19 Haziran 2019 Çarşamba

Târihselcilik Üzerine



“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Târihselcilik, “Kur’ân’ın bir bölümüne (Mekke) inanıp bir bölümünü (Medîne) ise târihte bırakmak” demektir ki aslında bu, Kur’ân’daki çoğu âyeti “tınlamamak” anlamına gelir. Zâten târihselciler çoğunlukla Medenî âyetlerden oluşan bu âyetlere “ölü âyetler” demektedirler.

Târihselcilik, “Kur’ân’ın belli bir târihî dönemde indiği, o târihe hitâp ettiği, indiği zamâna uygun bir metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin tamâmının tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece ahlâkî yada Mekkî sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin -ki özellikle Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği târihle ve Mekke ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl önceki hükümlerin çağımızda bir uygulama alanı olmadığından dolayı artık nesh olduğu ve geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve söylemektir. Buna göre Kur’ân’ın hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup anlaşılacak ve sâdece mânâsı (lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma tâbi tutulup günümüze taşınabilecektir. Fakat târihselcilere göre bu, çoğu âyet için geçerli değildir ve buna lüzum ve gerek de yoktur.

Bu düşünce modern bir düşüncedir. Zâten modernitenin ağır baskısı ve kuşatması altında savunmacı (apolejetik) bir düşünce olarak gelişmiştir. Bu görüşü savunanlar, batı’dan ve moderniteden, müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler ve -hâşâ- Allah’ı böyle bir metin indirerek “başımızı belâya soktuğu için” ve batı karşısında ezik duruma soktuğu için kınayacaklardır. 

Bu süreç, hristiyan batı’nın, dinden kopması ve protestanlaşması, lâikleşmesi, demokratikleşmesi ve nihâyet de kapitâlist-liberâl-beşerî politikaları dinleştirerek, dîni kâlplere ve vicdanlara hapsetmesi sürecidir. Batı’nın peşinden adım-adım gidiliyor ve modern müslümanlar da buna çanak tutuyor:

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

Ebu Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine kulacı-kulacına, arşını-arşınına ve karışı-karışına muhakkak tıpa-tıp uyacaksınız. Hattâ onlar, daracık bir keler deliğine girseler, oraya siz de gireceksiniz”. Oradakiler, “Ey Allah’ın Resûlü!. (Onlar) yahudiler ve hristiyanlar mı?” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bunlar değilse kimler olur?” buyurdular” (Kütüb-ü Sitte 7162).

Müslümanların dînî çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine, yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. İslâm ve Kur’ân, modern-bilimin nesnesi hâline de getiriliyor. İslâm ve Kur’ân, “şeytanın-tâğutların sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay verme dîni” değildir. O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini kültürünü düşüncesini vs. kurar. Onun bir devlet-medeniyet potansiyeli ve projesi vardır ve bu medeniyet potansiyeli ve projesi yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini, Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi, mühürdârı hâline getirmek ağır bir şerefsizliktir. Eğer bu şeytânî paradigmaya karşı İslâmî bir paradigma geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız çeklin ve defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, sünneti maskaraya çevirmeyin. Onu şamar-oğlanı yapmayın.

İslâm hayattan koparılıp sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getirildi. İslâm salt bir inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü olan, bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet projesidir. Hem de bu, adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir sistem değildir modern paradigma gibi. Fakat modern zamanlarda bu düşünce tersine çevrilmiştir. Bassam Tibi, “bir müslümanın iyi müslüman mı, kötü müslüman mı olduğunu soran Amerikalı bir komutana, ‘iyi müslümanı’ şu şekilde anlatmış: “Karşına aldığın bir müslüman’a “İslâm nedir” diye sorduğunda eğer ‘İslâm bir inanç sistemidir’ diyorsa iyi bir müslüman’dır. Yok eğer İslâm bir ‘yönetim sistemidir’ diyorsa o İslâmcıdır, dolayısıyla zararlıdır”.

İşte durum bu noktaya kadar gelmiştir. Batı’yı ve batı paradigmasını memnûn etmek için söylenen şerefsizce bir sözdür bu. “Paradigmanın kulu-kölesi, hattâ iti-köpeği olmak” budur işte!.

Peygamberimiz “güzel örnekliği” tüm Kur’ân için yaptığından dolayı, Kur’ân’ın hiç-bir âyeti târihte bırakılamayacak ve Peygamber’in örnekliği hem mânâ hem de maksadı da içerdiğinden dolayı, “sâdece maksadı güne taşımak” düşüncesi boşa çıkacaktır.

Târihselciliği ortaya çıkaran şey modernizmdir. Bu bakımdan târihselcilik sözde meşrûiyetini de moderniteden almaktadır. Bu bağlamda Ömer Özsoy şunları söyler:

“Müslümanlar verili durumla Kur’ân’ın hitâbı arasındaki örtüşmezliği ancak moderniteyle birlikte, şimdiki kadar net teşhis edebilmişlerdir. Kur’ân’ın verili durumunun sorunları, çağdaş müslümanın sorunlarından farklıdır. O hâlde Kur’ân’dan modern durumun sorunlarına yönelik çözümleri nasıl çıkarabiliriz?. Ayrışma noktası işte bu soruya verilen cevaplarda belirmektedir”.

Görüldüğü gibi târihselciler, velînîmetleri olan moderniteye, İslâm’ın târihsel olduğu ve âyetlerinin çok büyük bir bölümünün artık nesh olduğu yâni geçerliliğini kaybettiği için târihte kalması gerektiğini öğrettiği için şükranlarını sunacak ve sonsuz teşekkürler edecek noktaya gelmişlerdir. Oysa Kur’ân, tüm âyetleriyle tüm zamanları ve mekânları aydınlatmak için geldiğini haykırmaktadır:  

“Elif. Lam. Mim. O kitap (Kur’ân); Onda aslâ şüphe yoktur. O, muttakîler için yol göstericidir” (Bakara 1-2).

“O, âlemler için yalnızca bir öğüt ve hatırlatmadır” (Yusûf 104).

Âyetteki “âlemin” lâfzından, “bütün insanlık ve top-yekün varlık âlemi” anlaşılmaktadır. Buna göre Kur’ân, sâdece insanlara değil, bütün varlıklara; ins, cin ve melek gibi yaratıklara da mesajdır.

“Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

“De ki: Şâhidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?. De ki: Allah benimle aranızda şâhiddir. Sizi -ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahyedildi. Gerçekten Allah’la berâber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şâhidlik ediyorsunuz?. De ki: Ben şehâdet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım” (En-âm 19).

“O (Kur’ân), âlemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir” (Sâd 87).

Kur’ân’ın hiç-bir âyetinde şüphe yoktur ve tüm zamanlardaki müttakîlere yol gösterir. Ne gariptir ki, Kur’ân kendisinde hiç-bir şüphe olmadığını söyleyip dururken, târihselciler onun çelişkilerle dolu bir Kitap olduğunu söyleyip durmaktadırlar.

Bir müslümanın vahyi târihe gömmesi ve hapsetmesi olacak şey değildir. Târihselciler, “maksat-merkezli mesajı günümüze taşımaktır gâye” diyorlar. Fakat bu yolda neyi merkeze aldıkları tartışma konusudur. Bu taşımayı mevcut zamâna göre yâni seküler moderniteye göre yapmak, vahyi ve İslâm’ı mutlakâ tahrife yol açacaktır ve açmaktadır da. Zîrâ bu, Peygamber örnekliğini blôke etmektedir. Oysa sünnet-merkezli bir uygulama-taşıma metoduna başvurmak “doğru” olandır ki işte o zaman Peygamber tüm Kur’ân’ın örnekliğin yapmış olur. Aksi-hâlde Peygamber’e, tüm Kur’ân’ın güzel örnekliğini yapmadığı iftirâsı atılmak zorunda kalınacaktır.

Târihselciler vahyi 1.400 yıl öncesine hapsediyorlar. Fakat Kur’ân 1.400 yıl öncesini “karanlık” olarak söylüyor ve kendisinin, insanları “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için” geldiğini söylüyor:

“O’dur ki, sizi karanlıklardan nûra çıkarmak için size rahmet etmekte; melekleri de (size duâ etmektedir). O, mü’minleri çok esirgeyicidir” (Ahzâb 43).

Kur’ân 1.400 yıl önceki “klâsik putperestleri” karanlıklardan aydınlığa nasıl çıkardıysa, şimdi de “modern putperestleri” karanlıklardan aydınlığa çıkarabilecek tek Kitap’tır.

Târihselciler, “âyetin kendisi kaldırılmıyor ama uygulaması kaldırılıyor” diyorlar. İyi de âyet zâten uygulandığında vardır, uygulanmayan âyet ne işe yarar ki?. Olsa ne olur olmasa ne olur?. Modern zamanlara yâni 200-250 yıl öncesine kadar gelene kadar “uygulanabilir” olan âyetler, sıra küresel bir sapma olan moderniteye gelince “artık uygulanamayacağı” söyleniyor. Mustafa İslamoğlu; “târihsellik, ‘Allah ve Kur’ân söyleyeceğini söyledi, Peygamber de yapacağını yaptı, şimdi sıra bizde’ anlamına gelir” der.

Kur’ân’ın çağa uymayan âyetlerini târihe ve o zamanki insanlara has kılmak, böylece “modern eleştiriden” kurtulmak çabası İslâmî değildir. İslâmî olan şey, Kur’ân’ı çağa uydurmak değil, çağı, gerekirse altını üstüne getirerek İslâm’a uydurmaya çalışmaktır.

Kur’ân, Allah Rêsûlü’nün “güzel örneklik” ile (Ahzâb 21) evrenselliğine işâret ettiği gibi, bizzat kendileri de bu evrensel boyut üzerinde durmuşlardır. Nitekim Resûlullah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Her peygamber sâdece kendi kavmine münhasır olarak gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim” (Buhârî, Salât, 65; Nesâî Gusül, 26).

“Ben kırmızı ve siyah bütün insanlık için elçi olarak gönderildim” (Müslim, Mesâcid, 3; Dârimi,Siyer, 26).

Kur’ân’ın sâdece bâzı âyetleri değil, tamâmı tüm zamanlar, mekânlar ve tüm insanlar içindir. Fakat âyetler, şartlar oluştukça hüküm-fermâ olur. Vahyin her âyeti tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda uygulanması gerekmeyebilir ama ilmî değerlendirme bâkîdir.

Kurân’daki “ey insanlar!” lafzı kıyâmete kadar yaşayacak olan tüm insanları yâni tüm zamanlardaki ve mekânlardaki insanları kapsar.

Târihselcilikte ibâdetlerin de aşırı yoruma tâbi tutularak ve târihselliğe hapsedilerek târihte bırakmak düşüncesi vardır. Zekeriya Pak bu konuda şunları söyler:

“Târihselci düşünceye göre, toplumsal ve kültürel değişimin sürekliliği bu sonuca varmayı zorunlu kılar. Çünkü, ilk Peygamber’den son Peygamber’e kadar bütün elçiler aracılığıyla Allah’ın insanlığa sunduğu ‘din’ değişmezken, dînin müesses hâlini ifade eden ‘şeriat’ her bir peygamber döneminde, o dönemin kendi târihi şartIarı doğrultusunda değişkenlik arz edebilmektedir. Şu-hâlde peygamberlerin getirdiği mesajların bir ‘değişmeyen’ boyutu, bir de ‘değişebilir’ özellik taşıyan boyutu bulunmaktadır. Değişebilir kısımların değişkenliğini ‘târihsel şartlar’ belirlemektedir. Târihsel değişim ise süreklidir. Hz. Peygamber’in getirdiği şeriat da, Kur’ân’ın nüzûl döneminin târihsel şartları içerisinde şekillenmiştir. Bu sebeple zamanın değişimiyle değişebilecektir.

Öyleyse yapılacak iş, Kur’ân’ın değişmeyen ve evrensel ‘din’ boyutu çerçevesinde, değişebilir olan ‘şeriat’ kısmını farklı târihsellikler ortamında yeniden üretmektir. Dolayısıyla, yorumcuya düşen görev ‘hükümlerin vâzediliş esprisini kavramak ve Allah gibi yeni hükümler koymak’ olacaktır. İlhami Güler’in şu tespiti bu konudaki fikri çerçeveyi özetler mahiyettedir:

‘Şeriatların değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihâi, ebedî ve evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubûdiyet) Din’dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat’tır. Mirâsı adil bir şekilde paylaştırmak Din’dir. Fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriat’tır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinânın kötü (ahlâksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezâlandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriat'tır. Sosyâl ve siyâsi ahlâk Din’dir; fakat sosyâl ve siyâsi kurumlaşmalar şeriat’tır. O hâlde, Din sâbittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir’.

Mesela Kur’ân, ‘Kısasta sizin için hayat vardır’ (Bakara 179) derken, buradaki ‘siz’ biz değiliz, 7. yüzyıl Arabıdır. Burada Kur’ân’ın ‘ne dediği’ târihseldir ve nüzûl dönemi toplumunu göz-önünde bulundurduğumuzda, gerçekten kısasta hayat vardır. Bugün, bu âyetin bize ‘ne demek istediği’ önemlidir. Yine bugün, kasten adam öldürmeye verilecek ve mevcut toplumsal yapı içinde ‘hayat’ değerini taşıyacak cezâlandırma alternatiflerinden biri de belki kısas olabilir; ancak bunlardan hangisinin toplum için hayat değerini taşıyacağının tespitinde, Kur’’an’ın genel maksatları çerçevesinde bu günün şartları belirleyici olacaktır.

Kur’ân’ın tüm ‘dedikleri’nin, târihsel bağlamın değişimiyle birlikte ‘demek istedikleri’ne dönüştürülmesi gerektiği ilkesi, târihselci yorum anlayışının temel hareket noktasıdır. Ancak evrensel din açısından bâzı değişmezlerin de, değişebilir olanlara temel ve hareket noktası teşkil etmesi açısından tespit edilmesi gerekmektedir.

Meselâ nikâhta aranan şartların, nikâhı zinâdan ayırt etmek için arandığını, mîrastaki payların, vârislerin ölüye yakınlığı ile bağlantılı olduğunu, kadının boşanma veyâ kocasının ölümü nedeniyle iddet beklemesinin neslin karışmaması için bir önlem olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak bu bilgimiz bunlar üzerine kıyas yapmaya ve bunlarda herhangi bir değişikliğe gitmeye yeterli değildir. Meselâ, başka şeyler nikâhın zinâdan ayrılmasını sağlayabiliyorsa, söz-konusu şartlar gerekli olmayabilir veyâ rahmin temiz olduğu başka yollarla tespit edilebiliyorsa iddet beklemenin bir anlamı olmaz, şeklinde yorumlara gitmek doğru olmaz.

Kur’an’daki tüm emir ve yasaklar, nüzûl döneminin târihsel şartları içerisinde değerlendirildiğinde, ‘Kur’ân’daki yasama ile ilgili ayetlerin Arap toplumunun örfü ve tatbikâta ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğuşu’ gibi, ibâdetlerin nitelik ve niceliklerini belirleyen târihsel veriler yakalanabilir ve onlar farklı sosyâl ortamlarda yeni formatlara dönüştürülebilir. Târihselci yöntem buna rahatlıkla kapı aralamaktadır.

Namazdaki kıraat unsurunda ısrâr etmek, günümüz târihselliğini dikkate almadan nüzûl dönemi târihselliğini bu güne taşıma anlamına gelmektedir. Târihselci anlayışa göre namazda Kur’ân okuma zorunluluğu kendi târihsel bağlamında anlamlı olmakla birlikte günümüz târihselliğinde pek fazla bir anlam ifâde etmemelidir”.

Târihselcilik, vahyi târihe hapsedip, modern târihi dinleştirmektir. Târihselcilik, dîni güyâ sâbit tutup şeriatı değiştirecektir ama şeriatı neye göre değiştirecektir?. Tabî ki de hayran kaldığı mevcut modern zamâna göre. Peki mevcut zamânı şekillendiren telâkki nedir?. Allah’ı yok sayan, dîni kâlplere-vicdanlara hapseden, lâik-seküler din-dışı modernitedir. Böylece “değişmez” dedikleri din, modernitenin emrine girecek ve modernitenin lehine değişecek, sonunda da modernitenin nesnesi olacaktır. Bu durum “tersinden” evrenselcilik için de geçerlidir. Onlar da târihi tamâmen reddedip vahyi mevcut zamânda okuma ve yorumlama yoluna girmişler ama bu yorumlamayı da, mevcut zamânı baskılayan, kuşatan ve şekillendiren moderniteye uygun olarak yapmaktadırlar. O hâlde târihselcilik ve evrenselcilik aynı yanlışta ve sapıklıkta birleşerek “mevcut modern zamânı ve moderniteyi dinleştirmek” görevini yüklenmiştir. Bunu da Mecelle’nin otuz dokuzuncu maddesindeki: “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” yâni; “zaman değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” diyerek ve zamânı özne, ahkâmı ise nesne durumuna düşürerek yaparlar. İstedikleri tek şey, dînin hükümleri iptâl edip seküler-modern hükümleri dinleştirmektir. Kur’ân’ın hükümlerinin bu çağda “uygulanamaz” olduğunun sanılmasını nedeni, İslâm’ı-Kur’ân’ı değil de, modernitenin merkeze alınmasından dolayıdır.

Bir yazıda Fazlurrahman’ın târihselciliği bağlamında özetle şunlar söylenir:

“Fazlurrahman; Vahyi Peygamber’de vâr olan bir ‘sezgi gücü’ olarak tanımlar. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in zihninde bir kuvve hâlinde bulunduğunu ve olaylar meydana geldikçe kuvve hâlindeki vahyin şuur alanına çıkarak Peygamberimiz tarafından söze döküldüğünü belirtir. Kur’ân’ın Peygamber’in kâlbine toplu olarak yerleştirildiğini ve Peygamber’in Allah tarafından kendisine gönderilen Rûhûl-Kudüs ile âyetleri söyleyebilecek gücü bulduğunu, Cebrâil’in ise, Peygamber’in içinde mevcut bir meleke olup, onun sâdece bir melek olmadığını söyler. ‘Kur’ân yanılmaz ve hatâdan kesinlikle uzak olması îtibârıyla tamâmen Allah Kelâmı’dır; fakat, Peygamber’in kâlbine, sonra da diline gelmesi îtibârıyla da Kur’ân, aynı-zamanda, ‘sıradan anlamda’, tamamen Peygamber’in sözüdür, vahiy aslında Allah katından Peygamber’in zihnine gelmişse de toplumsal mesaj hâline gelişi, Peygamber’in anlama melekelerinden süzülerek gerçekleşmesidir. Yâni alınan söz ilâhî olsa da söylenen söz (Kur’ân) Peygamber’in yorumudur, ‘anlam-mânâ Allah’ındır, lafız ise Peygamber’in derlemesidir’ der.

Fazlurrahman’a göre, Hz. Muhammed’in, Mekke halkının dînî, ekonomik, sosyâl her türlü sorunuyla meşgûl olan zihni, bu sıkıntılara cevap aradığı sırada bir-anda ‘Allah’ın Rûhu’ (Vahiy Ruhu) ile irtibat kurar. Vahyin ne demek istediğini anlar ve bunu ‘kendi dili’ ile söyleyip toplumsal dinamikler doğrultusunda uygulamaya koyar. Bu irtibâtın içselliğinden dolayı kendi dili, ‘ilâhî dil’; uygulaması da ‘ilâhî uygulama’ hâlini alır. Bu nedenle de Kur’ân’ın yirminci asır müslümanları için anlamı, yedinci asır Araplarınınkiyle aynı olmayabilir. Ona göre bu yaklaşım Kur’ân’ın geçerliliğini o asra özgü kılmak değildir. Fazlurrahman’a göre, ‘çağdaş anlam’ çıkarmanın tek yolu vahyin ne kast ettiğinin anlaşılmasıdır.

Fazlurrahman, ‘Allah’ın Kur’ân üzerinden gerçekleştirmek istediği ideâlleri hayâta taşımak O’nun lafzî tâlimatlarını bire bir uygulamakla aynı şey değildir’ der. Bu Fazlurrahman’ın en ciddi iddiası olarak kabul edilir. ‘Kur’ân’ın hükümleri Kur’ân’da yazıldığı şekliyle uygulanamaz. Kur’ân âyetleri ‘kânun’ değildir. Âyetin amacına bakmak gerekir. Têsis edilmek istenen sosyâl düzen önemlidir. Ezelî geçerlilik Kur’ân’ın tekillerine değil, onların dayanağını oluşturan genel ilke ve hedeflere âittir. Kur’ân’ın bâzı metafiziksel ifâdeleri hâriç, bütün toplumsal âyetleri fiilen karşılaşılan soru ve sorunlara cevap, çözüm ve yol gösterme olarak ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın beyanları, nihâi sözler değildir. Müslüman, Kur’ân’da geçen âyetlerden bir ipucu yakalar ve onu ideâlize eder’ der.

Fazlurrahman, vahye mazhar olmayı, Peygamber’in beşeriyetten sıyrılarak, hakîkatle bütünleşmeyi, tekil olmaktan tümele dönüşmeyi, varlığın tamamıyla özdeş hâle gelmeyi, Allah’ın kelâmı olan vahiyle Allah’ın kelâmı olduğu zâti hâliyle bütünleşmeyi ve Allah’ın vahyine mazhar olduğunda vahyin Allah’ın kelâmı olarak ezeliliği ve ebediliği içinde her neyse onu idrâk ettiğini vahyin bir alma değil bir idrâk olduğunu bu îtibarla vahye mazhar olmanın vahyi idrâk anlamına geldiğini, vahyi idrâk etmenin ise vahyin bütün zaman-dışı boyutta bütün göndermelerini almak ve anlamak olduğunu, bu îtibarla da Peygamber kendisine bir vahiy geldiğinde Peygamber’in bu vahyin tüm kapsamını birden algılayıp, anlayıp gördüğünü iddiâ eder. Hz. Muhammed’in vahye sadece bir söz olarak mazhar olmadığını, vahyin talepleriyle açılımlarıyla, gâye ve amaçlarıyla birlikte mazhar olduğunu savunur. Peygamber, vahyi bütünüyle algılar. Peygamber, bütün olarak algıladığı vahyi, Arap diline dönüştürür ve tebliğ eder. Peygamber, bütün tekâmül sürecinde aldığı vahyi hayâta tatbik edilmesi noktasına gelindiğinde, o vahyi kendi târihsel koşulları içerisinde o günkü uygulama alanını gösterir.

Bugün, müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu şey Kur’ân’a gitmek ve onun ilkelerine göre yaşamaktır. Onun ilkelerine göre yaşamak ise, Kur’ân’ı bir ‘kânunlar kitabı’ değil, ‘ahlâkî ideâller metni’ olarak ele alacak bir yöntemle mümkündür. Yapılması gereken, âyetlerden İslâm’ın temel değer ve normlarını çıkarmak ve onları günümüz şartlarında uygulamaktır. Bu değerler tespit edilip canlandırıldıktan sonra, modern bir yapıya kavuşturulacaktır. Fazlurrahman’a göre, Kur’ân, bir kânun ve hukuk kitabı değildir. Allah koyduğu emirlere göre insanların yaşamasını istemekle birlikte bu emirler esas îtibâriyle hukûkî değil, ahlâkîdir”.

Bu düşüncede; siyâset, kânun, ekonomi, sosyâl hayat, eğitim vs. düzenlemeleri hep moderniteye, seküler-beşerî ideolojilere ve sistemlere yâni şeytana ve tâğutlara bırakılıyor. Müslümanlara ise -bu şeytânî sistemler içinde kalmak koşuluyla- sâdece “ahlâklı davranmak” kalıyor. Bu ise “İslâm’ı ahlâka, vicdâna ve mânâya indirgemek” anlamına geliyor.

Kur’ân’ın ne demek istediği, “ne dediği”dir. En azından Kur’ân’ın “ne demek istediği” ile “ne dediği” arasında bir çelişki olmaz.

Peygamberimiz pratiğin temsilcisidir. Kur’ân onu tüm çağlar için “güzel örneklik” olarak takdim eder. Peki Peygamberimiz neyin örnekliğini yapmıştır?. Vahyin bahsettiği her-şeyin tabî ki. Bu durumda Peygamber’i örnek almak, “vahyi tüm zamanlarda ve mekânlarda birebir anlamak ve uygulamak” anlamına gelecektir.

Sapma aslâ başladığı yerde durmaz ve açı gittikçe açılır. Öyle ki, dokunulmaz olanlara bile dokunulmaya başlanabilir.

İslâm’ın getirdikleri şeyler yeni şeyler değildir. Kur’ân daha önceki peygamberlerin uygulamaları ve kitaplarından da bahseder. Önceki kitapların farzlarından da bahseder. Kur’ân ile düzeltilen ve yeni konan hükümler de vardı tabi: “Ve hiç şüphesiz, o (Kur’ân), geçmişlerin kitaplarında da vardır” (Şuârâ 196) âyetinden, müslümanların 1.400 yıl önceki uygulamalarından bâzılarının, önceki kitaplarda olan şeyler olduğunu ve zâten Peygamberimiz’e de: “Sonra sana vahyettik: Hanif (muvahhid) olan İbrâhim’in dînine uy. O, müşriklerden değildi” (Nâhl 123) dendiğine göre, Peygamberimiz ve sahabelerin bu emri dinlediğini ve buna göre itaat edip ibâdet ettiklerini anlarız. Peki Peygamberimiz ve sahabe, 1.400 yıl önce, bu âyetleri niçin târihsel bulup da “uygulama-dışı” bırakmamışlar?. Çünkü bu âyetler eski târihteki bir âyetten, uygulamadan ve farzdan bahsetmektedir. Bırakmadılar ve bırakmazlardı da. Zîrâ namaz, oruç, hac, zekât, kurban ve kısaca Kur’ân’da bahsedilen her-şey, tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm insanlar için geçerlidir ve farzdır. Eğer söz-konusu âyet gündeme gelmişse bu âyet için, “târihte kaldığı için artık uygulanamaz” denemez. Çünkü Allah’ın âyetleri hep aynı ve değişmez kânunlar ve değerler içerir.

Kur’ân, kendisinden önceki vahiyleri “târihseldir” diye târihte bırakmamış ve Kitab’a geçirerek evrenselleştirmiştir. Çünkü:

“(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2019


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder