25 Ekim 2020 Pazar

Akıl ve Takvâ


“… O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

 Takvâ, literatürde “korkmak” ve “sakınmak” (ittekullâh) olarak bilinir. Fakat aslında takvâ, “sorumluluk bilinci, sorumluluğun bilincinde olmak, duyarlı olmak” anlamındadır. Bunun için illâ ki “Allah’tan korkmak” (haşyet) ve sakınmak gerekir. Aksi-hâlde insanı sorumlu olmaya iletecek gerçek bir etken olmaz. Takvâ İslâm ile birlikte, “Allah korkusuyla korunmak ve korumak” anlamına gelmiştir. Takvâ Kurân’dan önce “yılan-çıyan korkusu” anlamındaydı. İslâm ile birlikte “Allah karşısında haşyet duymak ve bu haşyetten dolayı sorumluluğu kuşanmak ve buna göre hareket etmek” anlamını kazandı. Tabi bunun için de “donanımlı olmak” gerekir. İnsana bu donanımı kazandıracak olan şey, okumak ve ibâdet ile bilgi-bilinç sâhibi olmak ve bu bilinç ile dik bir duruş ve direniş göstermektir. Bunu hakkıyla yapabilmek için ise, vazgeçebilmek, gayret ve azim sâhibi olmak ve adanmışlık şarttır. İşte takvâ bu özellikleri kuşanmanın adıdır. Yoksa pasif bir hâlde hiç-bir şey yapmadan takvâlı olunmaz. Sorumlulukları yerine getirmeden takvâlı olmak imkânsızdır. İşte bu nedenle Allah cenneti, takvâyı kuşananlara verecektir:

 

Takvâ “sorumluluk bilinci” ve “bu bilince göre yaşamak” anlamındayken, modernite bir “sorumsuzluk uygarlığı”dır. Sorumsuz olmayı sorumlu (takvâlı) olmaya üstün tutar. Bir insanı İslâm’a dâhil eden şey, İslâm-öncesi takvâsıdır yâni sorumluluk bilincidir. Çünkü takvâlı olanlar es geç(e)mezler. Modernite ise sorumsuzluğu seven insanları bekler. Sorumluluktan korkan insanlar modernizmi pek severler. Modernite bir “takvâsızlık uygarlığı”dır. 

 

Havf “dünyevî korku”dur. Haşyet ise “Allah’ın sevgisini-yardımını kaybetme korkusu”dur. Allah’tan haşyet eden, O’ndan uzak düşmeme, rızâsından ayrılmama çabası içinde olur. Haşyet ve havf korkuyu ifâde eder. Bu iki korku arasındaki fark, ikisinin birlikte kullanıldığı şu âyette çok güzel ifâde edilir:

 

“Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer (yahşevne), kötü hesaptan korkarlar (yehâfûne) (Ra’d 21).

 

Haşyetin en güzel anlatıldığı âyetlerden birisi Yâsîn 11. âyettir:

 

“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele” (Yâsîn 11).

 

Takvâ “Allah korkusu”dur. Allah’tan ne kadar çok korkarsanız (haşyet) o kadar çok korunursunuz. Allah korkusundan kastımız “haşyet”tir. Haşyet ise, “havf” ile aynı anlamda değildir. Havf, cehâletten, haşyet ise bilgi ve bilinçten dolayı duyulan korkudur. Haşyet, “Allah’tan sakınmama ihtimâli korkusu”dur. “Allah’ı unutma korkusu”. İnsan Allah’tan başkasından (yılan, çıyan, vs.) “havf korkusu” duyabilir, ama haşyet “sâdece Allah karşısında duyulan korku ve sakınma”dır. Havf cehâletten, haşyet ise ilimden ve takvâdan kaynaklanır. Bu nedenle insanlar içinde Allah’tan en çok âlimler haşyet duyarlar. Câhiller haşyet duymazlar, onları korkutan “havf”tır. Havf, “ödleklik”, haşyet ise, “Allah sevgisinden mahrûm kalma endişesi”dir. Cennet korkaklara değil, Allah korkusu olanlara yâni takvâlılara has kılınmıştır:

 

“O cennet; biz, kullarımızdan takvâ sâhibi olanları (ona) vârisçi kılacağız” (Meryem 63).

 

Takvâ müslümanların “bağışıklık sistemi”dir. Lâkin modernitenin etkisiyle müslümanların “mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu. Modernite bu bağışıklığı zayıflatmış ve çökertmiştir. Artık modern insan her türlü kişisel, toplumsal ve sosyâl hastalıklara dûçâr olmuştur. Bağışıklık sitemi ancak takvâ ile desteklendiğinde yeniden gücüne kavuşabilir. Zîrâ takva “takviye”dir. O takviye olmadan sistemin güçlenmesi ve hastalıkları yenmesi imkânsızdır.

 

Takvâ azaldığında yada kaybolduğunda kavmiyetçilik başlar. Müslümanların asâleti damarlarındaki kanda değil, takvâsındadır. Kureyşliler, “Kureyşli” olmayı büyük bir ayrıcalık olarak görüyorlardı. Peygamberimiz ise ayrıcalığı, takvâya bağladı. Takvâlı olanlar Allah katında “ayrıcalıklı” olanlardır ve ancak onlar ayrıcalıklıdır. Zîrâ üstünlük başka hiç-bir şeyde değil, sâdece takvâdadır. Takvada yarışmayanlar başka şeylerde yarışmaya başlar. Allah bu nedenle yarışın sâdece takvâda yapılmasını ister:

 

“Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakîler için hazırlanmıştır” (Âl-i İmran 133).

 

Takvâ; “Kur’ân’ı güzel okuma yarışması” değil, “Kur’ân’ı güzel yaşama yarışması”dır. Zîrâ Allah’ın “takvâda yarışın” dediği şey budur.

 

Fakat ne yazık ki müslümanlar takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Târihin sonu, takvânın tümden kaybolup sorumsuzluğun ve de hazzın Dünyâ’ya hâkim olmasıyla gelecektir. Yoksa lâik-seküler-liberâl-demokrasiyle târihin sonu gelmez ve gelmemiştir. Bu son, kendini takvânın azalması ve bitmesiyle göstermeye başlamıştır. 

 

Modernite takvânın yerine aklı koymuştur. Öyle ki modernite “insanın ve aklın ilahlaştırılması” demektir. Üstünlük ölçüsü “takvâ” olmaktan çıkarılmış ve akla verilmiştir. Oysa Allah katında üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca üstün olanlar” değil. Kur’ân üstünlüğün takvâda olduğundan bahseder. Gerçek üstünlüğün “takvâda üstünlük” olduğunu söyler:

 

“…Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe [ve imajca] değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Demek ki üstünlük, akıl ve imaj ile değil, îman ve takvâ ile oluyormuş. Üstün olanlar, “Allah’a göre üstün olanlar”dır. Bu nedenle -Allah’ın dediği gibi- kim daha takvâlı ise, o daha üstündür. Allah, “sonsuz ebedî nîmet diyârı” olan cennete, “aklı yüksek” olanları değil, “îmânı ve takvâsı yüksek” olanları alacaktır. Akıl zâten dünyâlıktır ki aklın Dünyâ’da da ölüme kadar süreceği garantili ve hattâ mümkün de değildir. Yaşlılıkla birlikte genellikle akıl azalır ve hattâ işletilemez hâle gelir. Zâten ölümle de sıfırlanır. Fakat takvâ, kişiyi âhirete ve cennete taşır. İnsan, bildiklerini gün gelir “bilmez” durumuna gelebilir ama yaptıklarını “yapmamış” durumuna gelemez. Cenneti hakkedecek olanlar ise, aklını takvâ ile işletenler ve takvâlı davrananlar olacaktır.

 

Modern dünyâda akıl takvânın önüne geçirilmiştir, zekîce davrananların hepsi aynı-zamanda akıllı da sanılmakta, akılca üstün olanın ise, îman ve takvâca da üstün olduğu zannedilmektedir. Oysa aklı nefsinin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olanların takvâsı yok demektir. Takvâsı olmayanlar ise insanlar arasında “üstün” tutulsalar da, Allah katında üstün değillerdir. Çünkü Allah katında en üstün olanlar “takvâlı olanlar”dır.   

 

Her tâviz, takvâdan bir parça azaltır. Nefsin kontrôlü ve yönlendirmesinde olan akla göre" hareket etmek ise büyük bir tâvizdir ve takvâyı zayıflatan en etkili şey işte budur. 

 

Allah “takvâda yarışın” derken, birileri, Allah’tan başkalarına “tapma”da yarışıyorlar. Şirkte, küfürde ve dolayısı ile zulümde yarışıyor. Bir şirk ve küfür yarışı var ki, modern insan bu yarışta öne geçmek için her-şeyi yapıyor.

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist sistemde üstünlük “tüketim”dedir. En çok tüketenler en akıllı ve en üstün kişiler olarak kabûl edilir. Bu da, “en çok parası olanlar yâni en zengin olanlar en üstün kişilerdir” anlamına gelir.

 

En takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir. Şeytanla ve nefsiyle en çok mücâhede edenler ve tâğutlarla en çok mücâdele edenler en takvâlı olanlardır. En çok da, “İslâmî sorumluluk” alanlar en takvâlı olanlardır. Oysa nefislerini kışkırtanlara ve nefislerini ilahlaştırıp ona uyanlara göre en üstün olanlar, “akıllarını şeytanın, nefislerinin ve tâğutların denetimine vermiş olanlar”dır. Zîrâ hazzın en kalitelisi ve kesintisizi oradadır. Takvâ “harekete geçirici”yken, nefsin güdümündeki akıl, insanı yerine mıhlar. Çünkü takvâsızdır, bu nedenle de sorumsuzdur ve sorumluluk almaz. Takvâlıların çoğu sorumluluk bilincinden dolayı hareket hâlinde görülürken, akıllıların(!) çoğu yerlerine mıhlanmışlardır.

 

İhlâs ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş etki etmez. Nefse göre işletilen akılla yapılan işler saman alevi gibidir, kısa süreliğine parlar ve söner gider.  

 

Kur’ân’ı takvâsız okumak, amel-eyleme dönük olmayacak şekilde, “ruhsuz bir şekilde okumak” demektir. Rûh, amele-eyleme döndüğü anda açığa çıkar. Takvâsız Kur’ân okumaları nefse ve tâğutlara hizmet eder. “Kur’âncılık” denen takvâsızlık, bu yüzden moderniteye kul-köle olmuştur ve olmaktadır.  

 

İslâm-târihi boyunca üstünlük ölçüsü takvâydı. Moderniteyle birlikte Allah, âhiret, Kitap, peygamber ve îman-amel değersiz görülmeye başlayınca, takvâ yerine insan ve akıl üstün tutulmaya başlandı. Üstünlük ölçüsü akıl oldu. Akla Kur’ân çok önem verir ve Yûnus 100. âyet, aklın işletilmemesini bir felâket olarak görür. Fakat bu, aklın şaşmaz bir terâzi olduğu anlamına gelmez. Aklın da bir sınırı vardır ve akıl sınıra ulaştığında orada “takvâlı îman” devreye girer. Akıl eğer rûhun ve vahyin yönlendirmesinde değil de nefsin yönlendirmesindeyse, o zaman akıl insana en olmadık zulümleri ve sapıklıkları bile yaptırır ki modernizm ile mânâdan koparılıp maddeye ve nefse bağlanan akıl, Dünyâ’yı “güzelleştiriyorum” diye madden ve mânen ifsâd etmiştir ve etmektedir. Akla şeytan ve nefs yön gösterdiğinde o akıl ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Fakat akıl fıtratla uyumlu ve vahyin kılavuzluğunda olunca insanın takvâsının artmasına destek olur ve Dünyâ’yı da “cennetin bir şûbesi”ne çevirir. Böylece insanlar insanca yaşamanın ne olduğunu görürler.

 

Modernite ile birlikte ilahlaştırılan ve sonsuz güç-sâhibi îlân edilen akıl takvâdan üstün tutulmaktadır. Oysa akıl ancak takvâlı olanların elinde fıtrata, doğala ve normâle uygun olarak işletilip iyiyi açığa çıkarabilir. Aksi-takdirde takvâdan kopuk akıl sapmaya başlar. Modernizm târihi, takvâsız aklın sapmasının târihidir.

 

Modernite ile birlikte vahiyden kopmuş olan akıl takvâyı değersizleştirmiş ve çıkarı öne çıkarmıştır. Yâni sorumluluk almayı değersizleştirirken, sorumsuzluğu, bireyciliği, bencilliği ve “bana ne”ciliği öne çıkarmıştır. Allah’sız akıl öne çıkarılınca modern insan da insâniyetini kaybetmiştir ve hayvâniyetin tüm özelliklerini takınmaya başlamıştır. Takvâyı terk etmiş olan sorumsuz modern insan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesindedir. Gününü gün etmenin ve kesintisiz bir hazzın peşindedir. Zîrâ takvâdan kopmuştur ve hazza kilitlenmiştir. Takvâdan ayrılanların yapacağı şey nefsi kışkırtmak ve hazza kilitlenmekten başkası değildir. Bunu vahiyden yâni Allah’tan kopuk ve nefsinin kuşatmasında olan aklıyla yapmaktadır ki ona artık “akıl” demek de doğru olmaz. Akıl, İslâm-merkezli kullanılmadığında “akıl” olmaktan çıkar ve nefsin yönlendirdiği bir zekâya dönüşür. Artık akıllı davranmak değil “zeki olmak” önemli hâle gelir. Çünkü gerçek anlamda akıllı olmak takvâlı olmayı gerektirir.

 

Ölümle yok olmayan şey takvâdır. İnsan takvâsını yada takvâsızlığını götürür âhirete ve orada değerlendirme ona göre yapılır. Dünyâ’da üstün bir akıl sâhibi olsanız bile bu aklı vahiy-merkezli kullanmadıysanız yâni aklınız takvânızı, takvânız da aklınızı arttırmamışsa hiç-bir işe yaramaz ve aklını nefsine bağlamış olanlarla birlikte cehennemi boylarsınız.

 

Akıl sınırlı ve noksan olduğundan dolayı, akıl ile elde edilen bilgiler de noksan olur. Bunun için aklın, varlığın hakîkatini idrâk etmesi ve ona şâmil olması mümkün değildir. O hâlde akıl, son sınıra kadar kullanılmaya uygun değildir.

 

İslâm’da aklı kullanmak çok önemlidir fakat İslâm, akıldan ziyâde “takvâ yolu”dur. Bu nedenle yaratılıştan aklı ve zekâsı üstün olanlar avantajlı değildirler. Kendi çapında takvâya göre kim daha uygun yaşıyorsa, Allah’a göre üstün olan odur. Takvâ merkeze alındığında üstünlüğün ölçüsü Dünyâ değil Allah rızâsı olur; fakat akıl merkeze alındığında üstünlüğün ölçüsü maddî varlık ve sayı-miktar çokluğu olur.

 

İslâm’ı en iyi yaşayacak olanlar ve yaşayanlar, akıllı olanlardan ziyâde takvâlı olanlardır. Akıl ille de îmâna ulaştırmaz ama takvâ mutlakâ îmâna ulaştırır ki aslında takvâlı  olanlar ve sorumluluk bilincine sâhip olanlar bir şekilde îmâna ulaşırlar.

 

İslâm’da “akla aykırı” bir-çok söz ve uygulama vardır. Fakat bunlar takvâya ve îmâna aslâ aykırı değildir. Aşırı sıcak ve uzun yaz günlerinde yaklaşık 17 saat oruç tutmak akla uygun değildir fakat takvâlı ve îmanlı olanlar için bu bir sorun teşkil etmez. Onlar zâten oruç tutmak için Ramazan’ı da beklemezler. Zîrâ takvâ, sürekli olarak uyanık olma duygusu kazandırır ve bunun için de namaz ve oruçla yardım istenir:

 

“Ey îman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle berâberdir” (Bakara 153).

 

Akıl ise akla uymayan şeyleri eleştirmekle günlerini geçirir. Modernitenin ağır kuşatmasıyla gardı düşen müslümanlar da, serbest kalıp nefsinin kontrôlüne giren akıllarıyla değerlendirdikleri için İslâm’ı bir-çok açıdan eleştirmeye, îtirâz, isyân ve en sonunda da inkâr etmeye başladılar. Nefsin kontrôlündeki takvâsız aklın inkâr süreci şu şekilde işler: İlk önce vahyin indiği ortamı ve toplumun kendine-özgü yaşam-tarzını eleştirir. Sonra uydurmalar ve zırvalıklara düşman olur ki bunda haklıdır, daha sonra bu uydurmalar ve zırvalıklara düşman olunca artık hadislerin hiç-birisi için temyize gitmez ve tüm hadisleri ve ardından Kur’ân’ın “en ideâl pratiklik” olarak söylediği ve “güzel örneklik” dediği Sünnet’i inkâr etmeye başlar. Yâni aslında vahyin pratikliğini inkâr eder. Sünnet’i inkâr edince Peygamber’i de inkâr etmek zor olmaz. Vahyin en ideâl kavli ve fiîli örnekliği inkâr edilince, moderne uymayan ve moderniteyle apaçık çelişen ve modernizme aykırı düşen âyetler aşırı yoruma tâbi tutulmaya başlanır. Öyle ki en sonunda o âyetler moderniteye uydurulur. Fakat o âyetler artık özgünlüğünü kaybetmiştir. Metin başka bir şey söylerken, metinden anlaşılan şey bambaşka bir hâle gelir ki bu anlam moderniteye tam uygun bir anlamdır.

 

Tabi inkâr durduğu yerde durmayacağı için ve Allah’tan kopuk akıl şeytanın ve nefsin eline geçtiğinden dolayı, artık akıl uslanmaz ve Kur’ân’ın âyetlerini de inkâr etmeyi mantıklı görür ve âyetler inkâr edilmeye başlanır. Modernler tarafından kutsallaştırılmış olan matematiğe uymuyor diye 19.cular Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini küstahca  inkâr ve iptâl ederler. Üstelik iyi bir şey yaptığını zanneden bu ahmaklar bu yaptıklarıyla övünürler. Çünkü akıllarını sözde işletmişlerdir ya(!). Oysa işlettiklerini sandıkları akıl aslında nefsin kuşatmasındaki takvâsız akıldır. Böyle olunca da aslında akıllarını değil, nefislerini işletmiş ve kışkırtmış olurlar.

 

Ardından târihselciler gelir ve Medenî âyetlerin tümünü inkâr ederler. Zîrâ amel-eylem içeren Medenî âyetler meftûn ve râm oldukları moderniteye uygun düşmemektedir. Nefsin iti-köpeği olmuş olan modern akıl, moderniteye uymayan Medenî âyetleri inkâr eder. Mekkî âyetlerin bile sâdece ahlâk ve biraz da ibâdetle ilgili âyetlerini alırlar ki aslında nefisleri ondan bile râzı değildir ve Kur’ân’ı tümden târihe hapsetmek isterler. Çünkü bunlar takvâlarını kaybetmişlerdir ve takvâlarını kaybedince îman ve ahlâklarını da kaybetmiş olmuşlardır. Zîrâ âyetleri inkâr etmenin başka bir açıklaması olamaz.

 

Takvâsız akıl, İslâm’ı târihe, kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsetmek (ki aslında ona bile râzı olmaz da, işi, Kur’ân’ı tümden iptâl etmeye kadar vardırır) gibi bir terbiyesizliği yapmaktan çekinmez. Bu aslında takvâsızlığın bir cezâsıdır. Artık takvâsız akıl şunu düşünmeye başlar: “Peygamber’in, Kur’ân’ın ve İslâm’ın devri bitti ve geçti gitti. Mevcut dünyâ’ya ve ideolojiye uygun olarak yeni şeyler söylemek lâzım. 1.400 yıldır aynı şeyi okuyup konuşmanın ve uygulamayı istemenin hiç-bir mânâsı yoktur”. O zaman aynı şey “kurucu lîder”in ilke ve inkılâpları için de geçerlidir. 100 yıldır takvâ sâhiplerine dayatılıp onları boğan bu ilke ve inkılâplar ne zamana kadar sürecek ki?. Ey târihselciler ve de bâzı evrenselciler!; gerçekten samîmiyseniz ve aklınıza uyuyorsanız hadi “kurucu lîder”in ilke ve inkılâplarının da artık târihte kaldığını söylesenize!. Buna cesâretimiz var mı?. Nefsinin iti-köpeği olmuş aklınız bunu uygun görmüyor mu?. Mutlak diri olan Allah’ın Kitab’ına karşı yaptığınız küstahlığı, ölmüş-gitmiş birinin ilke ve inkılâpları için de yapabilir misiniz?. Tabî de ki hayır!. Çünkü siz “aklımızı kullanıyoruz” diye takvânızı sıfırlamış ve aslında nefsinizle baş-başa kalmış ve ona esir olmuş samîmiyetsiz ve gayr-ı ciddî korkaklarsınız.  

 

Ziya Paşa; “gökten bir kazâ (âfet) indiğinde, kör ve sağır olurlar tüm akıllılar” der. Akıl her zaman doğru ve mâkûl bir düşünce ortaya koyamaz. Yüksek bir aklı olmasına rağmen Platon, Devlet’inde “öjeni” ve “kast sistemini” savunmuştur. Aklı vahiyle inşâ olmamış olduğu için bu sonuçlara ulaşmıştır. Zîrâ vahiy-merkezli kullanılmayan akıl takvâdan kopuk olacağı için şeytanın kontrôlüne girer ve fitne çıkarıp ifsâd eder. 

 

Aklı, olması gerektiği gibi işletebilecek tek etken takvâdır. Takvâlı olanlar akıllarını en iyi şekilde işletirler ve işlettikleri akılları hem kendilerini hem de Dünyâ’yı aydınlatır. Akıldan vazgeçmiş olanlarla, akıllarını ilahlaştırmış olanların her ikisi de akıllarını olması gerektiği gibi kullanmıyorlar demektir. Çünkü akıl ancak takvâ ile birleştiğinde en doğru şekilde işletilebilir. Hem takvâsız akıl hem de akılsız takvâ çok da işe yaramaz ve kişiyi kurtarmaz yada kurtuluşu riske sokar. İki durumda da şeytan, bir tarafa sağdan yaklaşırken diğerlerine ise soldan yaklaşmış olur.

 

Kur’ân, takvânın kontrôlündeki bir aklı ortaya çıkarmak ister. Zîrâ ancak bu akıl ile Dünyâ adâlet, hak, hakîkat, ahlâk, merhâmet ve vicdan-merkezli olarak inşâ edilebilecektir. Takvâdan kopuk akıl ise aynen günümüzde olduğu gibi, ekini ve nesli yâni Dünyâ’yı ifsâd edecektir. Takvâ ile akıl birbirinden koptuğunda büyük bir fitne (modernite) çıkıp Dünyâ ifsâd olurken, takvâ ile akıl birleştiğinde ise Dünyâ “cennetin bir şûbesi”ne dönecek ve Dünyâ’dan cennete bir köprü kurulacaktır. İslâm’ın hedefi budur. İşte bu nedenle Kur’ân sorar:

 

“Böylece Biz, onlara, onların içinde, onlardan resûl gönderdik, ‘Allah’a kul olsunlar’ diye. Sizin, O’ndan başka İlâhınız yoktur. Hâlâ takvâ sahibi olmayacak mısınız” (Mü’minûn 32).

 

Akıl, şeytânî-nefsî-beşerî telakkilerle aklımıza tapmak için değil, bize aklı veren Allah’a tapmak ve O’nun dediği yoldan gitmek içindir verilmiştir.

 

Takvâ, "mânevî bağışıklık sistemi"dir. Mânevi bağışıklık sistemi yâni takvâsı zayıf yada çökmüş olanlar, günahlara karşı korunmasız kalmış olurlar.

 

Allah aklı kullanmayı ama “vahiy-merkezli kullanmayı” emreder. Fakat aklı kullanmak, takvâyı azaltmamalı yada engellememelidir. Çünkü Allah âhirette insanların takvâsına bakarak yargılamayı yapar. Peygamberimiz bu konuda şöyle der: “Allah, sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. O, sâdece sizin kâlplerinize ve işlerinize bakar”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder