“Mü’minlerden öyle
erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadâkat gösterdiler;
böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç-bir
değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler” (Ahzâb 23).
“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
İnsanlık-târihi
aynı-zamanda vahyin de târihidir. İnsanın olduğu yerde mutlakâ bir peygamber ve
vahiy de vardır. Zîrâ bilinç ve irâde sâhibi bir varlık hiç-bir zaman vahiysiz
ve rehbersiz bırakılmamıştır ve bırakılamaz. Yine, insanlık-târihi, “vahye îman
edip inanan ve vahiy-merkezli bir hayâtı şiâr edinenler” ile, “vahye inansa
bile -onu sindiremediği için- onda “açık” arayan yada onu tamâmen inkâr
edenlerin mücâdelesinin târihidir. Vahyi inkâr edenler aynı-zamanda vahyin
indiği kişi olan Peygamber’i de inkâr ederler ki, aslında bunlar -modern
zamanlara kadar- “Allah’ı kabûl eden” kişilerdir.
Allah’ı,
kendi zamânından önce yaşayan peygamberleri ve ona gelen vahiyleri kabûl eden
ve hattâ o vahiy üzre olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu, tüm zamanlarda,
kendi çağlarında yaşayan ve peygamber olarak görevlendirilen insanlara karşı
çıkmışlar, onlara gelen vahyi kabul etmemişlerdir. Onlara karşı her türlü mücâdeleyi
de vermişlerdir. Sorun aslında âlemlerin Rabbi olan Allah’ın varlığının kabûlü
değildi. Zâten modern zamanlara kadar Allah’ı ve âhireti inkâr edenler çok az
sayıda olmuşlar ve küçük istisnâlar olmuşlardır. Peki Allah’ı kabûl ettiği
hâlde kendilerine gönderilen peygamberleri ve vahiyleri neden kabûl
etmiyorlardı?. Çünkü biliyorlardı ki peygamberler ve onlara gönderilen vahiy,
kendilerinin çok yanlış bir yolda oldukları anlamına geliyordu. Yoksa Allah
niçin peygamber ve vahiy göndersindi ki?. Demek ki bir yere peygamber ve vahiy
gönderiliyorsa, orada küfür, şirk ve zulüm hayâta hâkim olmaya başlamıştır,
mazlumlar feryât ve figân etmektedir ve Dünyâ’da bunu düzeltip önleyebilecek
bir devlet yada toplum bulunmamaktadır. Allah vahiy ve peygamber göndererek
oradaki insanları (ve artık son Peygamber ve vahiy ile birlikte de vahyin ilk
mekânı ve zamânı üzerinden tüm zamanlarda ve mekânlarda Dünyâ’nın tümünü)
vahiy-merkezli bir yola sokmak istemiştir. O hâlde vahye o ilk muhâtap
olanların kendilerini değiştirmeleri gerekiyordu.
Peygamber’i
ve vahyi inkâr eden kâfir ve müşrikler, aslında kendi mevcut sosyâl, ekonomik,
kültürel ve siyâsi düzenlerinin değişmesine karşıydılar. Çünkü onlar da
biliyorlardı ki hem kendilerine gönderilen peygamberler toplumun en temiz ve
dürüst kişileridir hem de indirilen vahiyler de hakkı ve hakikâti söylemektedir.
Fakat peygamberlerin ve vahyin söylediği şey, mevcut zamandaki ve mekândaki
durumun hakka ver hakîkate uymadığı, bu yüzden de küfür, şirk ve dolayısı ile
zulmün ortaya çıkmış olduğu idi. İşte Allah bunun değişmesini istiyordu. Bu ise,
Peygamber’in gönderildiği kavmin yada toplumun sosyâl, kültürel, ekonomik ve
siyâsi olarak büyük ölçüde değişmesini gerektiriyordu. Bu değişim; hakkı,
hakîkati ve adâleti getirecekti. Bu, toplumun büyük kesimi için tabî ki olumlu
bir şeydi. Fakat toplumun önde gelenleri ve mevcut sistem üzerinden
zenginleşmiş olanlar ve çıkar elde edenler buna hemen îtirâz ettiler. Bu
kişiler târih boyunca peygamberlerin deli, yalancı yada meczup olduğunu, vahyin
de “eskilerin masalları” olduğunu söylemişlerdir. Yâni Peygamber’e indirilen
vahiyler, “eskide kalmış ve hükmünü yitirmiş efsânelerden ibârettir” sözünü
söylemişlerdir. Bu, tüm zamanlarda ve mekânlardaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin
klâsik sözleridir. Bu söylem aslında modern çağda da benzer şekilde söylenmeye
devâm etmektedir.
Hâbil ile
Kâbil’den bêri süren mücâhede ve mücâdele şudur: İnsanlar kendilerine
gönderilen vahye tam olarak uyacaklar ve peygamberlerin sünnetlerini yâni
vahyin pratik uygulamaları olan “güzel örneklik”lerini adım-adım izleyip de “cenneti
hak edecek” bir hayat mı yaşayacaklar; yoksa; Allah’ı, âhireti, peygamberi ve
vahyi kabûl ettiği hâlde, konjonktürün (mevcut zaman ve durum), târihin,
coğrafyanın, toplumun ve benliğin ağır kuşatması ve baskısı nedeniyle dik
duruşunu kaybedip de vahyi, ya direkt olarak yada aşırı yoruma boğarak değiştirecek
ve konjonktüre yâni zamânın beşerî rûhuna uygun hâle getirip hükümsüz mü
bırakacaktır?. Yâni insanlar vahyi mi merkeze alacak, yoksa mevcut zamânı mı
merkeze alacaktır?. Hangisini merkeze alacak ve hangisine göre inanıp
yaşayacaktır?. Allah’ın istediği hangisidir?. İşte bu yazıda 20. yüzyılda
yaşamış ve îdâm edilmiş iki kişi üzerinden bunun cevâbını vermeye çalışıyoruz..
1-Seyyid
Kutub: (Tam adı: Sayyid
Qutb Ibrahim Husayn Shadhili). Mısırlı yazar, müfessir ve düşünce adamı.
Doğum târihi
ve yeri: 9 Ekim 1906, Muşa, Mısır.
Ölüm târihi ve
yeri: 29 Ağustos 1966, Kâhire, Mısır.
2-Mahmud
Muhammed Taha: Müslüman düşünür ve yazar.
Doğum târihi
ve yeri: 1909, Rufaa,
Sudan
Ölüm târihi ve
yeri: 18 Ocak 1985, Hartum, Sudan.
Kutub, vahiy-merkezli
bir hayat ve “vahyin hâkimiyetinde olan bir Dünyâ hedefi” için çalışmıştır.
Taha ise, moderniteyi merkeze alan düşüncesiyle vahyi aşırı yoruma boğmuş ve de
daha da önemlisi, vahyin yarısını içeren Medenî âyetleri “târihsel” olduğu
gerekçesiyle hükümsüz kılıp güyâ iptâl etmiştir. Vahyin pratik örnekliğinin
gösterildiği Medîne yerine, şeytanın vahiylerini hayat düsturu yapmış olan
tâğutların ortaya koyduğu moderniteyi dinleştirmeye çalışmıştır.
Kutub, tüm
hayâtını “Allah’ın vahyini hayâta hâkim kılmak düşüncesi ve çabası”na adaması
nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise, bir fitne ve ifsâd hareketi olarak, “dîni
kâlplere ve vicdanlara hapsederek moderniteyi müslüman coğrafyaya hâkim kılmak
düşüncesi ve çabası içerisinde olması ve bu uğurda İslâm’ı ifsâd etmeye
çalışması nedeniyle îdâm edilmiştir. “Dinden çıkmak” iddiasıyla suçlanıp îdâm
edilmiştir. İkisi de “din” nedeniyle îdâm edilmiştir. Fakat Kutub, “dîni,
hayâtın tam ortasında hâkim kılma çabası” nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise,
“dînin yerine moderniteyi hayâta hâkim kılma çabası nedeniyle” îdâm edilmiştir.
Şimdi bu ikisi bir olur mu:
“Kim
çarçabuk olanı (geçici Dünyâ arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye
dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış
ve kovulmuş olarak gider. Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba
göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 18-19).
“Allah, kimin göğsünü
İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerinedir, (öyle) değil mi?. Fakat
Allah’ın zikrinden (yana) kâlpleri katılaşmış olanların vay hâline!. İşte
onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler” (Zümer 22).
Kutub, “Kur’ân’ın tamâmının”
ve peygamber örnekliğine göre bir İslâmî hayat önerirken ve böylece İslâm’ı
hayâta hâkim kılmaya çalışırken; Taha, aslında nüzûl sürecinin ikinci bölümü
olan Medenî âyetleri -hiçbir dayanağı olmadığı hâlde- birinci bölüme alıp,
Mekkî âyetleri de ikinci bölüme alarak sözde “ikinci mesaj” olan Mekkî âyetlerin
Medenî âyetleri nesh ettiğini yada Medenî âyetlerin kendi târihsel şartları ve
bağlamında indiğini ve ancak o zaman uygulandığını, günümüzde ise bu âyetlerin bir
hükmünün kalmadığını, ama metin olarak okunmaya devâm edilebileceğini
önerirken, müslümanların savunma ve sabır durumunda oldukları ilk inşâ
dönemindeki Mekkî âyetlerin ise evrensel olduğunu söyler. Üstelik İslâm’ın, tam
da modernitenin ve tâğutların arzu ettikleri gibi, “sürekli savunma durumunda
kalmak” anlamına gelen Mekkî âyetlerden müteşekkil olduğunu, tüm zamanlarda ve mekânlarda
da müslümanların Mekkî âyetlerle İslâm’ı düşünmesini ve yaşa(ma)masını ister. Bunun
nedeni, modernitenin güyâ Medenî âyetlere gerek bırakmaması ve hattâ Medenî âyetleri
geçersiz kılmasıdır.
Kutub, asılsız rivâyetleri,
hurâfeleri, bâtınîliği ve tasavvufun hurâfelerini eleştirir ve reddederken,
Taha, -tüm nesihçiler ve târihselciler gibi- İslâm’ı tasavvuf-merkezli olarak
benimsediğinden dolayı, anlamsız, bağlamsız ve alâkasız bâtınî-tasavvufî
yorumlarla ifsâd eder ve anlamından saptırır. Kanımca Taha, İslâm’ı, ya
tasavvuf ve bâtınîliğin zihnini dumura uğratmasından dolayı, yada batı’nın ve modernitenin,
nefsini kışkırttığı için yanlış anlamış ve yanlış ve hattâ sapıkça anlatmıştır.
Kutub, hem lâik-seküler
demokrasiyi hem de komünizmi ve sosyâlizmi reddeder ve İslâm’ın sosyâl adâlet
yönünü öne çıkarır. Zîrâ tüm zamanlarda adâletsizlik ve zulüm sosyâl eşitsizlikten
kaynaklanmaktadır. Taha ise, “İslâm demokratik ve sosyalisttir” der. Hattâ şûrâyı,
“demokrasiye bir geçiş aşaması” olarak görürken, varılacak olan zirveyi de “komünizm”
olarak görür. Zîrâ dediğimiz gibi Taha, bir sapma olarak, İslâm’ı zamânının
telâkkisi olan modernite bağlamında anlamak ve yaşamak ister. Boğmak istediği
gerçek şudur ki, İslâm’ın yönetim-şekli “şûrâ”dır ve İslâm ağır sosyâl yönü
olan bir dindir. Taha, şûrâ için, “demokrasiye geçilme aşamasıdır” der ama aslında
demokrasi, “şûrânın kanserleşmiş ve ölüme mahkûm olmuş hastalıklı şekli”nden
başka bir şey değildir.
Taha, sosyâlizmi ve hattâ
komünizmi savunur ve ilginç bir biçimde, kapitâlizmin sosyâlizme ve komünizme
geçiş aşaması olduğunu söyler. Böylece kapitâlizmi de meşrûlaştırır. Çünkü
moderniteye meftûndur ve modernitenin ortaya koyduğu hemen hiç-bir şeye gerçek
anlamda îtirâzı yoktur. Modernizmi bir “kazanım” olarak görür. Kutub ise kapitâlizmi
“şeytanın en son fitnesi” olarak görür. Taha, İslâm’ın asıl hedefinin komünizm olduğunu
söylediği için kapitâlist bir uygulama dediği zekâtı inkâr eder ve tüm Medenî âyetler
gibi zekât âyetlerini de “geçici âyetler” olarak görür. Oysa zekât, müslümanların
“tüm zamanlarda ve mekânlardaki sigortası”dır.
Seyyid
Kutub, kapitâlist-liberâl bir fitne olan bireyciliği ve bireyselliği inkâr
ederek “ümmet bilinci”ni savunurken, Taha, İslâm’ın en nihâyetindeki hedefinin bireycilik
olduğunu söyler. Taha, “İslâm’ın kemâli, insanların birey olarak her-şeyden
özgür olabilmesidir” der. Öyle ki bu özgürlük, “dinden özgürlük”e kadar gider.
Zîrâ başörtüsü, zekât, devlet ve moderniteye aykırı olan tüm İslâmî uygulamaları
“özgürleşme” bağlamında iptâl etmeye çalışır.
İslâm’da
aslolan özgürlük değil kulluktur. Kişinin düşünme, beğenme ve seçme gibi insânî
ve kişisel alanda bir hürriyeti vardır fakat bu, lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-hümanist
sistemin “başta Allah olmak üzere her-şeyden bağımsız olması” demek olan “özgürlük”le
alâkası yoktur. Hattâ İslâm, bu özgürlüğü kaldırmış ve yerine “kulluk”u
getirmiştir.
Kutub
gerçekçidir ve yapılması gerekeni net olarak ortaya koyar ve bunun için çabalar.
Taha ise gerçekçi değildir ve zâten gerçek-dışı fikirlerle ortaya fitne attığı
için îdâm edilmiştir. Kutub ise gerçekçi ve İslâm-merkezli fikirlerle topulumu
uyardığı için îdâm edilmiştir. İkisi arasında dağlar kadar fark vardır.
İslâm,
tüm zamânlarda ve mekânlarda İslâm’ı merkeze almayan sosyâl ve kültürel hayâta,
ekonomik modele ve siyâsete bir îtirâz olarak gelmiştir. Yâni yozlaşmış ve
ifsâd olmuş hayâtı gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek düzeltmeyi
hedefler. Seyyid Kutub da bunu söyler ve Dünyâ’nın İslâm-merkezli olarak
yeniden inşâ edilmesini savunur ki zâten zamânının lîderleriyle aykırı düşmesinin
ve hapsedilip en sonunda da îdâm edilmesinin nedeni budur. Kendisine yöneltilen
teklifi hayâtı pahasına reddetmişti. Nasır yönetimi Seyyid Kutub’un, dönemin Cumhurbaşkanı
Cemal Abdül Nasır’dan özür dilemesi hâlinde serbest bırakılacağı vaâd edilmişti.
Bu haberi Seyyid Kutub’a ileten kardeşi Hamide Kutub’un aldığı cevap aynen
şöyleydi: “Eğer âdil bir yargılama ile îdâma mahkûm edilmiş isem affedilmem
zâten haksızlık olur. Ama bâtıl kânunlarla zâlim bir karâra kurban gidiyorsam,
zulme uğruyorum ve bu karârı verenler zâlimdirler demektir. Benim inancım,
zâlimlerden af ve merhâmet dilememe müsâde etmez”.
Taha
ise, İslâm’ı arkaya atarak çok etkilendiği ve meftûn olduğu modernitenin hayâta
hâkim olmasını istemiş ve Kur’ân’ın Medenî âyetlerinin modernite uğruna iptâl
edilerek İslâm’ın moderniteye yâni modern ideolojilere ve sisteme uydurulması
için çabalamıştı. Zâten asılma nedeni de, bu uğurda yaptığı, İslâm’a açıkça
aykırı olan görüşleri nedeniyleydi.
Kur’ân
tüm zamanlar ve mekânlar için “tamamlanmış” bir kitaptır. Kutub da bunu söyler
ve Kur’ân’a göre hayâtın bir süreç içinde inşâ edilmesini hedefler. Taha ise Kur’ân’ı
“evrilen bir kitap” olarak görür ki bu, önceleri Kur’ân’ın “ilkel” olduğu ve
-hâşâ- moderniteyle birlikte ilkellikten kurtulduğu anlamına gelir. Taha’ya göre
“evrilen Kur’ân!” nihâyet modernite ile birlikte zirvesine ulaşmıştır. “Kur’ân’dan
başka bir Kur’ân’a geçiş”ten bahseder ve tam-özgür bireylerin yaşadığı sosyâlizm
ve demokrasiyle insanların hedefe ulaşacağını söyler.
Seyyid Kutub, Kur’ân’dan
ve pak sünnet kaynaklarından hareketle İslâm’ı aslî safiyetiyle anlayıp idrâk
etmek cehdini ortaya koyar ve şöyle der: “Sünnet,
İslâm Dîni’nin tartışılmaz bir kaynağıdır. Yalnızca Allah’a kulluk, ‘Lâ ilâhe illallah’ta
ifâdesini bulan İslâm akîdesinin birinci rüknünün ilk kısmını, bu kulluğun
keyfiyetini Allah Resûlü’nden öğrenmek ise bu rüknün ikinci kısmını teşkil eder”. Nîsâ 59’u açıklarken de şunları söyler:
“Büyük-küçük, önemli-önemsiz her hususta egemenlik, insan
hayâtında yalnızca Allah’a âittir. Allah, Kur’ân’ında tesbit etmiş olduğu bir
şeriat koymuştur. O şeriatla da onu insanlara açıklayan bir Resûl göndermiştir.
Bu Resûl hevâdan konuşmaz. Bundan dolayı onun sünneti de Allah’ın
Şeriatındandır”.
Taha ise Kur’ân’ın çok büyük bir bölümünü “geçici”
gördüğü gibi sünneti de “geçici” olarak görür ve şöyle der: “Her birey Allah’ın inâyeti doğrultusunda ve ‘kendisini insan sürüsünün diğer bireylerinden ayıran kendi bireyselliğine ulaşana dek’
sünnete riâyet ederek gelişebilir”.
Kutub,
“medeniyet sâdece İslâm’dır ve İslâm’dan başka medeniyeti hiç-bir şey sağlayamaz”
derken, Taha, İslâm medeniyetini yok saydığı ve moderniteye meftûn olduğu için
İslâm toplumunu da önemsiz sayarak bireye-bireyciliğe sık-sık atıf yapar ve
İslâm’ın ana amacının “bireycilik” olduğunu söyler. Oysa Kur’ân tüm zamanlar
için şöyle der:
“Sizden; hayra çağıran,
iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
Taha’nın
derdi İslâm’ı moderniteye uygun olarak aşırı şekilde yorumlamak, bu yoruma
bağlı olarak Kur’ân’ın en az yarısını hükümsüz bırakmak ve iptâl etmek, böylece
moderniteyle sorunu olmayan “yeni bir din” ortaya çıkarmak iken, Kutub’un
hedefi, İslâm’ı aynen Peygamberimiz gibi “güzel bir örneklik” ve pratik ile
gösterildiği gibi yeniden hayâta hâkim kılmaktır.
Servet-siyâset ve
şehvet-şöhret insanları ayartır. Kışkırtılmışlığın zirvesi olan modern uygarlık
ise bunu katlayarak yapar. İşte insanlar ve modern müslümanlar da bu
ayartmalara yoğun bir şekilde mâruz kaldıklarından dolayı, yeterli bir dik
duruşa sâhip ol(a)mayanlar zamanla tâvizler vermeye başlarlar ve tâviz bir kere
verildiğinde yerinde durmayacağı ve arkası geleceği için artık sürekli yeni tâvizler
vermek zorunda kalınır. Bu tâvizleri verenler bir zaman sonra da verdikleri tâvizleri
“din” yaparlar ve o tâvizlere göre yaşarlar. Artık bu “tâviz dîni”ne göre
düşünür, söyler ve amelde ve eylemde bulunurlar. Bu durum yavaş-yavaş geliştiği
için sapma fark edilemez. Zâten şeytan onlara gittikleri bu nefse uygun yolu
sevdirmiştir. Allah bu kişilere şöyle seslenir:
“Allah’a verdikleri sözü,
onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını
emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte
onlar, lânet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir” (Ra’d 25).
İslâm’a göre tüm zamanlarda
ve mekânlarda bir mesele hakkında yapılması istenen şey Kur’ân’a ve Sünnete
başvurmaktır:
“Hayır öyle değil;
Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle
teslîm olmadıkça îman etmiş olmazlar”
(Nîsâ 65).
Seyyid
Kutub, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ı hayâta hâkim kılmak uğrunda kendisini
adadığı için îdâm edilerek “şehit” olmuş örnek bir mü’min iken; Taha ise,
modernitenin sahte ışıltısı ile dumura uğramış zihninin sonucunda yaptığı
söylemler ve eylemleri nedeniyle “hak olarak” îdâm edilmiş ve “pisi-pisine
gitmiş” bir zavallıdır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder