“Hayır, artık (yalnızca)
Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol” (Zümer 66).
Vatan modern bir kavramdır
ve eskiden böyle bir kavram yoktu ve kullanılmazdı. Çünkü eskiden “vatan” diye
sâbit bir yer yoktu. Vatan kelimesi Kur’ân’da
geçmez, bu kökten “mevtın”in çoğulu “mevâtın”, “yer ve mevki” anlamında bir âyette
şöyle kullanılır: “Şüphesiz ki Allah size bir-çok yerde (mevâtın) ve Huneyn Günü’nde
yardım etmişti” (Tevbe 25). Kur’ân-ı
Kerîm’de sâdece bir âyette geçen mevâtın; Bedir’de, Huneyn’de ve bu ikisi
arasında meydana gelen gazvelerde müslüman ordularının karargâhını ve savaş
alanlarını ifâde eder. Demek ki vatan, “geçici olarak durulan yerler”
anlamındadır.
Kur’ân’da “vatan
sevgisi”nden de söz edilmez. Çünkü eskiden sınırlar yoktu. Sınırları olmayan
bir yer belli bir olmadığı için ve belli olmayan bir şey sevilmeyeceği için,
“vatanı sevmek” anlamında bir sevgiden de söz edilmezdi. İnsanlar yaşadıkları
yerleri severlerdi tabi ama buraları “vatan” olarak değil, yaşadıkları yer
olarak severlerdi. Zâten eski zamanlarda bir âilenin yada bir topluluğun
sürekli olarak uzun yıllar boyunca aynı yerde kaldığı çok görülmezdi. Modernite
ile birlikte ülkeler arasına sınırlar kondu ve aynı beye, hükümdâra ve krala
itaat edenlerin yaşadığı yerler, sınırları çizilmiş olarak “vatan” oldu. Vatan,
insanların yaşadığı bir toprak parçasına sınır çizmekle olmuştur. Ulus-devlet
bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Eskiden bêri Türklerde bir “vatan kültü” vardır. Harun
Güngör: “Öyle anlaşılmaktadır ki, dağ, orman, ırmak ve benzeri unsurlarla
ilgili Yer-Su inançları Türklerde gelişmek sûretiyle, özellikle imparatorluklar
döneminde ‘vatan kültü’ne dönüşmüştür. Kağanların merkezi ‘ıduk Ötüken’ ve
tâmir suyunun kaynağı ‘Tamag ıduk baş’ buna örnek olarak gösterilebilir” der.
Türklerde vatana tapmak İslâm-öncesi
dönemden bêri vardrır. Kutsal bilinerek tapılan dağ, nehir, orman vs. yerler,
“vatanın kutsallığı”nı ortaya çıkarmıştır. Çünkü vatan demek, dağ, ova, orman,
deniz, göl, nehir vs’dir. Abdulkadir
İnan bu konuda şunları söyler:
“Eski
Türkler ‘gök Tanrı’ ve gökte başka ‘tengri-rûh’ların varlığına inandıkları gibi
tabiata da tapmışlardır. Bu tabiat kültünü ‘yer-su’ terimiyle ifâde
etmişlerdir. Yer-su kültü büyük imparatorluklar devrinde gelişerek ‘vatan
kültü’ derecesine yükselmiştir. Gök Türk imparatorluğu devrinde Yer-su
ruhlarının mâhiyetini Orhon yazıtlarından anlamak mümkündür. Gök Türk’lerin
‘ıduk yer-sub’ (mukaddes yer-su) ile ifâde ettikleri mefhum hem koruyucu ruhlar
hem de vatan idi. ‘Ecumiz apamız tutmuş yer-sub’ (atalarımızın
idâre ettiği yer-su) cümlesindeki yer-su, vatan kültü olan yer-su’dur. Kült
olan bu vatan yer-suyu, Ötüken ve Budun ili dağları ve ormanları temsil
ediyorlardı. Bu mukaddes yer-su ruhları Gök Türklerin mukadderâtını idâre
ediyorlardı. Yazıtlarda ıduk (yâni mubârek,
mukaddes) sıfatıyla zikredilen Tamag Iduk, Iduk Baş gibi dağ,
ormanlık yâhut su adları geçmektedir”.
İslâm’dan önceki (ve de
sonraki) Türklerin kutsallaştırmadığı neredeyse hiç-bir dağ, taş, orman, ağaç
ve deniz kalmamıştır. Çünkü Türkler vatan-peresttirler. Zîrâ dağ, taş, su,
orman ve ağaç demek “vatan” demektir.
Vatan aslında,
taş-toprak-dağ-deniz-dere-göl-kır-orman vs. demektir. O hâlde “vatanı aşırı
sevmek” anlamındaki “vatana tapmak” “taşa-torağa tapmak” anlamına gelir. Vatan
demek “sınır” demektir. Yaşadığınız toprak parçasına sınır koyduğunuzda orası
sizin vatanınız olur. Yaşanılan yere sınır koymak, “insana da sınır koymak”
anlamına gelir. Zîrâ yaşanılan yere sınır konduğunda insan Allah’ın yarattığı
Dünyâ’da istediği yere gidememektedir ve gitmek için bir çok işlem yapması
gerekir. Bu hiç doğal-normâl değildir ve doğru da değildir.
Aynı vatanda yaşayanlara “vatandaş”
denir ki, vatanın kutsanması ve vatana tapılmasıyla birlikte vatandaş “kul”
yerine ikâme edilmiştir. Artık “iyi bir kul” olmaya önem verilmezken, “iyi bir
vatandaş” olmak “üstünlük” olarak görülmektedir. İnsanların yaşadıkları yer
olan vatanın Allah gibi sevilmesi doğru değildir. Zâten böyle bir sevgi
olduğunda o kişi “Allah’a kul” olmaktan çıkar ve “vatana kul” olur. Vatana
kulluk “vatandaşlık” olarak isimlendirilmiştir. “Sıkı vatandaş” anlamında
bâzıları çocuklarına “Yurdakul” ismini vermişlerdir ki câhilcedir.
Yurt sevilebilir,
korunabilir, vatan için savaşılabilir fakat ona kul olunamaz. Modern zamanlarda
vatandaşlık kulluğun yerine geçmiş ve Allah’a olan kulluk zamanla vatana
yapılan ve vatandaş diye isimlendirilen kulluğa (ç)evrilmiştir. Artık en iyi ve
üstün insan, Allah için değil de vatan için özverili bir şekilde çalışan ve
hattâ ölen kişidir. Vatan için en sıkı kulluğu kim yapıyorsa, en iyi ve üstün
insan olarak o kabûl edilir. Bu kulluk, Allah’a kul olmanın sınırlandırılmış
bir şeklidir. Dolayısı ile şirktir. Melekler, peygamberler ve muvahhidler
Allah’a kul olmaktan çekinmezler. Bunlar sâdece Allah’a kul olmuşlardır.
Allah’tan başkalarına meselâ vatana kul olmanın yâni “vatandaş” olmanın nedeni,
kulluğun sâdece Allah’a yapılmasından vazgeçilmesi nedeniyledir. Bu bir
şirktir. Zîrâ “sâdece Allah’a” yapılmayan kulluk dışındaki tüm bağlılıklar
şirktir.
Tabî ki yaşadığımız ülkeyi
sevebiliriz, yapılan bir saldırı karşısında malımız ve canımız pahasına
yaşadığımız ülkeyi koruruz. Çünkü böylelikle kendimizi korumuş oluruz. Kendimizi
korumak vatanı, vatanı korumak kendimizi korumak anlamına gelebilir. Ama vatana
tapmak ayrı bir şeydir. Vatanı korurken ölürüz ama “vatan için ölmek” başka bir
şeydir. “Vatan sağolsun” sözü tekrar edilir durur ama vatan kutsal değildir.
Çok önemlidir ama kutsal değildir.
Aslında İslâm
ahkâmı yok edilmiş, yerine beşeri kânunlar ihdâs edilmişse böyle bir toprak
parçası kesinlikle müslümanların vatanı değildir. Ve böyle bir toprak-parçasını
korumak ve muhâfaza etmek de kesinlikle müslümanların üzerine vâcip değildir.
Dolayısıyla İslâm’a göre vatan, İslâm otoritesinin ve hükümlerinin uygulandığı
yerdir. Nerede İslâm otoritesi bulunuyor, hükümleri ve akîdesi uygulanıyorsa
orası İslâm memleketidir.
Vatan için şehit olunmaz. Salt
“vatan için” ölündüğünde şehit olunmaz. Şahâdet “Allah yolunda olunca” olur.
Vatan için ölenler “o vatanda yaşayanlar için” kahramanlardır. O yüzden iki
ayrı müslüman ülke vatandaşı birbirleriyle savaştığında ve birbirlerini öldürdüklerinde
ikisi de ölenlerine “şehit” diyor. Bu saçma oluyor. Çünkü birbirlerini öldüren
iki taraf da şehit olmaz ki!. İki taraftan ölenler, oranın vatandaşları için “kahraman”
olabilirler ve öyle anılabilirler. Fakat “şehit” denmesi için, ölenin “Allah
yolunda” ve “Allah için” ölmesi gerekir. İki taraf birbiriyle savaşıyorsa ikisi
de Allah için savaşmış olmaz. O hâlde savaşan iki taraftan ölenlerden ancak bir
taraf şehit olur. Ayrıca kişinin şehit sayılması için, insanların kimliklerinin
müslüman olması değil, kişinin iç ve dış-âlemde gerçekten müslüman olarak
yaşaması ve ölmesi gerekir. Yâni vahiy-merkezli yaşaması ve ister savaşla isterse
savaşsız, hak uğruna Allah yolunda olması ve ölmesi gerekir. Yoksa sâdece
müslüman olarak bilindiği veyâ ulus-devletin bâzı çıkar hesapları için
savaşırken öldüklerinde şehit olmuş olmazlar. Kahraman olarak isimlendirilirler
sâdece. Vatan uğruna ölmekten çok daha yüce olan şey “Allah yolunda şehit olmak”tır.
Ulus-devlet bu bağlamda
şehitliği kullanmaktadır ve vatan için ölünce ölenler şehit sayılmakta ve
böylece vatan için ölmek kutsallaştırılmaktadır. Artık herkes vatan için ölmeyi
kutsal saymakta ve vatan için “ölümün bile göze alınabileceği” inancıyla vatana
tapılmış olmaktadır. “Vatan sana canım fedâ” sözüyle bu gösterilmektedir. Gerçekten
vatanını taparcasına sevenler bunu söylerken samîmi olsalar da, iş onu yerine
getirmeye gelince bu sloganı atanların çoğu yan çizer. Vatan-vatan deyip de
paralı askerlik yapmak için uzayan başvuru kuyrukları bunu göstergesidir.
Vatan yâni yaşadığımız ülke için
bir saldırı durumu olduğunda icâbında dediğimiz gibi mallar ve canlar da
verilebilir. Fakat vatana tapmak başka bir şeydir ve “Allah yolunda ölme”nin
bir değeri söz-konusu olmazken, her ne inançta olunursa-olsun vatan için ölmek
aşırı kutsallaştırılmaktadır ve hattâ vatan için ölmek en kutsal ölüm-şekli
olarak görülmektedir ki bu “vatana tapmak” demektir. Üstelik vatan için ölenler
otomatikman şehit sayılarak “üstün insan” olarak kabûl edilmektedir. Hâlbuki
vatan için ölenlerin içinde kâfir, müşrik ve zâlimler de olabilir. Birilerinin
hakkını yemiş ve birilerine zulmetmiş de olabilir. Vatan için ölüp şehit olarak
kabûl edenlerin içinde hırsız, arsın, nâmussuz ve şerefsizler de olabilir. Fakat
vatan için ölündüğünde ölen kişilerin günahları “vatana tapanlar” tarafından bir-anda
affedilmektedir.
Gerçek ve en kutsal değerler
olan Allah’a, dîne, Peygamber’e ve Kitab’a ihânet etmek değerli bir şey olarak
görülmezken, vatana ihânet ise aslâ affedilmemektedir. Allah için ölmek “teröristlik”
olarak görülüyor ama vatan için ölmek bir şeref, şahâdet ve arkada kalanlara da
“maaş, devlet mêmurluğu ve hayat garantisi” anlamına geliyor. Seküler ülkelerde
ve devletlerde Allah’a “hakkıyla” tapmak cezâlandırılırken, vatana tapmak
ödüllendiriliyor. Vatana değil de Allah’a hakkıyla tapanlar en azından
yalnızlaştırılıyor.
Modern devlete “tanrı devlet”
denir. Çünkü tanrıya âit olan yasamayı kendi uhdesine almıştır. Yargılamayı ve yürütmeyi
de beşerî kânunlar ile kendisi yapmaktadır ve böylece tanrılaşmakta ve
kutsallaşmaktadır. Devletin bulunduğu vatan da böylece “kutsal” olmaktadır. Sonuçta
devlete, devletin ideolojisine ve ulus-devlet anlayışına göre yaşamak “vatana
tapmak” anlamına gelmektedir. Ulus-devlet tanrısal(‘!) kabûl edildiği için,
onun baş yöneticisi de tanrı gibi kabûl edilir ama ona “tanrı” denmez tabi. Bunun
yerine “ata” yada “baba” denir. Ana değil de baba denmesi, hristiyanlıktaki “baba”
yâni tanrıdan mülhemdir. O yüzden devlete, devlet başkanına, ulus-devlete, devletin
ideolojisine, vatana, ırka, yönetim sistemine karşı en küçük bir eleştiri,
îtirâz ve isyân edilmesine zinhar izin verilmez ve yasaktır. Cezâsı icâbında
ölüme kadar gider. Zîrâ “vatana şirk
koşmak” affedilmez bir günahtır. Çünkü vatana tapılmaktadır. Vatan bağlamında
seküler-modern şeylere tapılmaktadır. İsyân, her yerde, o gün de, bugün de en
ağır suç ile cezâlandırılmıştır. Roma’da imparatorluğa, devlete isyân suçunun
cezâsı “çarmıha gerilerek katledilmek”tir. “Hz. Îsâ niçin çarmıha gerilerek
cezâlandırılmak istendi” sorusunun cevâbı buradadır. Çünkü Hz. Îsâ o zamânın
devleti ve toplumu tarafından “vatan-hâini “olarak görülmüştü de çarmıha gerilmişti
yada gerilmek istenmişti. Çünkü vatan-hâiniydi yâni vatana yâni mevcut sisteme
tapmıyordu ve îtirâzda bulunup isyân ediyordu.
Vatana isyânın aslâ
affedilmeyeceğinin örneğini Şeyh Sait İsyânı’nda da görebiliriz. İsyânın
akabinde “Hıyânet-i Vataniyye” yasası çıkarılmıştır. Takrîri Sükûn yasası ile
birlikte İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Nerdeyse tüm muhâlefete İslâmcı
damgası vurularak istiklâl mahkemelerinde yargılanmaları sağlanmıştır. Bu
sâyede bir-çoğu öldürülmüş, bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı da bir
daha siyâsî hayâta tekrar dönmemecesine köşesine çekilmiştir. “Vatana ihânet”
suçu aslında, devlete “istediğini yapabilme” fırsatı da sunar. Böylece
devlete-vatana karşı girişilen başarısız yada sonuçlanmayan isyân hareketleri
devleti-vatanı daha çok güçlendirir.
Devlet; başkanını,
ideolojisini ve çıkarını korumak için bunları eleştirenleri, îtirâz ve isyân
edenleri vatana ihânet yâni “vatana tapmamak”la suçlar ve cezâlandırır ki bu
îdam yada müebbet-hapis şeklinde olur. Bu, ulus-devlette verilecek en ağır cezâdır.
Hangi suça en büyük cezâyı veriyorsanız, sizin en değerli şeyiniz odur ve o şeyi
ilah edinmişsiniz demektir. Vatana ihânet cezâsı her zaman en büyük suç olarak
kabûl edildiği için, vatana ihânet yâni “vatana tapmamak” ölüm yada modern devletlerde
müebbet-hapistir. Adam öldürmek bile îdam ve müebbet ile cezâlandırılmaz da,
vatana ihânet ölüm ile cezâlandırılır.
Seküler-lâik ama sözde
müslüman devletlerde, aslında gâyet meşrû olan “İslâm Devleti ve şeriat istemek”
vatana ihânet” sayılır ve cezâsı en ağır olan cezâdır. Zâten kânun olarak
ulus-devletin ve vatanın aşılmaz ve sorgulanamaz kuralları-kânunları vardır ve o
kânunların değiştirilmesi teklif bile edilemez. O hâlde o kânunları değiştirmek
isteyenler bunu devrim ile yapmak zorundadırlar ama bunu başarmazlarsa “vatana
ihânet”ten ölümle cezâlandırılırlar. Böylece bu işin yolu olabildiğince
kapanmıştır. Çünkü bunu yapmak için vatana ihânet etmek gerekir. Vatana ihânet
edenlere af yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine savaş açılabilir ama vatana aslâ.
Çünkü vatan kutsaldır, tanrısaldır ve böylece vatana tapılmaktadır.
“İnsanlar içinde,
Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), ‘Allah’ı
sever gibi’ severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür.
O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle
Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir
bilselerdi” (Bakara 165).
Allah’tan başkasını Allah
gibi sevmek, isterse bu “vatan” olsun, doğru değildir. Modern insan ise vatanı
Allah gibi hattâ ondan daha çok seviyor. Böylelikle de vatana tapmış oluyor.
Peygamberimiz vatana yâni Mekke’nin
işleyiş düzenine ve köşe-başlarını tutmuş olanların çıkarlarına dokundu. Bu
vatana yada o zamanki adlandırmasıyla ilahlara küfür ve ihânet demekti. Bu
ihânetin cezâsı ise ölümdü. Çünkü vatana yâni ilahlara ihânetin cezâsı ölümdü.
Fakat müşrikler Peygamber’in kabîlesinden çekiniyorlardı. Bunu gerçekleştirmek
için Hicretten önce bir “sözde çözüm” buldular ama Allah, Peygamber’ine yardım
etti de yapamadılar.
Vatana tapmak; “ulus-devleti
kabûl etmek, o devletin başındakine, devletin kendisine, devletin ideolojisine
ve sistemine, o devleti kuranlara, köşe-başarını tutanların çıkarına tapmak”
demektir. Vatana ihânet etmek ve vatan-hâini olmak ise bunları eleştirmek ve
îtirâz ve isyân etmektir. Cezâsı ölüm yada ölüm benzeri cezâ olan müebbet-hapistir.
Zinhar affedilmez. Zîrâ vatan şirk kabûl etmez. Mevcut ideolojiyi yada mevcut
iktidârı sevmemek, “vatan hâinliği” ile aynılaştırılmıştır. Târih boyunca
seküler devlet ideolojilerine aykırı davrananlar, “vatan hâini”, “meczup” ve
“terörist” olarak damgalanmıştır.
Millî marşlar “vatana
tapmanın müzikâl şekilleri”dir. Abdulvahab el-Messiri bu konuda şunları söyler:
“Herhangi
bir ülkenin millî marşı, varlık görüşünden kaynaklanan tam bir ideolojiyi ifâde
eder. Ve genellikle bu, yönetici seçkinlerin görüşü olur. Marşın görevi ise,
halk yığınlarını söz-konusu ideolojinin hizmetine girmeye yönlendirmektir. Dolayısıyla
millî marşların durumu da tıpkı ideolojilerin durumu gibidir; halka hizmetin
aracı olabilecekleri gibi (tabi eğer yönetici seçkinler halkın iyiliği için
çalışıyorlarsa), halkı saptırmanın aracı da olabilirler.
Eski
Japonlarda tanrı, imparatorla, toprakla ve halkla birleşir. Böylece imparator,
bu birleşme sonucu kutsal hâle gelen toprak üzerinde, tanrının bedenleşmiş hâline
dönüşür. Dolayısıyla imparatora tapmak, ‘vatana tapmak’ anlamına gelir. Ve bu
da sonuçta halkın kendi-kendisine tapmasından başka bir anlam ifâde etmez.
İsrâil'in
millî marşı ‘Hatikvah’, ‘ümit’ anlamına gelen İbrânice bir kelimedir ve İsrail
devletinin îlan edilmesinden önce, aslında Siyonist hareketin marşı olarak
söyleniyordu. Hatikvah’ın sözleri aşağıdaki gibidir:
‘Yahudi rûhu
kâlplerin derinliklerinde. Yanıp tutuşmaya devâm ettikçe. Ve gözler, Siyon’u
görmek için, Doğu’ya doğru baktıkça. Ümîdimiz henüz kaybolmamıştır. İki bin
yıllık ümit. Vatanımızda özgür bir halk olmak için Siyon ve Kudüs topraklarında’.
Hatikvah bu
noktada, çeşitli lâik-millî marşlardan farklı değildir. Bu marşlar genellikle
vatan toprağını kutsal hâle getiriyor ve ulusu da kula ve mâbuda dönüştürüyor.
Vatan ise bunların hepsinin üzerinde yer alıyor. Toprak, kan ve ırk gibi
değerler de mutlak referanslar olarak ortaya çıkıyor”.
Vatan kutsaması Mehmet Akif Ersoy’un İstiklâl Marşı’nda
bile görülür. Şu sözler vatanı kutsayan ifâdelerdir: “Kim bu cennet vatanın
uğruna olmaz ki fedâ?. Şühêdâ fışkıracak toprağı sıksan şühêdâ!. Canı, cânânı,
bütün varımı alsın da Hüdâ. Etmesin, tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ”.
Yahudiler vatanı yâni -sözde- “vâdedilmiş toprakları”
kutsallaştırmışlardır. Bu “vatana tapmak” demektir. Vatan için dizilen İslâm’a
aykırı övgüler “vatanla şirk koşmaya” dönüşüyor. Sina Akşin de, vatana tapmayı
ve vatanı yüceltmeyi olumlarken şunları söyler:
“Önceleri vatan, yalnızca insanın
nereli olduğunu (memleketini) anlatırdı. Namık Kemal’le birlikte bu kavram
kişinin uyruğu olduğu devletin bütün ülkesini kapsadığı gibi, duygusal bir
anlam da yükleniyordu. Vatan, basit bir toprak parçası değil, sevilen, uğrunda
fedakârlıklar yapılacak, hattâ ‘ölünecek bir toprak’tır. Oysa bundan önce ülke,
‘pâdişahın toprakları’ diye bilinirdi. Bu, ‘pâdişahın çiftliği’ kavramından çok
da farklı değildi. İnsanlar bu toprağa değil, pâdişahın şahsına bağlıydılar.
Gerektiğinde pâdişahları (yada aynı-zamanda dinleri) için kendilerini fedâ
etmeleri beklenirdi, ülke (vatan) için değil. 1873’te ‘Vatan yâhut Silistre’
oyunu sahnelendi. Seyirciler oyunda anlatılan vatan kavramı karşısında
coşuyorlardı”.
Şarkıda da:
“Havasına-suyuna, taşına-toprağına, bin can fedâdır yurduma (vatanıma)” denir.
Böylece vatan için canların fedâ edilmesi ama aslında “vatanın merkeze
alınması” gerektiğinden bahsedilir.
Voltaire: “Yurtseverlik, genellikle
insanın, kendisininkinden başka bütün ülkelere nefretle bakması demektir. Bir
insan, bütün başka ülkeler arasında yalnızca kendi yurdunun gelişmesini
istiyorsa, ne akıllı bir yurtsever, ne de iyi bir dünyâ vatandaşıdır” der.
Modern dünyâda bir-çok şeyde olduğu gibi, vatan
sevgisi de Yunanlılara dayanır. Bir kaynakta şöyle denir:
“Med Savaşları’nın, Yunan Târihi
açısından önemi büyüktür. Çünkü bu savaş sâyesinde Yunan siteleri birlik içinde
hareket etmiş, kendilerini uygar dünyânın temsilcileri olarak algılayıp
Persleri ve Yunanca konuşmayan diğer toplulukları barbar adıyla ötekileştirmiş,
Helenlik kavramı ile yurtseverlik/özgürlük ideâllerini eş-değer görmeye
başlamışlardır. Yunan ideolojisine göre, site yurttaşı, Pers Kralı’nın tebaası
gibi, Kral’ın imparatorluk hırslarını doyurmak için kendi rızâsı hilafına
savaşmaz; üzerinde yaşadığı siteyi savunmak için savaşır, bu yüzden özgürdür,
insanlık değerlerini ve sitesinin bağımsızlığını her-şeyin üzerinde
görmektedir. Bu aşamadan sonra Yunanlık (Helenlik), kültürel/dilsel/dinsel bir
berâberlik olmanın ötesinde, ortak bir kader olarak görülecek ve polis (yâni
kent-vatan) yönetsel yapısı da uygar dünyâyı simgeleyen yegâne unsura
dönüşecektir. Polis-vatan kutsaldır, çünkü insan yalnızca bir polis-kent içinde
özgür/insan olabilir”.
Romalılar’da da vatanseverlik önemli bir kavramdır.
Roma’da vatanseverliğin dindarlık ve tanrılara duyulan bağlılık ile alâkalı
olduğu düşünülürdü.
Demek ki, vatana taparcasına
bağlanmak greko-romen kültürden gelmektedir.
Vatanın bölünmez bütünlüğüne
îman edenler, İslâm’ın ve tevhidin bölünmez bütünlüğünü hiç hesâba katmıyorlar.
Hattâ bunu bilmiyorlar bile. Tevhid, göklerde ve yeryüzünde “sâdece Allah’ın
kânunlarının geçerli olması”dır.
“Vatana tapmak” düşüncesi
zamanla kişinin dîni hâline gelir ve vatan uğruna ölmek en güçlü duygu ve
onurlu davranış olarak görülür. Çünkü vatan, böyle bir kimse için yerküresinin
bir parçası değildir. Firdevsi’nin gözünde vatan toprağı, zer (altın);
taşçıkları ve mücevherdir. Şöyle der: “Îran olmasa benim tenim de olmasın. Bu
belde ve bu yerde tek bir ten yaşamasın”. Firdevsi’ye göre, hayat, vatan
içindir ve netîcede, vatanın korunması için halkın tümü ölümü seçse, sâdece
görevini yapmış olur.
Vatan, kişinin alıştığı gibi
yaşaması için önemlidir. Fakat kişinin, vatanında dilediği gibi yaşaması mümkün
olmuyorsa başka bir ülkeyi vatan seçebilir ki gurbetçilerin yaptığı da budur.
Vatanı yâni
yaşadığımız yeri sevebiliriz elbette. Fakat “vatana tapmak” farklı bir şeydir.
Vatana tapmak, o vatanda hâkim olan şeytânî-beşerî rejimi sevmek demektir ki
müslümanlar böyle bir sevgiden uzak kalmak zorundadırlar.
Vatan
sevgisi ile “hicret” bir-arada bulunamaz. Vatan
sevgisi, Dünyâ sevgisidir. Zîrâ vatan, Dünyâ’dan bir parçadır. Aşırı Dünyâ
sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır. Vatanın hâinleri olduğu gibi,
dînin de hâinleri vardır. Peki vatan-hâini olmak mı daha kötüdür, “din-hâini”
olmak mı?.
Vatan ile
ilgili Hz. Peygamber (as)’e ait olduğu söylenen: “Hubbûl vatan minel îman=Vatan
sevgisi îmandandır” diye halk arasında meşhûr olan bir söz vardır. Bu söz hadis
değil, halk arasında yaygınlaşan uydurulmuş bir sözdür. “Vatan sevgisi îmandandır” sözü uydurulmuş ve
Peygamberimiz’e isnât edilmiştir. “Mişel Eflak adlı hristiyan bir Arap
ulusçusunun uydurduğu” söylenir. Peygamberimiz “yeryüzü bana mescid kılındı”
der. Bu sözle; “Dünyâ’nın her yeri benim vatanımdır” demek istemiştir. O hâlde hem
Peygamber’in “vatan sevgisi îmandandır” diye bir hadisi olamaz, hem de “vatana
tapmak” anlamında bir sevgi olamaz. İslâm’da vatanı kutsamak yoktur. İslâm’da
vatanı sevmek sorun olmasa da “vatana tapmak” şirktir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder