“Siz, her yüksekçe yere
bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).
Sanat
kelimesi Arapça kökenlidir ve “sana” kökünden gelir. Kelime anlamı ise
“îmâlât, işçilik, ustalık” anlamına gelir.
Antik Yunan’daki karşılığı “Techne” ve bu kelime o dönemde, bugün “zanaat”
dediğimiz şeyleri de içine alıyor. Techne kelimesi marangozluk, şiir, tıp,
heykelcilik, at terbiyeciliği gibi birbirinden çok farklı alanları kapsayan,
insanlardaki îmâl ve icrâ kâbiliyetine işâret eden bir kelime olarak karşımıza
çıkıyor.
Michelangelo’ya göre
heykeltıraşlık tüm sanatların başında gelir. Fakat aslında tüm sanatların başı
mîmarlıktır.
Modernizm, klâsik/geleneksel
sanatın değişmesiyle ve ifsâd edilmesiyle başlamıştır. Sanat, hem
zamandan-mekândan etkilenir, hem de zamânı ve mekânı etkiler. Modern sanatlar,
dînin ötelenmesiyle oluşan düşünceden etkilenerek başlamıştır.
İslâm’da sanat vardır ve bu
sanat “soyut sanat” şeklindedir ki bunlar da; minyatür, hat, ebru, şiir, tezhib
ve mîmâri gibi soyut sanatlardır yâni bir şeyin temsîli değillerdir. İslâm bir
şeyin temsîlinin yâni “bir şeyin belirgin bir şekilde kâğıda, taşa-toprağa vs.
yansıtılması”nı doğru bulmaz. Zîrâ Allah zâten en güzeli ve en iyisini
yaratmıştır. Soyut sanat ise, “doğada örneği olmayan” şeyler üzerinden yada
doğada karşılığı olsa da onun birebir aynısını yapmadan yapma şeklindedir.
Somut sanat ise, “doğada bulunan şeylerin birebir taklidini” yapmak
şeklindedir. Fakat sorun şuradadır ki, insan doğada bulunan hiç-bir şeyin
resmini, onu ideâlleştirmeden yâni gerçeğinden daha üstün hâle getirmeden
yapamaz. Resmettiği yada heykelleştirdiği şeyi, gerçeğinden ayrıştırılarak, onu
ideâlleştirerek ve olağan-üstü hâle getirerek yapar. İnsanın tanrı şeklinde
gösterildiği resimler ve heykeller, aslında resmi yada heykeli yapılan
kişilerin olağan-üstüleştirilmiş hâlleridir. Gerçekte resimde ve heykelde
göründükleri gibi kusursuz değildirler ve olamazlar da.
Vahiy ile terbiye ol(a)mamış
insanlar tüm zamanlar boyunca tanrılaşma arzusunda olmuşlar ve bunun
olamayacağını çok iyi bildikleri için de “tanrı olma arzularını” resimle ve
heykelle göstermek istemişlerdir. Onların resmini yapan ve heykellerini
dikenler de onların isteği doğrultusunda onları tanrılaşmış yâni olağan-üstü
bir şekilde çizmişler ve bu daha sonra sanat(!) hâline gelmiştir. Her-şeyde
olduğu gibi, Allah’tan bağımsız sanat anlayışı da mutlakâ sapmaya başlar ve
sapar. “Nü” resimler bu sapmanın göstergesidir. Birebir temsil içeren resimler
İslâm’da çok uygun görülmemiş ve bu nedenle de hem Peygamberimiz’in hem de
halifelerin resmi yapılmamıştır. Temsil yapmış olduğunuzda put yapmış
olursunuz. İslâm’da tasvir içeren sanat yoktur ve uygun değildir. Hz. Âişe’den
nakledilen bir rivâyete göre Peygamberimiz, insan şekli içeren tabloları yasak
etmiştir. Buna dayanarak -gizlice yapılanlar ve sultanların yaptırdıkları
istisnâ edilirse- resim ve heykel genel anlamda İslâm’da hoş görülmemiş ve
yapılmamıştır. Bâzı ilâhiyatçılar, zamanla yasağı biraz hafifletmiş ve cansız
şeylerin resminin yapılmasına izin vermişlerdir. Resim hakkında yasak,
zenginler, vezirler ve sultanlar tarafından delinmiştir ama yasağa genel
anlamda riâyet edilmiştir. Birilerinin yasağı delmiş olması, İslâm’da resmin
yasak olduğu gerçeğini değiştirmemiş ve hele insan portresi yapmak zinhar yasak
sayılmıştır. Resim yapmak ve fotoğraf çekmek, Allah’a; “sen yapıyorsan, bak biz
de yapabiliyoruz” der gibidir, dolayısı ile resim ve fotoğraf şirktir.
Sanat, modernizmin,
dokunulamaz ve eleştirilemez kutsallarından biridir.
Batı uygarlığı yâni
Avro-Amerika uygarlığı, Greko-Romen uygarlıktır ki aslında Antik Yunan’a
dayanır. Resim, heykel, tiyatro, bale, opera ve müzik Antik Yunan’a ve dolayısı
ile paganizme ve putperestliğe dayanır.
Resimde/heykelde ilk başta
sâdece tanrılar betimlenmeye lâyık görülürdü. Tanrılar insan-biçiminde
betimlenir ve insandan daha iri ve daha güzel yapılırlardı. Yunanlılar için
bedensel güzellik ahlâksal güzellikle özdeştir. M.Ö. 5. yüzyılda “en iyi”
olanlar, “kagathos” yâni “en güzel olanlar”dır.
Kökeni “müz” olan müziğin
Küçük Asya’dan geldiği söylenir. Bu sözcük Eski Yunanca “Moúsa”, “ilham perisi”
sözcüğünden “ikos” son-ekiyle türetilmiştir. Müz, “Mousai” sözcüğünden gelir.
Bu sözcük etimolojik olarak; “akıl, düşünce, yaratıcılık yeteneği” gibi
anlamlara gelen “men” kökünden gelmektedir. Müzler Yunan mitolojisinde, “ilham
tanrıçaları, ilham perileri”dir. Şarkı söyleyen ve dans eden perilerdir.
Hesiodos’un Theogony’sine göre müzler tanrıların kralı Zeus ile “bellek
tanrıçası” mnemosyne’in kızlarıdır.
Modern insanın ve yeni
neslin anladığı sanat, batı’nın modern sanat anlayışıdır. Bu sanat “somut
sanat”tır. Somut; “doğada belirli olarak vâr olan, varlığı duyularla
algılanabilen, elle tutulup gözle görülebilen, içinde düşün yeri bulunmayan,
gerçekliği, nesnelliği olan” demektir ki klâsik ve modern anlamdaki profan
sanat, işte bunlar üzerinden sanat(!) yapar. Somut şeylerin birebir resmini ve
heykelini yapmak, insanı saptıran ve hattâ putperestliği ortaya çıkaran şeydir.
Zâten modern sanat dendiğinde; resim, heykel, müzik, dans, opera, bale, sinema
ve tiyatro gibi “göze aşırı” hitâp eden ve çoğu “sâdece göze” hitâp eden
şeylerdir. Sâdece göze hitâp eden şeylerde bir rûh bulmak çok zordur. Zâten
modernite müziği de kulağa hitâp eden bir şey olmaktan çıkarmış ve daha çok
göze hitâp eden bir şey hâline getirmiştir. *Müzik “dinlenen” bir şey olmaktan
çıkmış “izlenen” bir şey hâline gelmiştir. Dans da sanat falan değildir.
Mahremin bozulduğu yerde sanat olmaz. Mahremin bozulması sanatı da bozar ve onu
erotik bir etkinliğe çevirir. Modern sanat kadın-merkezlidir ve kadını
metalaştırmak üzerine kuruludur.
Modern sanat, sanatı
zayıflatmıştır. Zîrâ onu müstehcenleştirmiştir. Siyon Protokôlleri’nin
13.sünde: “Sanatı zayıflatarak edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı.
Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsâbakaları yapılmasını basın vâsıtası ile
teklif edeceğiz. Bu alâkalar nihâyet onların zihinlerini bizim onlarla
mücâdeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir” denir.
Ne yâni; erotik-porno
filmleri yapan sinemacılar da mı sanatkâr?. Eğer film sanat ise, erotik-porno
film de sanat olur. Fakat erotik-porno filmler bir ahlâksızlık olduğu gibi,
aslında filmlerin çoğunda mahremiyet delinir. Sanat, aslâ günaha
yönlendirmemelidir ve sanat günaha-harama yönlendirmeyen ve alan açmayan şeydir
ve öyle olmalıdır. Günaha yönlendiren şey sanat değil, terbiyesizliktir. Modern
sanat denilen dans, bale, sinema gibi etkinlikler, insanı günaha düşürmek ve
harama bulaştırmak için tezgâhlanmıştır. Seyyid Kutub, dans konusunda bâriz bir
tiksintiyle şunları söyler:
“Dans,
gramofondan dökülen notalarla ateşlenir ve dans salonu bellerin ve kalçaların
kıvrıldığı, ellerin bellere dolandığı, dudakların ve göğüslerin birleştiği bir
yer hâline gelir ve havaya şehvet hâkim olur”.
Yunan heykelleri ve modern
resimler erotizm merkezlidir, erotiktir ve hattâ pornografiktir. Modern sanat,
izleyeni tüketici ve röntgencidir. Celaleddin Vatandaş bu konuda şunları
söyler:
“Yunan
zihniyeti medenileşmenin ölçütü olarak giyinmeyi değil, çıplaklığı ölçü kabûl
ediyordu. Çıplaklık, medeni gündelik hayatın sıradan bir özelliğiydi ve başka
bir öneme sâhip değildi. Cinselliğin önem ifâde etmesi, erotizm ile
sağlanıyordu; heykeltıraşlar erotik heykeller yontuyor, sanatçılar erotik
unsurlar içeren tiyatrolar yazıyor, filozoflar cinselliğe erotik bir boyut inşâ
ediyorlardı. Erotizmin oluşumunda Yunanlının tanrı tasavvurunun etkisi vardır.
Yunan toplumunun fertleri, hayâllerinde bir tanrılar topluluğu tasarlarken,
kendi reel yaşantılarından soyutladıkları ve uçlara kayan bâzı özellikleri
hayâllerinde vâr ettikleri tanrılara atfetmişler; yapamadıklarını onlara
yaptırmışlar; yaşayamadıklarını onlara yaşatmışlardır. Cinsellik de tüm
bunların içerisinde önemli bir yere sâhip olmuştur. Tanrılar topluluğunun baş
tanrısı olan Zeus, tüm şehveti ve arzularıyla tanrılar dünyâsının
başkahramanıydı. O cinsel kimliğinin gereği olarak erkek olan bir tanrı değil,
cinselliği Yunanlının fantezilerinin uç sınırlarında yaşayan erotik bir
tanrıydı. Zeus erotiklikte tek başına değildir; Afrodit'te cinselliğin kadın
boyutunda Yunanlının fantezilerini temsil etmiştir.
Fotoğrafın
keşfi ve yaygınlaşması, pornografik kültürün oluşmasında önemli dönüm
noktalarından birisi olmuştur. Fotoğraf makinesinin keşfiyle pornografi hızla
yaygınlaşmıştır. Önceleri ressamların tuvâllerinde vücut bulan pornografi, bu
sefer fotoğraflarda boy göstermiştir. Üstelik fotoğraf çekmekle yağlıboya bir
tablo yada heykel yapmak arasında büyük bir fark vardı. Octavio Paz: ‘İnsan imgesi,
bütün dinlerde ve uygarlıklarda kutsal sayıldı, onun için de resmedilmesi çoğu
zaman yasaklanmıştı. Pornografinin en çekici yanlarından biri, bu yasağın
çiğnenmesindeydi. Pornografide meydana gelen nitel değişiklik buradadır.
Modernite, bedeni kutsal olmaktan çıkardı, reklamcılık da onu bir meta olarak
kullandı’ der”.
Müslümanlıkla televizyon,
sinema, tiyatro, fotoğrafçılık, resim, müzik ve hattâ romanın bir-arada olması
çok da mümkün değildir. Bunlarla birlikte müslümanlık %90 mümkün değildir. O
yüzden müslümanların -modernitenin penceresinden bakıldığında- biraz “yobaz,
gerici ve bağnaz” olması gerekir. Peki bu niçin böyledir?. Soyut-klâsik
sanatların dışındaki modern ve seküler sanat, yanında mutlakâ ahlâksızlığı da
taşır, zîrâ modern sanatın özünde vardır bu. Eğer televizyon, sinema, tiyatro,
fotoğrafçılık, roman ve resimde her-şeyi konu edinecekseniz, “mahremi de konu
edineceksiniz” demektir ki aslında modern sanat, olduğu gibi “mahrem” ile
ilgilidir ve mahremi konu edinir. Çıplaklık ve müstehcenliğin bu kadar açığa
çıkarılması, modern sanat(!) denilen sapıklığın bir sonucudur. Modernitenin
“sanat” diye yaptığı resim, mitolojinin güncellenmesinden başkası değildir. Bu
güncelleme kâğıt, taş ve tahta üzerinden yapılmıştır. Resim, “mitolojinin
kağıda aktarılması” ile başlamıştır. Kiliseye ve onun katı ressamlık anlayışına
tepki olarak, Rönesans sanatçıları öylesine serbest ve denetsiz hareket ettiler
ki, eserlerinde çıplaklığı popüler hâle getirdiler.
Aslında fotoğraf
sınırlayıcıdır. Çünkü görünenin “sâdece bir kısmını” gösterir. Bu nedenle Dünyâ
hakkında gerçek ve net bir fikir vermez bize. Zâten soyut olanı göremez ve
gösteremez. Genel olarak “insan”ı değil “tek bir insan”ı, “ağaç”ı değil, sâdece
tek bir ağacı gösterebilir. Zâten doğada ağaç ve insan değil, “ağaçlar ve
insanlar” vardır. Çünkü kâinatta basitlik yoktur ve komplekslik vardır.
Fotoğraf bu kompleksliği indirger ve sâdece cüz-i ve basit yönünü gösterebilir.
Yine; “deniz”in resmini çekemez ve ancak “denizden bir parça” çekebilir. Yâni
denizi sınırlar, hakîkati göster(e)mez.
Fotoğraf, Dünyâ’yı nesne
olarak gösterir. Her-şeyi nesneleştirir. Bir iddiâsı yoktur ve öznel bir şey
gösteremez. Fotoğrafın bir dâvâsı ve bir önermesi yoktur. Tartışılacak bir
iddiâ ortaya koyamaz. Fotoğrafta sâdece “şimdiki zaman” vardır.
İnsanlar bilmedikleri bir
şeyin “o olmayan” fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen şeyin o olduğuna
hemen inanırlar. İnsanlar gözleriyle gördüklerine daha çabuk inanırlar çünkü.
Fotoğraf ve görüntü ile birlikte insanlar okuduklarına inanmamaya ama
gördüklerine kesinlikle inanmaya başladılar. Görsel kültürün bu kadar popüler
ve yoğun olarak kabûl görüp benimsenmesi ve yayılmasının nedeni budur.
Modern sanat (ki buna
“sanat” demek yanlıştır) sapkındır ve bâtıldır. Dinde (Kur’ân ve Sünnet’te)
yeri olmadığı gibi aslında kültürümüzde yâni doğu kültüründe de yeri yoktur.
Doğu’nun sanatı soyut sanattır. Batı bu sanatı pek başaramaz, modern dünyâda
soyut sanatların olmayışı, azlığı yada etkisizliğinin nedeni budur. Bu yüzden
neredeyse tüm Dünyâ artık batı’nın sanat anlayışıyla sanat ve mîmâri yaptığı
için, El Hamra, Tac Mahâl, Sultan Ahmed Câmi ve Topkapı Sarayı gibi “içe
dokunacak” eserler yoktur ve yapıl(a)mıyor. Bunların sâdece “kötü taklitleri”
yapılmaya çalışılıyor. Çünkü bahsettiğimiz eşsiz eserler, sâdece göze değil,
rûha da hitâp eder. Batı’nın somut sanatı ise “göz-merkezli”dir ve “görsel
sanat”tır. Sâdece göze ve nefse hitâp eder.
Doğal olmayan materyâllerle
yapılan sanatlar ruhsuz olur. Çünkü doğal olmayan materyâller yâni fabrikasyon,
makineden çıkmış ve plastik-merkezli materyâller, elle işlenmediği için sanata
yansımaz ve o sanat ruhsuz olur. Ruhsuz makine ürünü olan araçlarla ancak
ruhsuz ürünler çıkar ortaya. Hele el değmeden hazırlanan ürünlere sanat
denemez. Teknoloji-tasarım zâten sanat değildir, olamaz. El değemeden
hazırlanmış olan şeyler sanat değildir ve olamaz. Meselâ CNC makinelerle
(siensi tezgâhları) yapılan bir ürün çok ruhsuzdur ve “sâdece göze” hitâp eder.
Zâten amaçları da daha çok kazanç içindir.
İslâm’da sanat “metaforik
sanat”tır, “geleneksel sanat”tır. Aslında soyut sanat, insanı inceltip
düşüncesini ve tavrını olumlu anlamda değiştirdiği için faydası vardır, yoksa
“sâdece sanat yapma”nın âhirette bir karşılığı yoktur.
Bir şeye “sanat” diyebilmek için
o şeyin içeriğinin ve şeklinin sonsuza kadar türetilebilmesi gerekir. Bu da
ancak çok soyut sanatta olur.
İnsan, hayvan ve doğa resmi,
onu gerçekliğinden koparmadan yapılamaz. İnsan bir şeyin resmini göründüğünden
daha kötü yap(a)maz ve mutlakâ çok daha kusursuz şekilde yapmak ister. İslâm’ın
bunu hoş görmemesinin nedeni, ortaya konulan şeyin doğallıktan koparılarak
Allah’ın yarattığından farklılaştırılması ve güyâ daha iyi, güzel ve üstün
olarak gösterilmesidir. Fakat dediğimiz gibi, bu doğal değildir. Yâni ortaya
konulan şeyin birebir karşılığı doğada yoktur. Zîrâ hiç-bir şeyin birebir
benzeri yapılamaz. Demek ki resim, heykel, roman vs. sözde sanatlar, doğada
bulunmayan-olmayan ve olağan-üstü şekilde yapılmak zorundadır. Çünkü Dünyâ’da
hattâ kâinatta bulunan hiç-bir şey, “olduğu gibi” birebir resmedilemez ve
heykeli yapılamaz. Çünkü bir şeyin benzeri yapılamaz. Zîrâ hiç-bir şeyden iki
tâne yoktur, olamaz. Allah’ın yaratması benzersiz bir yaratmadır. O hâlde bir
şeyin birebir benzeri yapılamayacaktır. Hattâ bir şeyin, olduğundan daha kötüsü
da yapılamaz. Çünkü o zaman da o şey “o” olmaktan çıkar. Bu nedenle, yapılan
şeyler olduğundan daha olağan-üstü yapılmak zorunda kalır ama onlar da “olağan”
ve “doğal” olmaz. Sonuçta ortaya hiç olmayan bir şey çıkmış olur. Bu şey
herhangi bir eşyâ olunca sorun olmaz ama, canlı şeyler söz-konusu olunca fark
eder. Belki sür-realist resimler “soyut” olarak kabûl edilebilir ama
sür-realist resimler aslında anlamsızdır ve modern insanın anlamsızca kendine
göre hattâ o-anda aklına geldiği gibi yorumladığı şekildedir. Sür-realist denen
resimler “resim” değildir. Saçma-sapan karalamalardır ve onlar aslında hiç-bir
şeyi anlatmaz. Bir de “hiper-gerçeklik”, “üst-gerçeklik” gibi laflar ediliyor.
Aslında Allah’ın yarattığından başka ve daha gerçek bir şey yoktur. “Mutlak
gerçek” olan ise sâdece Allah’tır.
Bir insanın heykelinin
yapılmasını istemesi ne kadar yanlışsa, -çünkü o bir putlaştırmadır- resminin
yapılmasını istemesi de yanlıştır. Çünkü yapılacak şey kendisi gibi değil,
olduğundan daha olağan-üstü bir resim olacaktır. Şimdilerde insanların dijital
fotoğrafları istediği gibi oynanıp da, kendisinden çok farklı bir tip otaya
çıkarttığı ve bunu yayınladığı gibi.
Somut sanat abartıldıkça
saçmalaşır, soyut sanat ise abartıldıkça güzelleşir.
İkonalar da aslâ “sanat”
değildir. Onların putlaşmaması imkânsızdı ve putlaştı da.
Bilindiği gibi Ayasofya
yeniden câmiye döndü. Ancak câminin tavanında bulunan ikonalar-resimler
yerinden kazınmak yerine, üzeri karartılarak yada bir şeylerle kapatılarak
örtüldü. İyi de siz bu mekânı geçici olarak mı câmiye çevirdiniz?. Elbette
hayır!. O zaman niçin o resimleri kazıyıp da Ayasofya’yı tam olarak câmiye
uygun hâle getirmiyorsunuz?. Çünkü câmilerle resim bulunması doğru değildir.
Zâten câmilerin-mescidlerin anası ve merkezi olan Kâbe’de de resim, heykel vs.
bulunmaz. Çünkü Peygamberimiz Mekke’nin ve Kâbe’nin fethi günü bunları kırıp
kaldırmıştı. Çünkü değişmez kâidedir, heykeller yıkılmak için dikilir.
Müşrikler diker, mü’minler yıkar.
Resim ve heykel yapmak
saçmadır da. Çünkü bir şeyin orijinâli dururken resmini yapmaya ne gerek
vardır?. Zâten ne iyisi yâni orijinâli ortadaysa, o şeyin sûnîsini yapmaya
gerek olmaz.
Allah’ın resmettiği şeyin
resmini yapmak, o resmin her zamana ikincil duruma düşmesiyle sonuçlanır. O-hâlde
yapılması gereken şey, Allah’ın yaptığı resmin resmini yapmak değil, Allah’ın
yaptığı resmi izlemek ve üzerinde düşünerek ibret almak ve şükretmektir. Önenli
ve değerli olan budur. Meselâ Mona Lisa tablosunu ele alalım.. Bu resimdeki
kadın, Francesco del Giocondo’nun karısı Lisa del
Giocondo’dur. (Lisa Gherardini). Allah bu kadını zâten üstün ve ulaşılamaz bir
sanatla yaratmıştır. O-hâlde bu kadının resmini yapmak çok gereksizdir yada
ille de yapılıyorsa buna “sanat” denemez. O sâdece bir yetenektir. Allah’ın
yarattığı bir sanatın resmini yapmak, resmi yapılan şeyin yaratıcısı olan Allah’ı
unutturur ve resmi yapan ressamı öne çıkartır. Tüm temel düşüncesi “Allah’ı
unutturmak ve insanı öne çıkarmak ve ilahlaştırmak” Rönesans’ın, Aydınlanma’nın
ve Modernizmin hedefi de budur zâten.
Üç boyutlu,
aslında zamânı da katarsak 4 boyutlu olan hattâ denilene göre 11-12 boyutlu
olan varlığı yâni Allah’ın yarattığı şeyleri hayretle ve ilgiyle izlemek ve
hayrân olmak yerine, iki boyuta indirgenmiş bir resme hayretle, aşkla ve
hayranlıkla bakmak, Allah, âhiret, din ve vahiy ile bir sorununuzun olduğunu
gösterir. Allah’ın yarattığı muhteşem doğayı değersiz görürlerken, dandik bir resme
milyon dolarlar vermektedirler.
“Üçüncü boyutun yâni
derinliğin sanata sokulması, modern sanatın en büyük adımlarından biridir”
denir. Fakat bu üçüncü boyut gerçek bir boyut değildir ve üçüncü boyutu iki
boyut içine, sanki üçüncü bir boyut varmış gibi yansıtmaktır sâdece. Kağıt yada
düz bir şeye yapılan tüm resimler iki boyutludur ve öyle olmak zorundadırlar.
Üçüncü boyut bir yanılsamadır.
Tabiatın kendisi
zâten bir sanat eseridir. Tabiatın resmini çizmek bu nedenle absürd olur.
Yapmaya çalıştığınız tabiatın resmi, tabiatın bizzat kendisinden daha güzel ve üstün
olamayacağından dolayı tabiatın resmini yapmak çok gereksiz bir uğraş olur. Somut modern sanatların (daha doğrusu sanat denilen
şeylerin ) bir faydası da yoktur. Zâten faydalı bir yerde kullanılmaya uygun
değildir.
Sanki Allah “yeryüzünü
dolaşın da onun resimlerini çizin, fotolarını çekin ve heykellerini dikin”
demiş gibi davranılamaz. Allah’ın bu emri vermesi, yaratılmış olanlar üzerinde
düşünülmesi ve ibret alınarak dersler çıkarılması, böylece îmânın artması
içindir.
Buda heykelleri sanat değildir
ve onlar birer puttur. Fakat meselâ Mostar Köprüsü sanattır. Mostar Köprüsü’nün
yıkılması ayıp ve iğrenç bir şeydir. Çünkü en azından bir sanat değeri vardır
Buda heykelleri ise birer putturlar. Put yıkmak ise, Allah’ın emridir ve başta
Hz. İbrâhim ve Peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberler ve sâlihler bu
emirleri yerine getirmişlerdir. Tüm peygamberlerin ortak sünneti, “heykel,
resim vs.’den oluşan putları yıkmak”tır.
Peygamberlerin hiç-birinin
yapılmış heykeli yoktur. Çünkü İslâm’da heykel yapmak doğru değildir ve şirke
girer. Bu nedenle meselâ Nemrud’un heykeli (yâni putu) olmasına rağmen, Hz.
İbrâhim’in heykeli yoktur. İslâm’da sûret yapmak yasaktır. Çünkü yapılan
sûretler, “sûretlerin kopyası olan bir sûret” olacaktır. Böyle bir sûret
yapıldığında, Allah’a; “benim yaptığım daha güzel” mesajı vermek anlamına
gelecektir. Böyle bir şey elbette söz-konusu değildir. En güzel ve ideâl
şekilde yapılmış olan varken ona benzer bir şeyi yapmak “sanat” değildir.
Eskiden insanlar çocuklarına bezden ve tahtadan bebekler yaparlardı fakat bu
bebeklere “yüz” yapmazlardı. Çünkü sûret yapmakta bir sıkıntı vardır.
Peygamberimiz resminin
yapılmasına izin vermemiştir ve bunu hoş görmemiştir. Zîrâ resmi yapılsaydı o
resim bir “insan” gibi değil, bir “ilah” gibi çizilecekti. O zaman da
putlaştırılacaktı ve tapılmaya başlanacaktı. Modern batı’nın o ünlü
ressamlarının yaptığı resimlerde ve heykellerde insanlar ilah gibi yapılmıştır.
Zâten putlar da, bir zaman-önce yaşayan kahramanların ve başarılı insanların
heykelleştirilmiş temsilleriydi. Bu nedenle Peygamberimiz’in, putperestliği
hatırlattığı için resim ve heykeli yasak ettiği söylenir. Bir yazıda şunlar
söylenir:
“Îsevî
dînine, Eflâtun felsefesi ve Roma’lıların putperestliği karışarak, resimlerde,
heykellerde, ilahlık sıfatları (ebedî vâr olmak, her istediğini yapabilmek,
öldürmek, diriltmek, şifâ vermek, gâibleri bilmek vasfı) bulunduğuna inandılar.
Böyle olduklarına inanılan resimlere, heykellere ‘put’ denir. Bunlar Allah’a
ortak yapılmış olur. Bunlara hürmet etmeye “tapınmak” denir. Tapınma işine de
“şirk” denir. Tabiat manzarası olan şahâne tablolar bile, insanlığın
doğrudan-doğruya ihtiyaç duyduğu şeylerden sayılmaz. Ama bu gibi güzel
tablolara, bâzı servet-sâhipleri milyonlar vermekten çekinmez. Hâlbuki bu parayla
bir-çok fakir sevindirilebilir”.
“On Emir”in 2.sinde de sûret
yapımı yasaklanmıştır:
“Kendin için oyma put,
yukarda göklerde olanın, yâhut aşağıda yerde olanın, yâhut yerin altında
sularda olanın hiç sûretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara
ibâdet etmeyeceksin” (Çıkış 20:4-5).
Pensilvanya Amişleri de oyma
putlar yapmayı, film izlemeyi ve fotoğraf çekmeyi yasaklarlar. Sinagoglarda da
resim ve heykel bulunmaz. Çünkü bunların bulunduğu yerde ibâdet yasaktır.
Sihizm, (Sih Dîni) resimlere, heykellere yada sûretlere tâzim etmenin küfür
olduğuna inanılır.
Kitab-ı Mukaddes’te de
heykel ve resim yapılması yasaktır:
“Ve kendin için Allah’ın
Rabbin nefret ettiği dikili taş dikmeyeceksin” (Tesniye Bab 16; 22).
“Bir sanatkârın el işi,
Rabbe mekruh oyma yâhut dökme put yapan ve onu gizlice diken adam lânetli
olsun. Ve bütün kavm cevap verip: Âmin, diyecekler” (Tesniye 27:15).
“Kendinize putlar
yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz, ve
önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız; çünkü ben
Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I).
Türkler, öldürdükleri
kişilerin temsilleri olan “balbal”lar (heykel) yaparlardı, fakat İslâm’a
girdikten sonra basit ve sâde mezar-taşları kullandılar. Bu mezar-taşlarında,
mezarın kadın yada erkeğe âit olduğunu gösteren sarık ve baş-örtüsü motifi
bulunurdu sâdece. Türklerin İslâm’a girmesi ile birlikte insan figürleri yerini
bitki motiflerine ve geometrik desenlere bırakmıştır.
Ne kadar şâşâalı yapılmış
olursa-olsun, heykel-putlar “sanat” değildir.
Ortaçağ sanatının düz ve tek
boyutlu resimleri, Rönesans ile birlikte değişmiş ve Greko-Romen uygarlık
taklit edilerek perspektif resim yapılmaya başlanmıştır. “Perspektif,
nesnelerin görünümünü üç boyutlu olarak düz bir yüzeyde, yâni 2 boyuta
indirgeyerek göstermeye yarayan bir iz düşüm tekniği”dir. Rönesans ile birlikte
ilah gibi sûretler yapılamaya başlanmıştır. Zîrâ sûretler ilahlaştırılmadan
yapılamaz. İnsanın ilahlaşması, onu ilk önce “ilah gibi resmederek ve
heykelleştirerek” başlamıştır. Heykelleştirilmeyen ve göze hitâp etmeyen şey
ilahlaştırılamaz.
Zanaatın çarpıcı şekilde
yapılması onu “sanatsal” yapar. Fakat Rönesans ile birlikte sanatçı artık basit
bir el-işçisi yâni zanaatkâr olarak değerlendirilmemekte, “yaratıcı” kimliğinin
öne çıkarıldığı saygın bir statüye kavuşmaktadır. Bu durum, sanatsal üretime
karşı takınılan toplumsal tutum ve davranışlarda da bir dönüşüm yaratır. Sanat
artık yalnızca toplumsal-dinsel eğitimin bir aracı-taşıyıcısı olarak
görülmemekte; estetik kıstaslar
çerçevesinde değerlendirilmesi-eleştirilmesi gereken, kişisel bir ifâde
biçimi olarak da algılanmaktadır.
Sanatın “sanat” olması içi
el ile yapılması gerekir. El dokundukça sanat ortaya çıkar ve hattâ el bir şeye
ne kadar dokunmuşsa, o şey o kadar kıymetli bir sanat-eseri olur. Sanat
“el”den, dinden ve dolayısı ile Allah’tan koparıldığında sanat olmaktan çıkar
ve absürd bir şey olur ki eski Yunan-Roma ve Rönesans ile birlikte olan şey
budur. Modernizm ile birlikte modern -sözde- sanatların ayırıcı özelliği,
yapılan şeylerde Dünyâ’nın ve insan vücûdunun ideâlleştirilerek
yansıtılmasıdır. Dönemin sanatçıları, insanı doğal-reel hâliyle değil, ona
transandantal-aşkın bir görünüm vererek resmetmişlerdir. Çünkü sanat Allah’tan
koparıldığında, özellikle insan resimleri-heykelleri ilah gibi yapılmaya
başlar. Sanat Allah-merkezli olmaktan çıkıp da insan-merkezli olunca olacak
olan şey tabî ki bu olacaktır.
Rönesans bilginleri ve
sanatçıları, ortaçağ döneminin bir-çok yönünü reddederek bunun yerine eski Grek
ve Roma uygarlıklarının yeniden doğuşunu benimsediler; dayandıkları nokta eski
Greklerin edebiyat ve felsefe gibi alanlarda oldukça ileri gittiklerini
düşünmeleriydi. Grek ve Roma çağından kalma el yazmalarını araştırma arzusu
Rönesans bilginleri Avrupa’daki manastır kütüphânelerini taramaya itti. Bu
Rönesans hümanistlerinin en temel görüşlerinden biri, ruhsal gerçeklere daha
çok bilgiyle ulaşılabileceği fikriydi.
İnsanı ideâlleştirerek
insan-üstü şekilde resmetmek ve şeklini yapmak, hem şirk içeren klâsik
zamanlarda ve toplumlarda hem de modern zamanlarda Hümanizm yâni insana tapma
zihniyetiyle başlamıştır. Hümanizm, insanı olduğundan daha olağan-üstü gören ve
gösteren bir düşüncedir. Bu nedenle de insanı övdükçe över ve yücelttikçe
yüceltir. Hem de hiç olmayacağı ve hak etmediği bir şekilde. Resim ve heykel,
insana tapınma felsefesi olan Hümanizm ile iç-içedir. İnsanı Tanrı gibi çizmek
ve şekillendirmek fikri ve uygulaması klâsik ve modern Hümanizm’den gelir.
“Sanatın kavrama gücü, akla
dayanmaz; duyguya, coşkuya ve sezgiye dayanır. Fakat bu duyguyu, sezgiyi ve
coşkuyu neyin belirlediği önemlidir. Sanat, dînî-mânevî duyguyla, sezgiyle ve
coşkuyla olduğunda ancak gerçek anlamda “sanat” olabilir. Modern-somut sanatlar
ise modern-seküler ve Allahsız fikirlere dayandığı için, ortaya çıkan duygu ve
coşku, Allahsızlığı çağrıştırır. Zîrâ modern sanatın duygusu ve coşkusu ruhtan,
kâlpten vicdandan yâni Allah’tan değil, nefisten kaynaklanır. Aslında baskın
olan şey duygu ve coşku değil, nefsi kışkırtan seküler bilgidir ve ilgidir.
Sanatta elbette duygu ve
coşku ön-plâna çıkar ama duyguyu ve coşkuyu şekillendiren kabûl edilmiş bir ön-bilgi
vardır. Bu bilginin neyi merkeze aldığı duyguyu ve coşkuyu şekillendirir ve
duygu ve coşku ona benzer. Mevcut hayat modern-seküler yâni Allahsız olduğu
için duygular ve coşkular da seküler ve Allahsızdır.
“Sanat özneldir ve onun
ölçüsü, doğru ve yanlış ile belirlenmez. Sanat-eserinin değeri, “güzel ve
çirkin” ile belirlenir” denir. Fakat sanat insanlarda negatif ve yanlış düşünceler
açığa çıkartıyorsa, onun güzel ve çirkin olup-olmamasından başka iyi ve kötü olma
durumu da açığa çıkar ki modern-sanat denilen somut sanatlarda pek hayır
yoktur. Zâten sanatın modernleşmesiyle yâni Rönesans ile birlikte kırmızı
çizgileri kalkmış ve ahlâktan, doğaldan,
normâlden ve fıtrattan kopmuştur, zîrâ din’den kopmuştur.
Bilimsel bilgi için de “nesneldir,
bu nedenle de tarafsızdır, olayları olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi
bildiren bir bilgi çeşididir” derler. Oysa bilimsel bilgi de modernleşmiştir ve
dolayısıyla seküler ve Allahsızdır. Zîrâ Allah’ı, Dîni, Kitab’ı ve mâneviyatı
işin içine hiç karıştırmaz. Böyle olması onun nesnel olmadığının ve belli
telakkilere göre yapılan bilimsel etkinliğini gösterir. Modern-bilim nasıl ki
maddeyi merkeze almışsa, modern sanat da maddeyi merkeze almıştır. Zîrâ
modernizm pozitivisttir ve maddeyi merkeze alır. Hattâ madde-dışını ve
madde-ötesini kabûl etmez ve inkâr eder. İnsanın zihniyeti, bilimsel ve
sanatsal düşüncesini ve duygusunu da şekillendirir. Modern sanatlar Allahsız
zihniyetin bir görünümüdür. Rönesans sanatı, dünyevî hazların ifâde
edilmesidir. Zîrâ ilahlaşmış olan insan ancak bu hazlarla tatmin
olabilmektedir.
Bilginler, filozoflar ve
sanatçılar arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır. Aslında
modern-somut sanatlar, topluma bir yarar sağlamaz. Peki modern sanat insanlara
bir ahlâk kazandırmış mıdır?. Soyut sanatta tabî ki de bir ahlâk vardır.
“Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın düzelmesine yardım etmiş midir?”
diye soran Jean-Jacques Rousseau bu soruya “hayır” derken şunları söyler:
“Bozulma
gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız
bozulmuştur. Bilim, edebiyat ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri çiçeklerle
örter; özgür yaşamak için doğmuş görünen insanların damarlarında taşıdıkları
özgürlük duygusunu söndürür. Onlara kölelik hayâtını sevdirir; onları uygar
milletler dediğimiz topluluklar durumuna sokar. Kral tahtlarını bilim ve
sanatlar güçlendirmiştir. Sanatın davranış ve eylemlerimizi henüz kalıplara
sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar,
âdetlerimiz kaba ama doğaldı.
Atina,
zarifliğin ve zevkin merkezi, hatipler ve filozofların ülkesi oldu. Orada
yapıların inceliği dilin inceliğine uyuyor, her yanda en usta sanatçıların
elleri mermere ve beze can veriyordu. Ahlâkın bozulduğu bütün çağlarda taklit
edilecek olan o olağan-üstü eserler hep Atina’dan çıkmıştır. Fakat her zaman
bilgili, hep zevkine düşkün ve hep esir olan Yunanistan, devrimlerinde efendi
değiştirmekten başka bir şey yapamadı. Demosthenes’in bütün söz-ustalığı lüksün
ve sanatların uyuşturmuş olduğu vücûdu diriltemedi. Romalılar, tabloları,
gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel sanatları yaymakta ileri gittikçe
askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir.
Bahçelerimiz
heykellerle, galerilerimiz tablolarla doludur. Halka beğendirilmek istenen bu
sanat şâheserlerinde neler tasvir ediliyor dersiniz?. Vatanı koruyanlar mı?.
Yâhut vatanı değerleriyle zenginleştirmiş insanlar mı?. Hayır; bu eserlerde,
insanın aklının ve duygularının düştüğü bütün sapkınlıklar tasvir edilmiştir.
Yunan mitolojisinden özene bezene çıkarılmış olan bu tasvirler çocuklarımıza
genç yaşlarında merakla seyrettirilir. Bundan maksat, okumayı bile öğrenmezden
önce gözlerinin önüne ahlâksızlık örnekleri koymak olsa gerektir”.
Rousseau’ya göre, toplumsallaşmayla birlikte gelişim
gösteren bilim ve sanatlar özellikle Aydınlanma’nın mîmarisi, heykelcilik ve
resim üzerine yoğun çalışmaların yapılması toplum düzeni ve yapısını bozmuştur.
Çünkü bu durum insanları özellikle yoksulları çok gereksiz olabilecek
nitelikteki üretime ve lüks tüketime götürmektedir.
Bilim ve sanatlar insanların hiç-bir erdeme sâhip
olmadan erdemli gibi yaşamalarına yol açmaktadır. Uygarlık içerisinde şâirlerin
bilge insanlar olarak kabûl edilmeleri söz-konusudur. Aslında onlar bilge
kimseler değildirler. Sanatçılara bakacak olursak, onlar da aynen şâirler gibi
bir durum içindedirler. Çünkü sanatçılar arasında bir-kaçı çok iyi işler yapmış
olarak tanındığında, onlar kendilerini çok akıllı görmekteydiler ve bu durumdan
gurur duymaktaydılar. Hâlbuki Rousseau için bu hiç de değer verilesi bir şey
değildir. Rousseau’ya göre sanatçılar
ve şâirler, ürettikleri şeyler karşısında alkışlanmak isterler. Kendilerini beğendirmek isterler.
Bu yüzden de eserler yapıp durmaktadırlar. Bu durum lüks sebepli bozulan ahlâkın
göstergesidir. Böylece bilim ve sanat ahlâkı kötü etkilemektedir.
Hayatta rahatlıklar arttıkça, sanatlar ilerledikçe,
lüks her tarafa yayıldıkça, mertlik bozuluyor; askerlik değerleri kayboluyor.
Romalılar; tabloları, gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel sanatları
yaymakta ileri gittikçe askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir. Görülüyor
ki, sanatın ilerlemesiyle insan değişmiştir. Sanat eserleri insanın sapkınlığını
yansıtacak çizimler içermektedir. Özellikle Yunan mitolojisinden esinlenilerek
yapılan heykelcilik, resim ve diğer alanların ortaya koyduğu eserlerin kısmen
müstehcen içerikler barındırmasıdır. Hâlbuki bu durum daha eğitim bile görmemiş
çocukların önlerine ahlâksızlıkların sunulması gibidir. Ne zaman ki bilim ve
sanatlar parladı, o zaman erdemlerimize karanlıklar çökmüştür. Ruhlarımız bilim
ve sanatların ilerlemeleriyle orantılı olarak çürümüştür. Bilim ve sanatın
ışıkları toplum çevresi üzerinde yükselmesiyle birlikte erdem kaçıp gider. Bu
durum tüm zaman ve yerlerde gözlemlenmiştir.
Resim ve heykel yapmanın
yada fotoğraf çekmenin haramlığı ve günahı farklı bir tartışmadır fakat benim
tartıştığım konu, bunların “yetenek” olmasına rağmen “sanat” olmadığıdır.
Elbette çok üstün yetenekle yapılmış olan resim ve heykeller yada ustalıkla
çekilmiş olan fotoğraflar vardır. Fakat bunlar “sanat” değil, “yetenek”
olabilir. Zâten resim, heykel ve fotoğraf, günah ve haram olan çıplaklık
içerir. Heykel denince “çıplaklık” akla gelir ilk başta. Çünkü heykellerin
bir-çoğu çıplaktır. Yunan, Girit, Miken uygarlıklarının heykelleri çıplak
kadın-erkek figürleridir. Çıplaklık üzerinden “sanat” olmaz. Çıplaklık üzerinden
ancak “başka şeyler” olabilir.
Modern sanat, insanı
ilahlaştırır ve ilahlaştırmak zorundadır. Zîrâ hayâtiyetini bundan alır.
Hümanizm, “insanı her anlamda ilahlaştırmak” demektir. Bu yüzden hümanist
ressamlar ve heykeltıraşlar, insanı ideâlleştirmeden çizemezler, tasvir
edemezler. İnsanı çıplak olarak çizmenin ve tasvir etmenin arkasında da bu
sebep yatar. Böylece, “insan, üzerinde hiç-bir şey olmasa da Tanrıdır” mesajı
vermek isterler. Hümanizmin dinleştirildiği yâni insanın ilahlaştırıldığı Yunan’da
tüm heykeller çıplaktır.
“Hani (İbrâhim) babasına
ve kavmine demişti ki: ‘Sizin, önlerinde bel büküp eğilmekte olduğunuz bu
temsili heykeller nedir?’. ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk’ dediler.
Dedi ki: Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” (Enbiyâ 52-54).
Bir yerde resim ve heykel
varsa, ona mutlakâ saygı duyulmaya yâni tapılmaya başlanır. Zîrâ bir heykele
saygı duymak “ona tapmak” demektir. Resim ve heykelin özünde tapınma duygusu
vardır ki zâten bu yüzden yasaktır.
Yapılan resimler ve
heykellerde yada çekilen fotoğraflarda absürd ve anlamsız olanlar da çoktur.
Fakat bunlar “sanat” olarak değerlendirildiğinde, aslında hiç-bir mânâ
içermemelerine rağmen bu şeylerde zorla da olsa bir anlam aramaya kalkışılır ki
bu çok abes bir şeydir. Yâni, En Büyük Sanatkâr’ın yarattığı kâinatta mânâ ve
anlam kalmadı mı da “sürrealist” denen absürdlüklerde anlam ve mânâ arayalım.
Üstelik yapılan resim ve heykellerin yada çekilen fotoğrafların doğada gerçeği
de var öyle değil mi?. Bir şey gerçeğinden daha mükemmel olamayacağına göre,
gerçeği varken niçin kopyasını değerlendirmeye alalım ve taklidinden
etkilenelim ki!. Mü’minler gerçekten yetenekli olan resim ve heykelleri yada
çekilen fotoğrafları beğenebilirler ve bunların gerçekten ustalıkla yapılmış
olduğunu söyleyebilirler. Fakat bunlardan etkilen(e)mezler. Hele bunlardan
“kendilerinden geçercesine” etkilenmek mü’minlere aslâ yakışmaz. Çünkü
bunlardan “kendinden geçercesine” etkilenmek şirktir. Zîrâ insanı etkileyip
hayrân bırakacak olan sanat, “En Büyük Sanatkâr”ın sanatı yâni yaratmasıdır.
“En Büyük Sanatkâr”
tarafından yapılmış olan sanatın kopya edilmesi “sanat” değildir. Bu sâdece,
doğada vâr olan bir şeyi, kâğıt yada başka bir nesne üzerine kopya ve taklit
etmektir. Bu yetenekli bir şekilde yapılmış olabilir ama buna “sanat” değil,
yetenek” denebilir.
Sanat; insana gelen ilhamla,
bir zevk ve duyguyla, doğada “somut bir örneği” olmayan şeyi (çünkü somut olanı
“benzersiz” ve “örneksiz” olarak ancak Allah yapar-yaratır) “soyut” bir şekil
ile ortaya çıkarmaktır. Sanat budur. Yoksa Allah her-şeyi zâten en güzel
şekilde yaratmıştır. En güzel şekilde yaratılan bir şeyin taklidi ve kopyası
niye yapılsın ki?. Yapılırsa da buna neden “sanat” densin ki?.
Platon sanata karşı çıkar,
çünkü “sanatın konusu dünyevîdir, hakîkat ise Dünyâ’yı aşkın bir şeydir. Sanat,
gerçeklerle ilgili olmadığı için insanları bilgiye götüremez” der. Fakat “somut
sanat” dediğimiz sözde sanatlar, “gerçekliğin kopyasının yapılması”dır. Bu
yüzden ona sanat denemez. Fakat soyut içerikli ve zanaat içeren eserler elbette
sanattır.
Resmin sakıncası, tablolara verilen aşırı fiyatlarla
da ortaya çıkan bir başka örnektir. Resimlere ve heykellere verilen fâhiş
fiyatlar isrâftır. İhtiyaç-sâhibi yerine resimlere-heykellere verilen para,
fâhiş fiyatlarla o tabloları alan kişilerde “garibanın hakkını vermedikleri
için biriken para”dır. Zâten modern sanatlar garibanlar için değildir. Elit
sınıfa özgü bir sunum vardır. Bir tablonun bir resmin trilyonlarca liraya
satılması da ayrıca bir sapıklıktan başkası değildir. Zîrâ bu “modern sanatı
ilahlaştırmak anlamına gelir. “Modern sanat” denilen yetenekli işler aslında
“gerçek birer sanat” olmadıklarından ve bu nedenle çok da bir değeri
olmadığından dolayı, bu değer eksikliğini maddî değer ile tamamlamak çabasıdır
bu.
Polislerin yaptıkları “robot
resimler”de sorun olmaz. Fakat resim yerine parmak-izi tespiti daha kesin sonuç
verir. Kimlikler üzerinde resim olmasına gerek yoktur. Parmak-izi, avuç-içi ve
göz irisi insanların “o kişi” olduğunu kesin olarak ortaya koyabilir.
“Süleyman için de, sabah
gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesâfe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik);
erimiş bakır-mâdenini ona sel gibi akıttık. Eli altında Rabbinin izniyle iş
gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa,
ona çılgın ateşin azâbından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler,
heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar
yaparlardı. Ey Dâvûd âilesi!; şükrederek çalışın. Kullarımdan şükredenler
azdır” (Sebe’ 12-13).
Bu âyeti kullanarak heykel
işini meşrû göstermek için Hz. Süleyman’ın da heykel yaptırdığını söylerler.
“Temâsil” kelimesini “heykel” olarak çeviriyorlar ve güyâ heykeli
meşrûlaştırıyorlar. Fakat temâsil kelimesinden gerçekte kast edilen nedir?.
Bâzıları, “Hz. Süleyman, canlıların değil, cansızların heykelini yaptırıyordu”
diyor. Fakat cansızların heykellerini yap(tır)mak da meşrû olmaz. Zîrâ
insanların târih boyunca cansız varlıklara da taptığı olmuştur.
Yine; “o zamanlar heykel
yasağı olmamış olabilir” sözü boştur. Çünkü Hz. Süleymân, Hz. Mûsâ’nın
şerîatine tâbî idi ve Hz. Mûsâ’nın şerîatinde açıkça temsil yasaklanmıştır:
“Kendinize putlar yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş
dikmeyeceksiniz, ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş
kurmayacaksınız; çünkü ben Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I).
Hz. Süleyman’ın bu yasağı bilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre, kanımca
“temâsil” kelimesiyle ifâde edilen şeylerden kasıt, tezhip-süsleme sanatıdır.
Yapılan işlemeli yüksek sütunlar yada kemerler “temâsil” kelimesiyle ifâde
edilmiştir.
Zemâhşeri, o heykellerin
“insan heykeli” olmayabileceğinde bahseder: “Heykeller diye tercüme edilen
temâsil kelimesi ile ilgili olarak tefsirlerde genellikle, bunların bakır, cam,
mermer gibi maddelerden yapılmış melek, peygamber ve sâlih kişilerin heykelleri
olduğu, insanların bu sembôlleri görüp onlar gibi kulluk etmelerinin
sağlanmasının amaçlandığı belirtilmekte; heykel yapmanın -zulüm ve yalan
söyleme gibi- özündeki kötülük sebebiyle yasak bir fiil olmadığı hatırlatılıp
bu konuda şeriatlar arasında farklılıkların bulunabileceği, Hz. Süleyman
zamanında dinen yasak sayılmayan bu fiilin belirli şartlar altında ve belirli
gerekçelerle İslâm’da yasaklandığı üzerinde durulmaktadır; bazı müfessirler ise
o dönemdeki heykellerin de insan heykeli olmayabileceğinden söz ederler”. Peki
temâsil ne demek?. Âyette inşaat işlerinden ve bahsedilirken araya “heykel”
kelimesi niçin sokulmuştur?. Temâsilden kasıt belki de yapı işlerinin bir
krokisi ve projesidir. Üstelik yapılan şeyleri (heykelleri) yapanlar “cinler”
olduğu için, bunların ne türden şeyler olduğunu anlamamız ve açıklamamız mümkün
değildir. Çünkü cinlerin yaptığı temâsiller nasıl olur ki?. İnsanların
yaptıkları değil, cinlerin yaptıkları şeyler söz-konusudur. Bu, yapılan
şeylerin insanlar tarafından da yapılabileceği anlamına gelmez. Belki de bu
şeylerin “cin ve şeytanca işlerden” olduğu ve insanların böyle şeyler yapmaktan
uzak durması söylenmek isteniyor olabilir. Çünkü insanlar cinleri örnek
alamazlar ve onlar gibi yapamazlar. Hz. Süleyman’dan sonra ülkede şirk
başlamıştı. Belki de şirk koşulan şeyler o heykeller ve timsâllerdir. Resim ve
heykel, şirke ve küfre yöneltme ihtimâli yüksek olan şeyler olduğu için
yasaklanmıştır. Belki bir şeyi açığa çıkarmak ve anlamak için çok zorunlu
hâllerde geçici olarak yapılabilir.
Peygamberimiz de resim ve
heykel işine sıcak bakmamış ve şöyle demiştir: İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Mekke’ye) geldiği vakit
içerisinde put olduğu için, Beytullah’a girmekten imtinâ etti (kaçındı).
Onların çıkarılmalarını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil
(aleyhisselam)’in ellerinde fal okları bulunan heykelleri de çıkarıldı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bunu görünce): “Allah canlarını alsın!.
Allah’a kasem olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail
(aleyhisselam) bu oklarla kısmet aramadılar”. (Buhârî, Hacc 54 Enbiya 8, Megâzî
48;Ebu Dâvud, Hacc, 93, (2027).
Resim ve heykelle yâni
dinsiz sanatta Allah'ın yaratma sıfatı birebir taklit edilmek istenir. Hattâ
yaptıkları resme ve heykele rûh kattıklarını söyleyenler bile vardır. Rûh da
katılınca o resim ve heykel artık bir put olmuş olur.
Birinin heykelini dikmek onu
putlaştırmaktır. Karşısına geçilip secde edilmese de o heykeli yapılan kişi
heykel ve resim üzerinden topluma olağan-üstü gibi gösterilir. Allah yarattığı
şeyi “olağan” şekilde yaratmasına rağmen bunlar ise “olağan-üstü” olduğu
söylenir. Çünkü heykeli yapılan kişiye sağlığında direkt olarak tapılırken,
öldükten sonra ise resim ve heykel üzerinden tapılır. Tüm putlar da zâten bu
şekilde ortaya çıkmıştır. Ülkemizde resim ve heykel üzerinden yapılan
putlaştırma sınırı aşmış ve “alenî putperestliğe” dönmüştür. Putçuluğun adını
sanat koymuşlar. Ahlâksızlığa sanat diyorlar. İsmet Emre bu konuda şunları
söyler:
“Put, ilkel
insanın, ilkel zihninin ilkel tapınma aracıdır. Bir dondurma eylemidir.
Vâroluşu dondurma, zihniyeti dondurma, hayâtı dondurma. Put karşısında bilinç
akmaz, akletmez, işlemez, vâroluş alanı bulamaz. Öylesine donuk bakar, öylesine
donuk yaşar, öylesine donuk ölür puta tapan insan. Putçuluk çünkü bir dondurma
eylemidir ve donukluk ölümün gölgesidir. Antik Yunan’ın nesneyi ve insanı
dondurmak sûretiyle bulduğu “heykel sanatı” tam da bundan dolayı vardır. Ölüme
karşı yenilgi hissi, ölüm karşısındaki acziyet ve ölümün yaşam üzerindeki
mutlak hâkimiyeti insan irâdesine ona karşı meydan okumanın bir yolu olarak
vârolanı, elinde olanı ve ölüme her-an yenik düşme ihtimâli bulunanı dondurarak
geleceğe taşımayı öğretmiştir. Bu, sâdece ölecek olan insanın değil, ölme
potansiyeli bulunan bir davranışın, bir düşüncenin, bir öğretinin de ‘geleceğe
taşınmak amacıyla’ sarılıp sarmalanması, mumyalanması, iç organlarının
çıkarılarak yüzey yapısının sözüm-ona yaşamla buluşturulmasıdır ama put puttur
işte, yüzey ne kadar parlak, jestler mimikler ne kadar canlı
görünürse-görünsün, dondurulmuş olan, ölü olandır. Heykel, ontolojik anlamda, bu
yönüyle bir putperestlik fetişizmidir ve sanata dönüşmesi ancak sanatın alanına
girenin yaşıyor gibi görünmesine dâirdir. En hafifiyle ölüm karşısındaki
acziyetin derinlerde yarattığı hüznün taşa dönüşmesi, en ağırıyla ölüm
sonrasını örtmenin incelikli duvarıdır heykel sanatı. Ve elbette ölüm sonrasını
silikleştiren, görünmezleştiren, reddeden bütün öteki uğraşlar gibi sonuna
kadar maddeci, sonuna kadar putçu, sonuna kadar Tanrı tanımazdır heykel”.
Türk edebiyatında roman 19.
yüzyılda ortaya çıkan bir yazım türüdür. Roman, Tanzimat’la başlayan
batı’lılaşma sürecinin bir parçası olarak, kültürel birikimin doğal bir sonucu
değil, bir çeşit sanat ithâli şeklinde Türk yazınına girmiştir. Latince
romanice; “Roma işi, Roma dili” sözcüğünden evrilmiştir. İlk Türk romanı
Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı 1872 yılındaki eseridir.
(Vikipedi).
Türklerde, müslümanlarda ve
doğu toplumlarında düz-yazı geleneği yoktur. Çünkü doğu düz anlatımı sevmez,
sözel anlatım vardır ve bu anlatım geniş bir estetiğe sâhiptir. Batı taklidi
düz-yazı şeklindeki romanlar ise mecbûren hayâli aşk-meşk işlerinden bahsetmek
zorundadırlar ve böyle olmak zorunda kalmışlardır. Aşk-meşk işine girdiğinizde
sınırı aşmamak imkânsızdır. Bu bağlamda Halit Ziyâ Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnû”
romanı buna örnek gösterilebilir. Bu roman bir edepsizlik timsâldir.
Ortaçağ edebiyatında olduğu
gibi İslâm edebiyatında da roman yoktu. Yâni Hristiyanlık’ta da önceleri roman
yoktu. Aydınlanma, Rönesans, Reform, Sanâyileşme, Fransız Devrimi ve modernite
sürecinde başlamıştı. Dinlemek için bir-çok hikâye, destan ve masal vardı ama
okumak için yoktu. Uzun ve karışık bir hikâyeyi tâkip etmek için kendini ona
vermek gerekir, bu bakımdan romanla ilgilenilmezdi. Zâten artık roman ölmüştür.
Onun yerine yeni bir anlatı tarzı bulmak gerekir. İslâm’da da masal ve hikâye
okunmaktan ziyâde dinleti şeklindedir.
İslâm’da resim, “stilize”
şeklindedir. Stilize; “karakteri kaybolmadan, basitleştirilmiş tezyini ve
şematik hâle sokulmuş biçim yada motif” demektir. Batı-tipi bir sanat İslâm’a
uygun değildir. Modern sanatlar ise “sanat” değildir.
Soyut sanatlar olan
minyatür, ebru, şiir, tezhib (süsleme) ve hat ise aslında “sadece sanat”
değildir. Onlar “sanatsal belgeler”dir. Bir şeyi anlatmak ve dile getirmek için
yapılmışlardır. İslâm’da sanat “sanat için” değildir ve bir amaç içindir.
Modern sanatlar ise “sanat, sanat için”dir ve böyle olduğu için de anlamsızdır,
ruhsuzdur. “Sanat, sanat içindir” sözünün nedeni, modern zamanlara kadar
sanatın “dinle ilişkili olmasından ve hattâ dînin güdümünde olmasından
dolayıdır. Sanat bir anlam ifâde etmesi için, söylemsel dille açıklanamayan
duygular içermesi gerekir. Bu duygular yepyeni duygular olmalıdır. Bu duyguları
sağlayacak olan şey elbette soyut sanat eserleridir.
Sanat dediğimi şey, doğada
olmayan ve yapıldığında tekrarı yapılamayacak olan şeydir . Bu en çok da ebru
sanatında görülür.
Sanat devrimlere ve
inkılaplara göğüs gerer ve onlardan çok da etkilenmez. Enes Günaslan:
“Türkiye’de, harf inkılâbına rağmen, hat sanatının hâlâ yaşamakta oluşu ve her
geçen gün biraz daha ilgi çekmesi, şüphesiz bu sanatın İslâmî rûhu en iyi ifâde
eden sanatlardan biri oluşundan ileri gelmektedir. Türkiye 1928 yılında harf
devrimi yapılmış olmasına rağmen, hat sanatında hâlâ yegâne söz-sahibi ülkedir.
Yâni gelenek de bâzı alanlarda inanılmaz bir yaşama irâdesi gösteriyor” der.
Atatürk zamânına gelinceye
kadar 1453’ten bêri İstanbul’a heykel yapılıp konulmamıştı. Osmanlı’nın son
döneminde aksesuar için bir-kaç kişinin bahçesinde hayvan heykeli vardı sâdece.
Osmanlı’da heykel yoktu. Resim de hoş görülmezdi. Bu nedenle bir-kaç pâdişahın
dışında resim yaptıran olmazdı. Opera, bale, resim, heykel gibi şirk
etkinliklerinin Türkiye’de ilk başlaması, bir yazıda şöyle anlatılır:
“Türkiye’de
opera, bale ve batı çok-sesli müziğinin öğretildiği ilk konservatuar Ankara’da
açıldı. Batı-tarzı resim, aynı-zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin
sunulduğu bir-kaç süreli yayına hükûmet tarafından destek verildi. 1926 yılında
bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. 1927’de Sarayburnu’nda
dikilen ilk Atatürk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler,
resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi. Açıkça ‘ilah’ olarak
tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemâl hayatta iken, 5 Ağustos 1935 târihli
Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Atatürk yarım bir ilahtır; Türkler’in babasıdır’
yazılabildi. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının “put” olarak algılandığı bir
toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime
zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından mânidardır”.
Heykel yaparsanız bir zaman
sonra ona tapınmaya da başlarsınız. Heykel yapmak düşüncesi nefsten ve tapınma
duygusundan geliyor olabilir. Bu duygu tâ çocukluktan îtibâren de başlıyor
olabilir. Bu bağlamda “kardan adam” yapmak bile heykelciliğin başlangıcı
sayılabilir. Kardan adam, “kardan heykeller”dir. Böylece Allah’ın nîmeti olan
kar, O’na şirk koşma aracına çevrilmektedir.
Bilim ilerledikçe sanat
geriler ve gerileşmiştir. Zîrâ bilim, rûhun bir yansıması olan sanatı yâni
soyut sanatı inkâr eder. Çünkü rûhu inkâr eder. Bu nedenle bilim, salt göze
hitâp eden somut sanatı (aslında absürd etkinlikler) ortaya çıkarmıştır. Bunu,
her-şeyde olduğu gibi, Yunan sanatını yeniden dirilterek yapmıştır. Aliya İzzetbegoviç
sanat ve bilim hakkında şunları söyler:
“Bilim
nerede olursa-olsun hep aynı, mutâbık, hareketsiz ve sâbit olan şeyleri
keşfeder; sanat ise ‘durmadan yeniden vücûda gelmek’ demektir. Sanâyiye mahsus
olan serîdir; hâlbuki sanata mahsus olan orijinâldir. Bilim keşfeder, sanat
ortaya koyar. Bilimin keşfettiği uzak bir yıldızın ışığı bundan evvel de vardı.
Sanatın bizi âniden aydınlatan ışığı ise, sanatın kendisi tarafından o-anda
yaratılmış olur. Sanat olmadan o ışık aslâ meydana gelmez. Bilim mevcut olanla
uğraşır; sanat ise vücûda gelmenin kendisidir. Bilim kânunları keşfedip
onlardan yararlanmak ister, sanat eseri ise -tam tersine- kâinattaki düzeni
araştırmadan yansıtır”.
Batı’da sanat, din ve bilim
temsil üzerine kuruludur. Hakîkati temsil ettiklerini iddiâ ederler. Oysa
hakîkati temsil eden şey Allah’ın yarattığıdır. Allah’ın yarattığından başka
hiç-bir şey hakîkati temsil edemez. Hakîkati etmeyen şey ise bâtılı temsil
eder. Bâtıl olan ise İslâm’dan değildir.
Modern sanat yâni sanatın
sapıtması Rönesans ile birlikte başlamıştır ki Rönesans, “klâsik Yunan ve Roma
dönemine yâni paganizme geri dönüş”tür. Zâten Rönesans’ın sonucu olan modernizm
de “paganizme geri dönüş”tür, modernizm, paganizmdir. Bir yazıda Rönesans ve
sanat hakkında şunlar söylenir:
“Rönesans
kavramı yaygın biçimde özellikle sanatta yenilikle bağlantılı olarak düşünülür.
Ortaçağ Avrupa’sı 12. yüzyıldan îtibâren zâten yeni bir atılım ve yaratıcılık
içindeydi. Müzikte, tiyatroda ve şiirde bugün bizi hâlâ etkileyebilen yeni
biçimler ve tarzlar ortaya çıktı. Bu sanatlar 15. yüzyılda artık açık biçimde
Tanrı’nın hizmetinde bulunmakla sınırlı kalmıyordu. Sanat bağımsız hâle
geliyordu. Türleri giderek daha kapsamlı, daha dünyevî oluyordu. Rönesans
sanatı 15. yüzyılın ikinci yarısıyla 16. yüzyılın ilk yarısında doruğuna
ulaştı. Bu dönem Rafaello (ressamlığın yanında mîmardı), Michelangelo
(heykeltıraş, ressam, mîmar ve şâir), Leonardo da Vinci (ressam, mühendis,
mîmar, bilim-adamı ve heykel-tıraş) ve pek-çoklarının yaşadığı dönemdi. Rönesans’ta
bu tür çok-yönlü kişiler büyük rağbet görüyordu. Bu sanatçılar insan
mükemmelliği konusundaki görüşleri geliştirdiler. Rönesans’ın yarattığı üslup
yenilikleri devrimci olsa da bunları hayli aşan esas başarısı; Hristiyan
sentezi ve kilisenin kültür üzerindeki tekelinin sonunda kırıldığını gösteren
bir işâret olmasıydı. Klâsik çağ ve hristiyan mitolojisi arasında yavaş-yavaş
beliren farklılık bunun bir göstergesiydi”.
Tepki almaması yada daha az
alması için yenilikler “perdelenmiş ve kısıtlanmış sanat” ile gösterilir ilk
başta. Paganizme dönüş olan modern sanat da insanların direk olarak
çıplaklaşmasıyla değil, çıplak resim ve heykeller yapılmasıyla başlamıştır.
Böyle alıştırılmıştır insanlar çıplaklığa. Tabi buna tiyatro da eşlik eder.
Mahrem sözler ve giyinişler ilk önce buralarda ve bu şekilde başlar. Günümüzde
de bir sapıklık ilk önce sinema ve televizyonlardan sergilenmeye başlar. Göz
alıştığında beyin de kabûllenir. Böylece insanlar televizyon ve sinemalarda
gördüklerini kendileri de yapmaya başlar. Zamanla herkes televizyon ve
sinemadaki gibi konuşur, giyinir ve hareket eder. Sonunda hayat modern sapık
sözde sanatlara ve göze hitâp eden iletişim ve görselliğe göre düzenlenir.
Michelangelo’nun “Âdem’in
Yaratılışı” adlı tablosunda; insan ırkının babası, güç ve dramatik etki
bakımından, parmağıyla ona hayat veren yaratıcısını bile gölgede bırakan dev ve
kahraman bir kişilik olarak betimlenmişti. Çünkü resimde, resmi yapılan kişi
olağan-üstüleştirilip ilahlaştırılır. Hristiyan azizlerinin resimlerinin
ikonalara dönüşmesi gibi -ki bunlardan medet umuyorlardı-, birilerinin
resimleri-fotoğrafları da ikona hâline gelmiştir-getirilmiştir. İnsanlar ünlü
şarkıcı, futbolcu, oyuncu vs. kişilerin resimlerini ikona gibi duvarlara asıp
onlara hayrân-hayrân bakmaktadırlar. Bu, onları “fotoğraflar üzerinden
ilahlaştırmak” anlamına gelir. Fotoğraf ve resmin özünde, fotoğrafı çekilen ve
resmi yapılan şeyin-kişinin ilahlaştırılması vardır.
Peki batı’lılar bunu niçin
böyle yapmışlardır ve yapmaktadırlar?. Bunun arkasında aslında yahudi-hristiyan
inanışı vardır ve bu şu âyetlerde ifâdesini bulur:
“Tanrı, ‘kendi sûretimizde,
kendimize benzer insan yaratalım’ dedi. ‘Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara,
evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun’. Tanrı insanı
kendi sûretinde yarattı, onu Tanrı’nın sûretinde yarattı. Onları erkek ve dişi
olarak yarattı. Onları kutsayarak, ‘verimli olun, çoğalın’ dedi, Yeryüzünü
doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde
yaşayan bütün canlılara egemen olun” (Yaratılış 1: 26-27).
Meselâ çok güzel yüzlü mâsum
bir çocuk var diyelim. O çocuğun yüzü resmedileceğine, onun yüzüne bakmak, ona
bir şeyler söylemek, başını okşamak, yiyecek-içecek bir şeyler vermek daha
doğru değil midir. Çocuğun yüzünün çizildiği resim, Allah’ın yarattığı-çizdiği
çocuğun hakîki yüzünden daha mı üstündür ki çocuğun yüzüne bakılmazken resme
hayran olunuyor!. Şeytan insanı işte böyle kandırır. Tabi bu, sâdece çocuk yüzü
için değil, yaratılmış olan her-şey için geçerlidir.
Fotoğraf için en çok
kullanılan sözlerden biri şudur: “Ânı ölümsüzleştirmek”. Bakın fotoğraf nasıl
da ölümsüzlükten bahsediyor. Allah’tan başka hiç-bir şey ölümsüz olmamasına
rağmen ölümsüzlükten bahsediyor. Kameraya, fotoğraf makinesine ve mikrofona bir
tapınma var. Modern insan bunların karşısında bir heyecâna kapılıyor ve esas
duruşa geçiyor.
Fotoğraf ve de video, ölüme
meydan okur gibidir. 100 yıllık fotolardaki insanlar ölmüştür, mekân da
değişmiştir ama fotoğraf aynıdır, değişmemiştir. Tabi fotoğrafı üzerinde
taşıyan kağıdın da bir ömrü vardır.
İslâm sanatında perspektif
yoktur. (Perspektif: Eşyânın ve nesnelerin uzaktan görünüşü. Benzer olan.
Nesneleri göründükleri biçim ve durumlarıyla bir yüzey üzerine çizme tekniği).
İslâm sanatında perspektifin olmamasına dayalı olarak minyatürün dışında insan
başka türlü çizilemez. Belki karikatür istisnâ olabilir. Tabi karikatürü fitne
çıkarmak için kullanmak sanat değildir. Fitne çıkaran ve ifsâd eden hiç-bir şey
sanat olamaz. Batı çiziminde insan görüntüsü ve gerçekliği birbirinden
ayrışmıştır. Gerçek ile yapılan resim-heykel aynı değildir. Modern sanatta
ortaya koyulanlar, o şeyin gerçek hâli değildir. Hiç-bir roman, bahsettiği şeyi
olduğu gibi ve mükemmelleştirmeden anlatamaz ve anlatmaz da. Çünkü ancak o
zaman bir fark oluşturabilir ve insanların dikkatini çekebilir. Ama aslında
romanda bahsedilen şekliyle bir varlık ve yaşanmışlık yoktur ve olamaz da. Zîrâ
anlatılan şey doğal ve normâl değildir.
Empresyonizm
yada İzlenimcilik akımı nedir?. Şöyle târif edilir: “İzlenimcilik doğadaki
unsurların kişinin kendisinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri
yansıtmayı hedefler. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar doğayı ‘objektif
bir gerçek olarak değil’, kendilerinde yarattığı izlenimi resme (veyâ edebi
esere) aktarırlar”. Yâni modern sanatlar, gerçeğin değil, o şeyin kişide
oluşturduğu hayâllerdir. Zîrâ modernizm, bir mükemmelleştirme uygarlığıdır ve
her-şeyi mükemmelleştirmek ister.
Allah, zamandan ve mekândan
münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Modern
sanat -hâşâ- Allah’la kakışmakta ve ona diklenmektedir. Çünkü yaptığını O’ndan
daha mükemmel yaptığını, ortaya koyduklarıyla sessizce ve zımnen söylemiş olur.
“Bak, Sen’den daha iyisini, güzelini ve kusursuzunu yaptım” demeye getirir. Bu
yüzden haddini bilen müslümanlar resme ve heykele sıcak bakmamışlar ve resmi
soyutlayarak minyatüre, romanı da anlatıya indirgemişlerdir.
Aslında fotoğraf da bi-ince
sorunludur ama birebirlik fotoğrafta çok belli olduğu için pek de sorun teşkil
etmez. Tabi fotoğrafçılıkta da görüntülenen şey en ideâl şekilde görüntülenmek
istendiği için ortaya çıkan fotoğraf, “olduğundan fazlası”dır. Fotoğrafı öyle
bir açıdan çekerler ki, baktığınızda her zaman gördüğünüz yerin orası olduğundan
emin olmazsınız. Bir keresinde İstanbul’daki Yeni Câmi’nin bir fotoğrafını
görmüştüm. Fakat çok değişik geldi. Çünkü ben o Câmi’yi önünde oturup
seyretmiştim. Fakat fotoğrafçı ışığı ve açıyı öyle bir ayarlamış ki, Câmi’nin
resmi çok farklılaşmıştı.
İlginçtir ki, Allah’a rağmen
ilah gibi sanat yapmaya kalkan ve böylelikle Allah’a hakaret eden insanlar da
aslında Allah’ın bir sanatıdır. İnsanın kendisi bir sanattır. Allah’ın sanatı,
O’na sanat ile karşı çıkmaktadır.
Modern sanatlar ise zâten
dediğimiz gibi “sanat” falan değildir. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, aşırılığın
ve putperestliğin adını aşk ve sanat koymuşlar. Rûh yok, mânâ yok ama küfür,
şirk, haram ve ahlâksızlık var. Materyâlist-pozitivist bilim, madde ile mânâyı,
arasına derin uçurumlar koyarak ayırdı. Artık modern insana göre madde başka
bir şey, mânâ başka bir şey oldu. Hâlbuki bir ağaca baktığınızda eğer “odun”
görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda “hârika bir sanat” görüyorsanız mânâyı
görmüş olursunuz. İşte modern insan bu bakış-açısını kaybetti.
Sanatta, ilimde olduğu gibi
“bilgi ve tecrübe birikmesi” yoktur. Sanat, ilham ile açığa çıkar.
Resim hakîkatin tüm
boyutlarını yansıtamaz. O sâdece varlığın maddî boyutunu yansıtabilir. Bu
nedenle resim Allah’sızdır. Varlığı tüm boyutlarıyla ve rengi, kokusu ve
sesiyle yansıtan hârika bir doğa varken resim yapmanın bir gereği ve anlamı
yoktur. Modern somut sanat, dînî-doğal soyut sanata karşı çıkarılmıştır. Soyut
sanat yapıyorum diye absürd şeyler yapmak doğru değildir ve absürd olan ‘sanat’
değildir. O yüzden sürrealist resimlerin sanat değeri yoktur ve onlar saçmalık
yada absürdlüktür.
Fotoğraf ve resim,
söylendiği gibi, bir şeyi-kişiyi ölümsüzleştirmez. O şeyin yada kişinin,
resminin yapıldığı yada fotoğrafının çekildiği o zamanki durumun geçip
gittiğini yâni öldüğünü gösterir.
Sanat soyut olmak zorunda ve
dünyâya benzetilmemelidir. Çünkü hakîki sanat, âhirete öykünmek ile ortaya
çıkar. Dünyâ’da olmayan şeyi ortaya çıkarmak şeklinde. Sanat âhiretten mülhemle
yapılması gerektiği için, sanat dinden neş’et etmelidir. Dinden kopuk sanatlara
şeytan mutlakâ müdâhale eder ve böylece absürd yada ahlâksız sanat şekilleri
çıkar ortaya. Modern sanat işte böyle ortaya çıkmıştır. Dinden vazgeçildiğinde
modern sanat ortaya çıkmıştır. Modern sanat, dînî-doğal sanatın inkârının bir
sonucudur. Bu yüzden sanat “Dünyâ’da olmayan ve bulunmayan”dan olur. Buna göre
resim, fotoğraf vs. sanat değildir. Resim ancak minyatür şeklinde olursa sanat
olur. Çünkü minyatürde doğayı ve insanı taklit yoktur. Zîrâ minyatürlerde
olduğu gibi bir doğa ve insan yoktur. Olan bir şeyi tekrâr etmek, ilahlığı
tekrâr etmek anlamına gelir ki, modern sanatta ve sanatçıda bu çok bârizdir.
Yalnız tek bir âlem olsa sanat imkânsız olurdu. Fakat karikatürler minyatür
gibi değildir. Karikatürler dalga geçme ve küçük düşürme araçlarıdır.
Aslında resim ve fotoğraf,
Dünyâ’da olanlarla ilgili olmak zorunda olacağı için, “orijinâl olan üzerinde
yeniden çalışmak” demek olacaktır. Yapılan resim ve çekilen fotoğraf yalın
hâlinde orijinal olanda daha çirkin olacaktır. Zâten resmi ve fotoğrafı
düzenlemek bu nedenle yapılır. Bu aslında somut olan tüm sanatlarda böyledir.
Oysa soyut sanat kıyas yapılabilecek bir şey olmadığı için her zaman
orijinâldir ve bu yüzden etkili olur, niteliğinden bir şey kaybetmez.
Modernite eklemeye ve
çoğaltmaya dayandığı için modern somut sanat da ekleme ve çoğaltma yapar ama
hiç-biri özgün olamaz. Oysa soyut sanat özgündür, orijinâldir, Dünyâ’da
karşılığı yoktur. Dünyâ’da yada kâinatta karşılığı olan şeyler sanat değildir. Onlar
kötü kopyalardır ki hiç gereği ve lüzûmu yoktur. Sanat ilhâmını Dünyâ’dan
değil, mânevi hayattan, meta-fizik hayattan alır. O yüzden hakîki sanat,
“gözlemin bir sonucu” olarak değil, “ilhâmın bir sonucu” olarak açığa çıkar.
Sanat, olmayan bir şeyi açığa çıkarma ustalığıdır ve öyle olmalıdır. Sanat
aslen bu Dünyâ’ya âit olmayan bir şeydir ve gözlemden ziyâde ilhâma dayanır.
Müslümanlar Endülüs’te
muhteşem bir sanat eseri olan El Hamra sarayını yapmışlar, birileri de gidip
onun resmini yapıyor tada fotoğrafını çekiyor ve sanat icrâ ettiğini
zannediyor. Şimdi El Hamra Sarayı “sanat” ise, onun resmi ve fotoğrafı nedir?.
O da mı sanattır?. Tabî ki de değildir. Çünkü sanatın kopyası “sanat” olmaz.
İslâm sanatın, hiç-bir fenomeni ortaya koymayan ifâde biçimlerinden ibârettir.
Sanat zâten odur.
Aslında her insan kendi
çapında bir sanatkârdır, çünkü zanaatkârlık özelliği vardır. Allah her insanı
ona özel bir zanaatla yaratmıştır. Bu nedenle insan, eğer bir müdâhale
yapılmazsa Allah’ın kendisine bahşettiği zanaatı ve sanatı ortaya çıkarır.
Fakat modernite zanaatı bitirdiği ve teknolojiye indirgediği için, zanaatkârlık
ve dolayısı ile hakîki sanatkârlık da bitmiş yada bitme noktasına gelmiştir.
Artık geriye modern anlamda absürd ve gayr-ı ahlâkî bir “sözde sanat”
kalmıştır.
Modernlerin ilkel dedikleri
eski zamanlarda yaşayan insanlar, henüz demir çağına bile girmemişken hârika
sanat eserleri ortaya çıkarıyorlardı ki modern insanlar bunlardan hâlâ
etkileniyor. Demek ki sanat gelişen ve ilerleyen bir şey değildir. Bu nedenle
“modern sanat” diye bir şey olmaz. Bir şey sanatsa sanattır, değilse de
değildir. Eskisi-yenisi olmaz. Modern sanat diye bir şeyin kabûl edilmesi,
sanatın gerilemesidir. Zîrâ sanattan rûhu ayırdığınızda orada sanat falan
kalmaz.
İlerlememek sanatın
tabiatında vardır. Sanat ilerlemez. Sanat hep yeni baştan başlar. O hâlde
“modern sanat” diye bir sanat olamaz. Sanat, modern araçlar geliştikçe
gerilemiştir. Çünkü teknoloji ile birlikte zanaat bitmiştir. Modernite,
“insanların başlarını kaşıyacak vakitlerinin olmadığı” bir sistemdir, bu
nedenle o hârika sanat eserlerinin ortaya çıkması mümkün olmuyor. Oysa eskiden
insanların zamanı çoktu ve ince-ince işlenmiş sanat eserleri hâlen buram-buram
rûh taşımaktadır. Eskiden zamânı bol olan insanlar, evlerinin kapılarını bile
birer sanat eserlerine çevirmiştir. Sanat ile zanaatın buluşmasıyla kapısına
yaptığı hârika şekiller, buram-buram rûh tütmektedir.
Târihi sırasına göre; resim,
roman, fotoğraf, sinema, televizyon, bilgisayar ve sosyâl medya etkinlikleri,
son 500 yıldır dinden boşalan yerin ve insanda oluşan mânevî boşluğun, hayâli
şeylerle doldurulma çabasıdır. Zîrâ insan sâdece maddeden müteşekkil bir varlık
değildir ve sâdece yeme-giyme-gezme ve üreme gibi şeylerle tatmin olamaz. İşte
1.500’lü yıllarda başlayan süreçte Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanâyileşme
ve Modernleşme gibi beşerî-şeytânî sistemler, felsefeler, düşünceler ve
ideolojilerin bir yansıması olan ve
adına “sanat” denilen şeyler, dinden boşalan yeri doldurmak için ortaya çıkarılmış
etkinliklerden başkası değildir. Fakat bunlar insanın boşluğunu doldurabilecek şeyler değildir, zîrâ geçicidir,
taklîdîdir, hayâlîdir. İnsanın tatmin olması için hem bedenen-zihnen hem de kâlben
tatmin olması şarttır ki bunu sağlayabilecek olan tek şey “Allah’ın zikri olan
vahiy yâni Kur’ân’dır. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olabilir.
Batı’nın sanat yeteneği
olmadığı için -ki zâten modern-bilimi ve teknolojiyi bu nedenle geliştirmiştir-
yapmaktan çok yıkma ile ilgilenirler. Doğu, sanat ile yeryüzünü îmâr ederken,
batı, modern-bilim ve teknoloji ile ürettiği bombalarla yeryüzünü ifsâd
etmektedir. Rûhlarını tatmin eden eşsiz sanat eserleri yapamayanlar, tesirli
bombalar yapmaya ve nefislerini tatmin edip kışkırtmaya başlarlar. Aliya
İzzetbegoviç, sanat hakkında şunları söyler:
“Taştan
yapılan ilk heykel, bir puttu. Heykelcilik sanatı tümü ile ve kökeni îtibârıyla
putperestliğe âittir. İslâm’ın ve bâzı daha az personâlist dinlerin bu sanata
karşı müsâmahasızlığına bu açıdan bakmaktayız.
Sanat için
‘şeyler’ umûmî olarak değil, müşahhas olarak mevcuttur. Şâirin bahsettiği
ıhlamur ağacı, aslâ botanikçinin tanıdığı umûmî ıhlamur ağacı değildir; fakat
evinin bahçesinde bulunan mis kokulu ve gölgesinde çocukluk rüyâlarını gördüğü
muayyen bir ağaçtır. Sanat daha hakîkî bir tarzda tasvir ediyor; çünkü mevcut
olan her-şey ferdîdir.
Bir resmin
orijinâli ile kopyası arasındaki fark nicelikle nasıl îzah edilebilir?.
Orijinâl, güzellik vasfına sâhiptir; buna karşı ‘her kopya çirkindir’. İlim, astronominin
çocuğu (Bergson) olduğu gibi, sanat da dînin çocuğudur. Eğer yaşamak istiyorsa,
sanat, tekrar-tekrar bu kaynağına dönmeye mecburdur.
Stalin ve
Zhdanov zamânında Sovyet bilimi, atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük
hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerinde idi, çünkü sanat bambaşka
bir dünyâya, bambaşka bir düzene âittir.
Mîmârî,
istisnâsız her kültürde en yüksek dereceye mâbetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan
ve Kamboçya’daki iki bin senelik tapınaklar, İslâm dünyâsı câmileri, Kolomb
öncesi Amerika’nın mâbetleri için olduğu kadar 20. asırda Avrupa ve Amerika’da
inşâ edilen kiliseler için de câridir. Çağımızda büyük mîmarlardan hiç-birisi
bu çağrıya mukâvemet edememiştir.
Kenneth
Clark katolik memleketlerde bir bakıma demode oluşundan sonra kiliselerin
yerine operaların geçtiğini kaydediyor. Ve yalnız bu değil: Opera binâsı,
şimdi, -bir zamanların katedrâli gibi- şehrin en güzel ve en anıtsal binâsıdır
Absürd…Pollck,
tuvâl üzerinde yürümekle veyâ tuvâl üzerine boya tüpleri sallamakla resim
yapardı. Rauschenberg, bir sergisini muhtelif büyüklükte bir sürü bomboş ve
bembeyaz tuvâlle açmıştı. Yves Klein, 1954’te Madrid’de, tek renkte on
yapraktan meydana gelen bir albüm yayınlamıştı. Amerikalı piyanist John Cage
‘Dört dakika ve 33 sâniye’ adlı bir kompozisyonda, oldukça uzun bir müddet,
çalmadan, piyano başında oturmuştu.
Sanat
eserinin eşsizlik vasfını hâiz olması esas şarttır. Sanat eseri çoğaltılınca
yok olur. Sanat, ‘îcâd etme’dir. Sanat, iç-dünyâmızın hakîkatlerine âittir,
gerçeklerin dış dünyâsına değil. Onun için samîmî ve gayr-ı samîmî sanat
arasında, ilhama dayanan bir şiirle
ısmarlama bir şiir arasında tefrik yapabiliyoruz.
Tespit
edelim ki tamâmen anlaşılan eserler aslâ yoktur. Zîrâ sanat eseri her-şeyden
önce bir iç mesele, bir sır, bir inanç meselesidir”.
İnsan bir sanattır; En
Mükemmel Sanatçı tarafından yaratılan. “Sanat”ın, kendisi gibi bir sanat
yapması olmaz. Zâten yapamaz da.
İçine rûh katılmamış hiç-bir
şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri sanat değildir. Teknoloji
geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ teknoloji ruhsuzdur.
İnsanı estetik hâle
getirecek ve inceltecek olan şey olan şey kültür ve sanattır. Kültür ve sanatı
olmayanlar kaba insanlar olurlar. Tabi sanat, kişiyi çok da yumuşatıp eritmemelidir.
Çünkü Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde dengeli bir sanat anlayışı ve uygulayışı
olmalıdır. Fakat bir “amaçsızlık uygarlığı” olan modernite, siyâseti,
ekonomiyi, âile yaşamını, dîni ve sanatı farklılaştırır ve onu mânevî ve
mata-fizik olandan kopartarak akılcı ve pozitivist hâle getirir.
Modern sanat Dünyâ’dan
umûdunu kesince, hayâli dünyâlar ortaya koymak üzerine kurulmuştur. Gerçeğin
yerine “gerçekmiş” gibi konan her-şey putlaşır. Somut sanat eserleri,
yansıttıkları nesneyi yada varlığı sanki sonsuzmuş gibi gösterirler. Modernler
sanatı bir “yaratma” olarak görürüler. Aynayı doğaya tuttuklarını söylerler.
Fakat sanatın amacı, nesnelerin dış görünüşünü değil, iç-anlamını
göstermelidir. Çünkü, nesnelerin gerçeği budur, aşırı gitme ve ayrıntı değildir.
Bu zihin zevki, bir insanın yükselebileceği en yüksek zevk biçimidir. Bir şeyin
aynısı zâten doğada var ise, bunu taklit etmenin ne gereği ve anlamı vardır?. O
şey doğada zâten en iyi şekilde bulunuyor. İnsana bunu yaptıran şey, şeytan ve
kibridir. Kendini tanrı gibi gören kibri. Bunu yapanlar Allah’a öykünmekte ve
onu taklit etmek istemektedirler. Fakat bunu “birebir” olarak yapmak istemeleri
doğru değildir.
Taklit her zaman “kötü
taklit”tir. Taklidin kaderinde bu vardır çünkü. Zîrâ hiç kimse Allah’ın
yarattığı gibi yapamaz.
Bizi Allah’ın zâtı değil,
sanatı bağlar. Sanat, devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim siyâsetler,
biçimsiz mîmâriler üretir.
Modern sanat ahlâklı
değildir, sanatın bir ahlâkîliği vardır ki bu sanat “soyut sanatta veyâ zanaat
ile görülür. İslâm’da sanat ve zanaat aynı şeydir, sanatkârla zanaatkâr
arasında fark yoktur. Zanaatkâr, işini bir sanat şeklinde yapar. Modernite
sanat ile zanaatı ayırmıştır. Meselâ müslümanlar bir usturlap yaparlardı ama
usturlap aynı-zamanda soyut motifler içeren bir sanat ürünü olurdu. Tabi bu,
orijinâl şeyler için geçerlidir. Yoksa bir kaşık ustasının yaptığı şey
zanaattır ama sanat değildir. Ne var ki sanat içeren kaşıklar da yapılabilir.
Demek ki her sanat bir zanaat içerir ve içermelidir, fakat her zanaat sanat
değildir. Larry Shiner bu konuda şunları söyler: “Eski dünyâda tıp ve askerî
stratejiden tutun da çömlekçilik ve şiire kadar uzanan çeşitli sanatları icrâ
eden insanlar, modern anlamda ne ‘sanatçı’ ne de ‘zanaatçı’ değil ‘zanaatçı-sanatçı’ydı;
yâni becerikli ve incelikli icrâcılardı”. Sanat ile zanaat arasındaki ayrım
Rönensans ile başladı.
Hem zanaat hem de sanata
örnek olan sanatlar içinde; bakırcılık, telkari, varak zanaat ve sanatları
vardır. Demek istediğimiz, sanat aynı-zamanda zanaat da olmalıdır. Modern
sanatlar ise zanaat içermeyen aktivitelerdir.
Klâsik-soyut sanatta herkes
zanaatkâr ve dolayısı ile işini el-emeği ve göz-nûru ile yaptığı için
aynı-zamanda sanatçıydı. O muhteşem halılar-kilimler, baş-örtüleri, kanaviçeler
vs. birer sanat ürünüydü. Modern hayatta moda-mod yaşayan modern kadında bir
estetik zevki pek yok. Sanat bir zevktir. Hayâli ve zevki olmayanın, içinde
burâm-burâm rûh tüten olan bir sanat ortay koyması düşünülemez. Buz gibi bir
şey çıkar ortaya.
Destanlar daha çok kamu
alanına hitâp edip toplumun genel anlayışını verirken, romanlarda daha çok
birey anlatılmakta, olaylar bir kişinin etrâfında dönmektedir. Yâni roman bireycidir. Roman bireycilik-merkezlidir ve birey romanda
“süper-insan” olmuş ve ilahlaştırılmıştır.
Göze hitâp eden fotoğraf,
sinema, televizyon ve tiyatro, bir “imaj kültürüdür” ve imajı ilahlaştırır.
Sinemada, fotoğrafta ve televizyonda izlediğiniz kişileri gerçek hayatta zor
tanırsınız. Zâten somut-modern sanatlar hep yahudilere ve küresel sermâyedarlara
hizmet eder. Hollywood konusunda araştırma yapıp kitap yazan Alice Bach şöyle
der; “bir şey gerçektir ki o da Amerikan film endüstrisinin Doğu Avrupa kökenli
yahudiler tarafından başlatıldığıdır”. Özellikle sinema ve televizyon. Hiç-bir
ahlâk-kuralı tanımadan, yalnız para kazanmaya odaklanan iş-adamlarının ürettiği
şiddet içeren ürünlerin “görsel sanat” adı altında pazarlanması sanat açısından
bir aldatmacadır. Zâten sinemanın ulaştığı yer, erotizm ve porno olmuştur.
Kulağa hitâp eden, yıllarca
hattâ asırlarca severek dinlenen şarkılar, ilâhiler vardır. Meselâ Dede
Efendi’nin “Yine Bir Gül Nihâl” şarkısı gibi şarkılar ve Peygamberimiz için
söylenen “Talâ âl Bedru Aleyna” ilâhisi hâlâ aynı heyecanla söylenip
dinlenirken, göze hitâp eden popüler şarkılar ise kısa zamanda kulakları
tırmalar hâle gelir.
Popüler somut sanat,
mahremiyeti delen bir şeydir. O yüzden mutlakâ sapıklığa yönelir. Zîrâ modern
somut seküler sanatlar “teşhircilik”tir.
Sanatta gelişme olmaz. Rûha
hitâp eden şeylerde bir “gelişme” olmaz çünkü. Sanat, “ölmez eserler”dir. Ancak
“ölmez eserler” sanattır. Bin yılları aşan eserler sanattır. Bin yıl sonra bile
insanın rûhuna hitâp edebilen şeyler sanattır. Sanat bilim ile karıştığında
sanat olmaktan çıkar ve ona sanat demek imkânsız olur. O yalnızca “bilimsel bir
etkinlik”tir.
İslâm’da sanat eserleri hâlâ
muhteşemliğini korumaktadır ve burâm-burâm rûh içermektedir. İspanya’daki
Elhamrâ’dan, Hindistan’daki Tac Mahâl'e kadar sanat eserleri İslâm’ı
haykırmaktadır.
Müslümanlar en yüksek bir
süsleme unsuru olarak yazıyı kullandı. Genellikle Kûfî hurûfâtını kullandı;
harfleri yükseltti, yaydı, genişletti; yahut nokta ve çizgilerle süsleyerek
alfabeyi bir sanat malzemesi gibi kullandı.
İslâm, müziği yasak
etmemişse de, sınırlamıştır. Kur’ân’da müzik için yasak yoktur. Fakat müzik
göze değil kulağa hitâp edecek şekilde olmalıdır. Çünkü müzik kulakla
alâkalıdır. Modern zamanlardaki müzikler kulaktan çok göze hitâp ediyor ve bu
nedenle de çığırından çıkmış durumdadır. “Sâdece göze” hitâp eden şeyler yoldan
çıkmaya ve çıkarmaya çok uygundur. Klip gibi bir saçmalık çıkmıştır ortaya.
Müzik ile klibin ne alâkası vardır?. Güzel müzikler yapılamadığı için bu açık
göze hitâp eden klip ile kapatılmaya çalışılmaktadır. Oysa müzik gözle değil
kulakla ilgilidir. İslâm târihinde daha çok enstrümantâl müzik kullanılmıştır.
Bu sâyede bâzı hastalıkların tedavisi bile yapılmıştır. Hz. Dâvûd’un da türkü
söylediğinden bahsedilir ki “dâvûdî ses” ona isnât edilir.
Şiir ise baştan-başa bir
sanattır. Söz sanatı. Târih boyunca doğu ve İslâm şâirleri hârika eserler
ortaya çıkarmışlar ve hâlâ dillerde pelesenk olan sözler etmişlerdi. Doğrusu
insan o sözlerin nasıl edildiğine şaşırıyor. Fakat, Kur’ân karşısında diller
tutulur ve şâirlerin sözleri de yavan kalır. Çünkü Allah’ın sözünün üstünde bir
söz söylenemez.
Sanat netîcede, coşan rûhun
dışarıya bir yansımasıdır. Fakat sanat bir ibâdet neşvesiyle yapılamaz, çünkü
ibâdet ayrı, sanat ayrı bir şeydir. Üstelik sanat, ibâdetin o mânâsına ve
derinliğine hiç-bir zaman ulaşamaz. Lâik-seküler sözde sanatta, dans edenler,
şarkı söyleyenler, enstrüman çalanlar vs. kendinden geçercesine bir coşkuya
kapılıyorlar. Yaptıklarını ibâdet neşvesiyle yapıyorlar ki, buna sanat değil,
bir sarhoşluk hâli denebilir belki.
Sanat doğuştan gelir. Sanata
doğuştan gelen bir iştiyak yoksa eğer, eğitimle ancak belli bir sınıra kadar
gelinebilir. İştiyak ne kadar çoksa ve gayret ne kadar fazlaysa sanat yolunda o
kadar ilerlenir. Zorla sanatkâr olunamaz.
Şu da var ki, (genellemeden
söylüyorum) sanatçılar genelde muhâfazakârdırlar ve etliye-sütlüye pek
karışmazlar. Cennetteymiş gibi yaşarlar. Sanatçılık biraz da bunu gerektirir
belki de. Lâkin sanatkârların mücâdele ruhları yoktur, bir zulme karşı çok
duyarlı olmadıkları gibi, duyarlı olanlara bile engel olurlar. Çünkü sanatçılar
her zaman sultânın yanında yada ona yakındırlar. Aksi-hâlde onları
destekleyecek kimse olmaz.
“Sinemanın, resmin,
fotoğrafçılığın, tiyatronun, balenin, oyunculuk içeren operanın ve televizyonun
yâni modern somut sanatların çok büyük bir etkisi var, o yüzden bunlar çok
önemlidir” diyorlar. Oysa bunlardan etkilenmek, insanların ne kadar
seviyesizleştiğinin bir göstergesinden başkası değildir. İnsanların çoğunun
bunlardan etkilenmeleri karşısında söylenecek söz: “Bırakın, daldıkları
bataklıkta oyalanıp dursunlar” sözünden başkası değildir.
Sanat zâten estetik ve
hârika bir görünümü olan bir şeyi kopyalamak değil, meselâ hiç-bir özelliği
olmayan bir tahtayı yada taşı oyup, onun mîmârî bir eser hâline getirmektir.
Ona soyut bir şekil vermektir.
1980’den sonra Dünyâ’da
“târihin sonu”na gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna kıyâmete kadar
gelinemez ama modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na gelinmiştir.
Kâinatta ve doğal dünyâda
“sanat” olmayan hiç-bir şey yoktur.
Sanat herkesin etkilendiği,
asırları aşarak iz bırakan eserlerdir.
Allah’ı hesâba katmayan
sözde sanatta “kibirli bir debdebe” vardır ki bu debdebe, isyân içerir.
İslâm’da ise sanat
Allah-merkezlidir. Tüm ilhâm Allah’ın yarattıklarından ve gönderdiği vahiyden
alınır. Çünkü İslâm’da sanat da “Allah için”dir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder