27 Haziran 2019 Perşembe

Îdâm Sehpâsında İki İnsan: Seyyid Kutub ve Mahmud Muhammed Taha




“Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadâkat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç-bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler” (Ahzâb 23).

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

İnsanlık-târihi aynı-zamanda vahyin de târihidir. İnsanın olduğu yerde mutlakâ bir peygamber ve vahiy de vardır. Zîrâ bilinç ve irâde sâhibi bir varlık hiç-bir zaman vahiysiz ve rehbersiz bırakılmamıştır ve bırakılamaz. Yine, insanlık-târihi, “vahye îman edip inanan ve vahiy-merkezli bir hayâtı şiâr edinenler” ile, “vahye inansa bile -onu sindiremediği için- onda “açık” arayan yada onu tamâmen inkâr edenlerin mücâdelesinin târihidir. Vahyi inkâr edenler aynı-zamanda vahyin indiği kişi olan Peygamber’i de inkâr ederler ki, aslında bunlar -modern zamanlara kadar- “Allah’ı kabûl eden” kişilerdir.

Allah’ı, kendi zamânından önce yaşayan peygamberleri ve ona gelen vahiyleri kabûl eden ve hattâ o vahiy üzre olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu, tüm zamanlarda, kendi çağlarında yaşayan ve peygamber olarak görevlendirilen insanlara karşı çıkmışlar, onlara gelen vahyi kabul etmemişlerdir. Onlara karşı her türlü mücâdeleyi de vermişlerdir. Sorun aslında âlemlerin Rabbi olan Allah’ın varlığının kabûlü değildi. Zâten modern zamanlara kadar Allah’ı ve âhireti inkâr edenler çok az sayıda olmuşlar ve küçük istisnâlar olmuşlardır. Peki Allah’ı kabûl ettiği hâlde kendilerine gönderilen peygamberleri ve vahiyleri neden kabûl etmiyorlardı?. Çünkü biliyorlardı ki peygamberler ve onlara gönderilen vahiy, kendilerinin çok yanlış bir yolda oldukları anlamına geliyordu. Yoksa Allah niçin peygamber ve vahiy göndersindi ki?. Demek ki bir yere peygamber ve vahiy gönderiliyorsa, orada küfür, şirk ve zulüm hayâta hâkim olmaya başlamıştır, mazlumlar feryât ve figân etmektedir ve Dünyâ’da bunu düzeltip önleyebilecek bir devlet yada toplum bulunmamaktadır. Allah vahiy ve peygamber göndererek oradaki insanları (ve artık son Peygamber ve vahiy ile birlikte de vahyin ilk mekânı ve zamânı üzerinden tüm zamanlarda ve mekânlarda Dünyâ’nın tümünü) vahiy-merkezli bir yola sokmak istemiştir. O hâlde vahye o ilk muhâtap olanların kendilerini değiştirmeleri gerekiyordu.

Peygamber’i ve vahyi inkâr eden kâfir ve müşrikler, aslında kendi mevcut sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsi düzenlerinin değişmesine karşıydılar. Çünkü onlar da biliyorlardı ki hem kendilerine gönderilen peygamberler toplumun en temiz ve dürüst kişileridir hem de indirilen vahiyler de hakkı ve hakikâti söylemektedir. Fakat peygamberlerin ve vahyin söylediği şey, mevcut zamandaki ve mekândaki durumun hakka ver hakîkate uymadığı, bu yüzden de küfür, şirk ve dolayısı ile zulmün ortaya çıkmış olduğu idi. İşte Allah bunun değişmesini istiyordu. Bu ise, Peygamber’in gönderildiği kavmin yada toplumun sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi olarak büyük ölçüde değişmesini gerektiriyordu. Bu değişim; hakkı, hakîkati ve adâleti getirecekti. Bu, toplumun büyük kesimi için tabî ki olumlu bir şeydi. Fakat toplumun önde gelenleri ve mevcut sistem üzerinden zenginleşmiş olanlar ve çıkar elde edenler buna hemen îtirâz ettiler. Bu kişiler târih boyunca peygamberlerin deli, yalancı yada meczup olduğunu, vahyin de “eskilerin masalları” olduğunu söylemişlerdir. Yâni Peygamber’e indirilen vahiyler, “eskide kalmış ve hükmünü yitirmiş efsânelerden ibârettir” sözünü söylemişlerdir. Bu, tüm zamanlarda ve mekânlardaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin klâsik sözleridir. Bu söylem aslında modern çağda da benzer şekilde söylenmeye devâm etmektedir.

Hâbil ile Kâbil’den bêri süren mücâhede ve mücâdele şudur: İnsanlar kendilerine gönderilen vahye tam olarak uyacaklar ve peygamberlerin sünnetlerini yâni vahyin pratik uygulamaları olan “güzel örneklik”lerini adım-adım izleyip de “cenneti hak edecek” bir hayat mı yaşayacaklar; yoksa; Allah’ı, âhireti, peygamberi ve vahyi kabûl ettiği hâlde, konjonktürün (mevcut zaman ve durum), târihin, coğrafyanın, toplumun ve benliğin ağır kuşatması ve baskısı nedeniyle dik duruşunu kaybedip de vahyi, ya direkt olarak yada aşırı yoruma boğarak değiştirecek ve konjonktüre yâni zamânın beşerî rûhuna uygun hâle getirip hükümsüz mü bırakacaktır?. Yâni insanlar vahyi mi merkeze alacak, yoksa mevcut zamânı mı merkeze alacaktır?. Hangisini merkeze alacak ve hangisine göre inanıp yaşayacaktır?. Allah’ın istediği hangisidir?. İşte bu yazıda 20. yüzyılda yaşamış ve îdâm edilmiş iki kişi üzerinden bunun cevâbını vermeye çalışıyoruz..

1-Seyyid Kutub: (Tam adı: Sayyid Qutb Ibrahim Husayn Shadhili). Mısırlı yazar, müfessir ve düşünce adamı.
Doğum târihi ve yeri: 9 Ekim 1906, Muşa, Mısır.

2-Mahmud Muhammed Taha: Müslüman düşünür ve yazar.
Doğum târihi ve yeri: 1909, Rufaa, Sudan

Kutub, vahiy-merkezli bir hayat ve “vahyin hâkimiyetinde olan bir Dünyâ hedefi” için çalışmıştır. Taha ise, moderniteyi merkeze alan düşüncesiyle vahyi aşırı yoruma boğmuş ve de daha da önemlisi, vahyin yarısını içeren Medenî âyetleri “târihsel” olduğu gerekçesiyle hükümsüz kılıp güyâ iptâl etmiştir. Vahyin pratik örnekliğinin gösterildiği Medîne yerine, şeytanın vahiylerini hayat düsturu yapmış olan tâğutların ortaya koyduğu moderniteyi dinleştirmeye çalışmıştır.

Kutub, tüm hayâtını “Allah’ın vahyini hayâta hâkim kılmak düşüncesi ve çabası”na adaması nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise, bir fitne ve ifsâd hareketi olarak, “dîni kâlplere ve vicdanlara hapsederek moderniteyi müslüman coğrafyaya hâkim kılmak düşüncesi ve çabası içerisinde olması ve bu uğurda İslâm’ı ifsâd etmeye çalışması nedeniyle îdâm edilmiştir. “Dinden çıkmak” iddiasıyla suçlanıp îdâm edilmiştir. İkisi de “din” nedeniyle îdâm edilmiştir. Fakat Kutub, “dîni, hayâtın tam ortasında hâkim kılma çabası” nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise, “dînin yerine moderniteyi hayâta hâkim kılma çabası nedeniyle” îdâm edilmiştir. Şimdi bu ikisi bir olur mu:

“Kim çarçabuk olanı (geçici Dünyâ arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 18-19).

“Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerinedir, (öyle) değil mi?. Fakat Allah’ın zikrinden (yana) kâlpleri katılaşmış olanların vay hâline!. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler” (Zümer 22).

Kutub, “Kur’ân’ın tamâmının” ve peygamber örnekliğine göre bir İslâmî hayat önerirken ve böylece İslâm’ı hayâta hâkim kılmaya çalışırken; Taha, aslında nüzûl sürecinin ikinci bölümü olan Medenî âyetleri -hiçbir dayanağı olmadığı hâlde- birinci bölüme alıp, Mekkî âyetleri de ikinci bölüme alarak sözde “ikinci mesaj” olan Mekkî âyetlerin Medenî âyetleri nesh ettiğini yada Medenî âyetlerin kendi târihsel şartları ve bağlamında indiğini ve ancak o zaman uygulandığını, günümüzde ise bu âyetlerin bir hükmünün kalmadığını, ama metin olarak okunmaya devâm edilebileceğini önerirken, müslümanların savunma ve sabır durumunda oldukları ilk inşâ dönemindeki Mekkî âyetlerin ise evrensel olduğunu söyler. Üstelik İslâm’ın, tam da modernitenin ve tâğutların arzu ettikleri gibi, “sürekli savunma durumunda kalmak” anlamına gelen Mekkî âyetlerden müteşekkil olduğunu, tüm zamanlarda ve mekânlarda da müslümanların Mekkî âyetlerle İslâm’ı düşünmesini ve yaşa(ma)masını ister. Bunun nedeni, modernitenin güyâ Medenî âyetlere gerek bırakmaması ve hattâ Medenî âyetleri geçersiz kılmasıdır.

Kutub, asılsız rivâyetleri, hurâfeleri, bâtınîliği ve tasavvufun hurâfelerini eleştirir ve reddederken, Taha, -tüm nesihçiler ve târihselciler gibi- İslâm’ı tasavvuf-merkezli olarak benimsediğinden dolayı, anlamsız, bağlamsız ve alâkasız bâtınî-tasavvufî yorumlarla ifsâd eder ve anlamından saptırır. Kanımca Taha, İslâm’ı, ya tasavvuf ve bâtınîliğin zihnini dumura uğratmasından dolayı, yada batı’nın ve modernitenin, nefsini kışkırttığı için yanlış anlamış ve yanlış ve hattâ sapıkça anlatmıştır.

Kutub, hem lâik-seküler demokrasiyi hem de komünizmi ve sosyâlizmi reddeder ve İslâm’ın sosyâl adâlet yönünü öne çıkarır. Zîrâ tüm zamanlarda adâletsizlik ve zulüm sosyâl eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. Taha ise, “İslâm demokratik ve sosyalisttir” der. Hattâ şûrâyı, “demokrasiye bir geçiş aşaması” olarak görürken, varılacak olan zirveyi de “komünizm” olarak görür. Zîrâ dediğimiz gibi Taha, bir sapma olarak, İslâm’ı zamânının telâkkisi olan modernite bağlamında anlamak ve yaşamak ister. Boğmak istediği gerçek şudur ki, İslâm’ın yönetim-şekli “şûrâ”dır ve İslâm ağır sosyâl yönü olan bir dindir. Taha, şûrâ için, “demokrasiye geçilme aşamasıdır” der ama aslında demokrasi, “şûrânın kanserleşmiş ve ölüme mahkûm olmuş hastalıklı şekli”nden başka bir şey değildir.

Taha, sosyâlizmi ve hattâ komünizmi savunur ve ilginç bir biçimde, kapitâlizmin sosyâlizme ve komünizme geçiş aşaması olduğunu söyler. Böylece kapitâlizmi de meşrûlaştırır. Çünkü moderniteye meftûndur ve modernitenin ortaya koyduğu hemen hiç-bir şeye gerçek anlamda îtirâzı yoktur. Modernizmi bir “kazanım” olarak görür. Kutub ise kapitâlizmi “şeytanın en son fitnesi” olarak görür. Taha, İslâm’ın asıl hedefinin komünizm olduğunu söylediği için kapitâlist bir uygulama dediği zekâtı inkâr eder ve tüm Medenî âyetler gibi zekât âyetlerini de “geçici âyetler” olarak görür. Oysa zekât, müslümanların “tüm zamanlarda ve mekânlardaki sigortası”dır.

Seyyid Kutub, kapitâlist-liberâl bir fitne olan bireyciliği ve bireyselliği inkâr ederek “ümmet bilinci”ni savunurken, Taha, İslâm’ın en nihâyetindeki hedefinin bireycilik olduğunu söyler. Taha, “İslâm’ın kemâli, insanların birey olarak her-şeyden özgür olabilmesidir” der. Öyle ki bu özgürlük, “dinden özgürlük”e kadar gider. Zîrâ başörtüsü, zekât, devlet ve moderniteye aykırı olan tüm İslâmî uygulamaları “özgürleşme” bağlamında iptâl etmeye çalışır.

İslâm’da aslolan özgürlük değil kulluktur. Kişinin düşünme, beğenme ve seçme gibi insânî ve kişisel alanda bir hürriyeti vardır fakat bu, lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-hümanist sistemin “başta Allah olmak üzere her-şeyden bağımsız olması” demek olan “özgürlük”le alâkası yoktur. Hattâ İslâm, bu özgürlüğü kaldırmış ve yerine “kulluk”u getirmiştir.

Kutub gerçekçidir ve yapılması gerekeni net olarak ortaya koyar ve bunun için çabalar. Taha ise gerçekçi değildir ve zâten gerçek-dışı fikirlerle ortaya fitne attığı için îdâm edilmiştir. Kutub ise gerçekçi ve İslâm-merkezli fikirlerle topulumu uyardığı için îdâm edilmiştir. İkisi arasında dağlar kadar fark vardır.

İslâm, tüm zamânlarda ve mekânlarda İslâm’ı merkeze almayan sosyâl ve kültürel hayâta, ekonomik modele ve siyâsete bir îtirâz olarak gelmiştir. Yâni yozlaşmış ve ifsâd olmuş hayâtı gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek düzeltmeyi hedefler. Seyyid Kutub da bunu söyler ve Dünyâ’nın İslâm-merkezli olarak yeniden inşâ edilmesini savunur ki zâten zamânının lîderleriyle aykırı düşmesinin ve hapsedilip en sonunda da îdâm edilmesinin nedeni budur. Kendisine yöneltilen teklifi hayâtı pahasına reddetmişti. Nasır yönetimi  Seyyid Kutub’un, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’dan özür dilemesi hâlinde serbest bırakılacağı vaâd edilmişti. Bu haberi Seyyid Kutub’a ileten kardeşi Hamide Kutub’un aldığı cevap aynen şöyleydi: “Eğer âdil bir yargılama ile îdâma mahkûm edilmiş isem affedilmem zâten haksızlık olur. Ama bâtıl kânunlarla zâlim bir karâra kurban gidiyorsam, zulme uğruyorum ve bu karârı verenler zâlimdirler demektir. Benim inancım, zâlimlerden af ve merhâmet dilememe müsâde etmez”.

Taha ise, İslâm’ı arkaya atarak çok etkilendiği ve meftûn olduğu modernitenin hayâta hâkim olmasını istemiş ve Kur’ân’ın Medenî âyetlerinin modernite uğruna iptâl edilerek İslâm’ın moderniteye yâni modern ideolojilere ve sisteme uydurulması için çabalamıştı. Zâten asılma nedeni de, bu uğurda yaptığı, İslâm’a açıkça aykırı olan görüşleri nedeniyleydi.

Kur’ân tüm zamanlar ve mekânlar için “tamamlanmış” bir kitaptır. Kutub da bunu söyler ve Kur’ân’a göre hayâtın bir süreç içinde inşâ edilmesini hedefler. Taha ise Kur’ân’ı “evrilen bir kitap” olarak görür ki bu, önceleri Kur’ân’ın “ilkel” olduğu ve -hâşâ- moderniteyle birlikte ilkellikten kurtulduğu anlamına gelir. Taha’ya göre “evrilen Kur’ân!” nihâyet modernite ile birlikte zirvesine ulaşmıştır. “Kur’ân’dan başka bir Kur’ân’a geçiş”ten bahseder ve tam-özgür bireylerin yaşadığı sosyâlizm ve demokrasiyle insanların hedefe ulaşacağını söyler.

Seyyid Kutub, Kur’ân’dan ve pak sünnet kaynaklarından hareketle İslâm’ı aslî safiyetiyle anlayıp idrâk etmek cehdini ortaya koyar ve şöyle der: “Sünnet, İslâm Dîni’nin tartışılmaz bir kaynağıdır. Yalnızca Allah’a kulluk, ‘Lâ ilâhe illallah’ta ifâdesini bulan İslâm akîdesinin birinci rüknünün ilk kısmını, bu kulluğun keyfiyetini Allah Resûlü’nden öğrenmek ise bu rüknün ikinci kısmını teşkil eder”. Nîsâ 59’u açıklarken de şunları söyler:

“Büyük-küçük, önemli-önemsiz her hususta egemenlik, insan hayâtında yalnızca Allah’a âittir. Allah, Kur’ân’ında tesbit etmiş olduğu bir şeriat koymuştur. O şeriatla da onu insanlara açıklayan bir Resûl göndermiştir. Bu Resûl hevâdan konuşmaz. Bundan dolayı onun sünneti de Allah’ın Şeriatındandır”.

Taha ise Kur’ân’ın çok büyük bir bölümünü “geçici” gördüğü gibi sünneti de “geçici” olarak görür ve şöyle der: “Her birey Allah’ın inâyeti doğrultusunda ve ‘kendisini insan sürüsünün diğer bireylerinden ayıran kendi bireyselliğine ulaşana dek’ sünnete riâyet ederek gelişebilir”.

Kutub, “medeniyet sâdece İslâm’dır ve İslâm’dan başka medeniyeti hiç-bir şey sağlayamaz” derken, Taha, İslâm medeniyetini yok saydığı ve moderniteye meftûn olduğu için İslâm toplumunu da önemsiz sayarak bireye-bireyciliğe sık-sık atıf yapar ve İslâm’ın ana amacının “bireycilik” olduğunu söyler. Oysa Kur’ân tüm zamanlar için şöyle der:

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

Taha’nın derdi İslâm’ı moderniteye uygun olarak aşırı şekilde yorumlamak, bu yoruma bağlı olarak Kur’ân’ın en az yarısını hükümsüz bırakmak ve iptâl etmek, böylece moderniteyle sorunu olmayan “yeni bir din” ortaya çıkarmak iken, Kutub’un hedefi, İslâm’ı aynen Peygamberimiz gibi “güzel bir örneklik” ve pratik ile gösterildiği gibi yeniden hayâta hâkim kılmaktır.

Servet-siyâset ve şehvet-şöhret insanları ayartır. Kışkırtılmışlığın zirvesi olan modern uygarlık ise bunu katlayarak yapar. İşte insanlar ve modern müslümanlar da bu ayartmalara yoğun bir şekilde mâruz kaldıklarından dolayı, yeterli bir dik duruşa sâhip ol(a)mayanlar zamanla tâvizler vermeye başlarlar ve tâviz bir kere verildiğinde yerinde durmayacağı ve arkası geleceği için artık sürekli yeni tâvizler vermek zorunda kalınır. Bu tâvizleri verenler bir zaman sonra da verdikleri tâvizleri “din” yaparlar ve o tâvizlere göre yaşarlar. Artık bu “tâviz dîni”ne göre düşünür, söyler ve amelde ve eylemde bulunurlar. Bu durum yavaş-yavaş geliştiği için sapma fark edilemez. Zâten şeytan onlara gittikleri bu nefse uygun yolu sevdirmiştir. Allah bu kişilere şöyle seslenir:

“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lânet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir” (Ra’d 25).

İslâm’a göre tüm zamanlarda ve mekânlarda bir mesele hakkında yapılması istenen şey Kur’ân’a ve Sünnete başvurmaktır:

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslîm olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

Seyyid Kutub, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ı hayâta hâkim kılmak uğrunda kendisini adadığı için îdâm edilerek “şehit” olmuş örnek bir mü’min iken; Taha ise, modernitenin sahte ışıltısı ile dumura uğramış zihninin sonucunda yaptığı söylemler ve eylemleri nedeniyle “hak olarak” îdâm edilmiş ve “pisi-pisine gitmiş” bir zavallıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2019



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder