere hiç peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler. Bu nedenle göçebelere peygamber gönderilmemiştir. Bu yüzden Türkler dinlerini hep dolaylı yoldan öğrenmişlerdir. Bu durum Türklerin Kitap-merkezli olmamalarının nedenlerinden biridir.

 

Ahmet Yaşar Ocak, insanların İslâm’ı kabûl sürecini anlatırken şunları söyler:

 

“İslâm yayılırken o coğrafyalardaki sıradan halk hiç-bir zaman İslâm’ın teorik kurallarının bilincine vararak, teolojisinin inceliklerine vâkıf olarak müslüman olmamıştır. Çünkü bu yüksek seviyede entelektüel bir birikim ister. Dolayısıyla sıradan halk tabî bir şekilde önce kazanacaklarına bakar, İslâm’ı kabûl etmenin kendine sağlayacağı pratik yararlara bakar, sonra da ilk dikkatini çeken şey, eski inançlarını andıran inançlar olup-olmadığıdır. Onlara benzer unsurları hemen kabûllenir ve onları eski inançları ve mitolojisi ile özdeşleştirir. İşte Araplar, Îranlılar ve Türkler de gerek kendi eski mitolojilerinden, gerekse temâs ettikleri ihtidâ eden halkların mitolojik kültürlerinden bâzı unsurları dönüştürerek içselleştirdiler. 751 yılında Araplar ile Çinliler arasında cereyan eden meşhûr Talas Savaşı’nda, Türklerin Araplara yardım etmesi vesîlesiyle Türk toplulukları ilk defâ İslâm’la   karşılaşıyorlar. Bu vesîleyle bir merak ve arkasından bir tanıma süreci başlıyor. Ama aradan yüz elli yıldan fazla bir zaman geçtiği hâlde 900’lü yıllara kadar Türkler İslâm’ı benimsemiyorlar.

 

Selçuklu Anadolu’sunda kentsel ve kırsal kesimlere göre İslâmî açıdan değişik eğilimleri bağrında taşıyan bir toplumsal yapı olduğunu kabûl etmemiz gerekiyor. Köprülü, Ortaçağlar Anadolu’sundaki bu Türkmenlerin müslümanlığını -bence haklı bir şekilde ve sosyolojik perspektiften yaklaşarak- İslâm’ı henüz kabûl ettikleri için bunun ancak ‘sathî ve basit bir şekilde müslümanlaşma’ olduğunu ileri sürer.

 

Selçuklu Anadolu’sundaki Türkmenlerin İslâm’ı, inceliklerine vâkıf olmadıkları için, kaçınılmaz bir şekilde eski inanç kalıplarına uyarlayarak içtenlikle kabûl ettiklerini, ama öte-yandan dağları, tepeleri, ulu ağaçlan, ulu kayaları kutsayan, rûh göçüne ve insanın hayattayken ve öldükten sonra kalıp değişimine uğrayacağına inanan, ateşi takdis eden, İslâm’ın standart ibâdetlerine lakayt kalan, bunun da ötesinde yerleşik hayat-tarzını ve kültürünü aşağılayan, üstelik siyâsal otoriteyi işine gelmediği an reddeden ve fırsatını bulduğunda ona karşı ayaklanan bir-takım insanlar olduklarını görmemiz gerekir. Başka türlü de zâten olamazlardı.

 

Kırsal toplum ne kadar kentlere ve medrese kültürüne yakın olabiliyorsa o ölçüde ‘Sünni’, ne kadar uzak ise o kadar eski geleneklerinin ve inançlarının bağımlısı bir toplumdur. Türkmenlerin yaşadıkları ‘Sünni olmayan’ bu İslâm, bilinçli, plânlı belli bir teolojik karşı-duruş değildir. Bu inanç yaşam-tarzlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Onlar da bugünkü geleneksel Aleviler gibi kendilerini çok iyi müslümanlar olarak görüyorlardı. Buna şüphe yok”.

 

Türkler, Büyük Selçuklu Devleti zamânında medreselerin etkisiyle Eşâri-Şâfî’lik üzereyken, Osmanlı’da iyice biriken ve belirginleşen mistisizm ve karma toplum yapısından dolayı, Osmanlı’lar Mâturîdî-Hanefiliği seçmişlerdir. Çünkü Hanefi-Mâturîdîlik daha gevşektir. Bu gevşeklik Kitap-merkezli olmanın önünde engel olmuştur. Osmanlılar çok iyi devlet adamları, askerler, şâirler ve mîmarlar yetiştirmelerine rağmen, çağını aşan âlimler yetiştiremediler yada çok az sayıda bu tür âlim yetişti. Osmanlı’da daha çok, absürd söz ve davranışlara sâhip, adına “baba, dede, ata ve veli” denilen kişiler çıkmıştır ki bunlar Kitap-merkezli olmadıkları gibi, tam-aksine Kitab’a karşıdırlar. 627 yıl ayakta kalmış olan Osmanlı Devleti’nin târihi boyunca tebaasından ancak 1.600 kişi kitap yazmıştır. Cemil Meriç bu durumun sebebi hakkında şunları söyler: “Osmanlı İmparatorluğunda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu. Düşünce bir felâkettir. Zorlanmadan, mecbur kalmadan düşünmez insan. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa karşısındaki bozgunu, endüstriyel toplumun askeri bir toplumu yenmesidir”. Evet; kılıçlar atık işe yaramamaya başlayınca Osmanlı’nın elinde mîmâri eserler ve şiirlerden başka bir şey kalmamıştır. Zîrâ Osmanlı da Kitap-merkezli bir devlet ve halk değildi ve bâtınî/tasavvuf-merkezli bir dînî düşünce ve örf hâkimdi.

 

Osmanlı’da âlimler genelde Eşârilik üzere olsalar da, halk Hanefi-Mâturidi ve Yesevilik üzereydi ve bunları benimsemişti. Halk, Kitab’ı hesâba katmadan aklını ve duygularını merkeze aldı. Hâlen de öyledir. Türk müslümanlığının temelinde Mürcie ve tasavvuf vardır ki bunlar büyük günahları erteleyerek Allah’a bırakırlar. Böylece kimseyi eleştirmezler ve aşırı bir hoşgörü gösterirler. Fakat bu, günaha ve bâtıla olan bir hoşgörüdür. Ayrıca bunlar iktidârın da her zaman yanındadırlar ve önemli destekçileridirler. Böylece sisteme kolay entegre olurlar ve rejimi kolay benimserler. Lâkin iş Kur’ân’ı okumaya ve benimsemeye gelince pek oralı olmazlar yada ucundan-kıyısından denecek bir ilgi olur.  

 

Şu da var ki Türklere, Arap ve Irak-merkezli olan Eşârî-Şâfî’den ziyâde, dîni öğrendikleri ve kendileri gibi milliyetçi duyguları öne çıkan Îran-merkezli Mâturîdî-Hanefilik, milliyetçilik damarından dolayı câzip gelmiştir. Türklerin Araplara eskiden bêri bir gıcıklıkları ve düşmanlıkları vardır. Bu düşmanlık orta-Asya Şamanizm sempatizanı tüm Türklerde vardır. Orta-Asya Türkleri genelde köse oldukları için, sakallı Arapları pek sevmezler. Bu bir nebze modern Türklerde ve Türkiye’lilerde de vardır. Sakallı doğu’dansa sakalsız-parlak batı’ya meyletmelerinin bir sebebi de bu mudur acaba?. Tabi bu, nedenlerden sâdece biridir. Eğer sakalsızlık dostluk için belirleyici ve önemliyse, Türklerin yeni küresel güç olan Çin’e ve sakalsız Çinlilere yakınlaşması zor olmayacaktır.

 

Aslında Türkler Şamanizm’den İslâm’a değil, Şamanizm’den Alevilik-Bektâşilik diyebileceğimiz şaman-şii sentezine geçmişlerdir. Bundan sonra dağda kalan ve göçebeliğe devâm edenler Alevi-Bektâşi kalırlarken, ovaya inenler Sünnî-Hanefi olmuşlardır. Fakat bunların ikisi de Kitap-merkezli olmamakta birleşirler. Zîrâ ikisi de dîni Kitap’tan yâni Kur’ân’dan ve de Peygamber’den (Sünnet) değil, mistik yorumculardan ve yorumlardan öğrenmişlerdir. Bu hâlen de böyledir. Göçebe olanlar mistisizm ve tasavvuf yolunda giderlerken, ovaya-şehre inenler ise târikatlaşmış ve Sünnîleşmiştir.

 

İşin vahim tarafı, modern Türkiye’li Türklerin, son 30-40 yıldır Kur’ân’ı yoğun şekilde okumaya başlamalarına rağmen, Kur’ân’ı İslâm’ın kendi iç-dinamiğine yâni Kitap-Sünnet bütünlüğüne göre değil de, modern telakkiyle okumaları ve olanca güçleriyle modernizme uydurmaya çalışmaları nedeniyle, yine Kitap-merkezli olamamalarıdır. Kitap-merkezli olmanın önündeki engellerden biri de, meâlcilik-Kur’ân’cılıktır. Çünkü meâlcilikte meâller hep modern telakkiyle hazırlanmakta, İslâm’ın kendi iç-bütünlüğüne yâni Kitap ve Sünnet-merkezinde hazırlanmadığı için İslâm’a tam uygun düşmemektedir.

 

İslâm Kitap-merkezlidir. Bu, “Kur’ân ve Sünnet’e göre olmak” demektir. Kur’ân ve Sünnet, İslâm’ın “iç ve dış-âlemi birlikte inşâ etmesi” anlamına gelir ki Kitap-merkezli olmak bu demektir. Zîrâ Kur’ân, iç-âlemleri inşâ edip aydınlattıktan sonra dış-âlemi de yâni hayâtın tüm alanını da Kitap ile inşâ edip aydınlatmak için indirilmiştir. Tüm peygamberlerin ve Peygamberimiz’in tüm çabası da bu amaç için olmuştur. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder