20 Temmuz 2017 Perşembe

Şûrâ 13. Âyet Bağlamında Peygamberlerin Ana Görevi


“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Bu âyet İslâm’ın niçin vâr olduğunu gösteren apaçık ve muhteşem bir âyettir. Hem gelenekçilere, hem de târihselci ve modernistlere tokat gibi çarpan bir âyettir bu. Müslümanlara; “Dünyâ’nın altını üstüne getirin de, İslâm’ı, yâni adâleti Dünyâ’ya hâkim kılın” emrini hem zihinlere hem de gönüllere rabteder. Âyet o kadar açıktır ki, aslında üzerinde yorum yapmaya ve tefsir etmeye bile gerek yoktur. Buna rağmen, zamânın şeytâni ideolojilerine, fikirlerine, ürünlerine müptelâ olmuş olan müşrik ve münâfık karakterli olanlar, bu âyeti canını çıkarırcasına yorumlamaya, te’vil ve tefsir etmeye pek meraklı ve isteklidirler. Zîrâ bu âyet onların tüm seküler plânlarını bozmaktadır.

Bu âyet, hem vahyi, hem de sünneti ortaya koyar. Hem de tüm peygamberlerin sünnetini. Allah’ın en önemli emrinin ne olduğunu ve peygamberlerin ne ile mükellef tutulduklarını çok açık olarak anlatır. Peygamberimize ve dolayısı ile bize de bu emri ve sünneti uygulamamızı emreder. Der ki: İslâm dîni, yolu, yöntemi, hayat-düsturu; tâ Hz. Nûh’tan beri; Hz. İbrâhim’e, Hz. Mûsâ’ya, Hz. Îsâ’ya ve nihâyet Hz. Muhammed’e yâni peygamberlerin en büyüklerinin örnekliği üzerinden tüm peygamberlere ve müslümanlara apaçık olarak şunu söylüyor: “Allah’ın dînini hayâta egemen (hâkim) kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına da düşmeyin, üstelik bunu bir ‘hayat düsturu’ yapın. Bu merkezde düşünün ve amel-eylemde bulunun. Hayâliniz ve hedefiniz bu olsun. Allah tüm peygamberleri bunun için seçtiği gibi, sizi de bunun için seçmiştir. Zâten bu hayat-düsturu gerçek tevhid-erleri olan mü’minler dışındaki müşriklere-kâfirlere-münâfıklara ağır gelir. Bu emri hayat-düsturu yapanlar, ‘Allah tarafından seçilmiş mü’minler’dir. Bu nedenle de Allah bu yolda olanlara yardım edecek ve onları en doğru yola yöneltecektir”. İslâm’ı hayâta hâkim kılmak, Allah’ın tüm mü’minlere emri, peygamberlerin de vasiyetidir.    

Meâllerde bu âyeti; “dîni dosdoğru ayakta tutun” diye çeviriyorlar. “Dîni dosdoğru ayakta tutmak” ne demektir?. Dîni ayakta tutmak, “dîni yerde tutmanın zıddı yada tersi” midir yâni?. Tabî ki de hayır!. Dîni dosdoğru ayakta tutmak, yâni “dîni ikâme etmek”, “dîni hayatta hâkim kılmak” demektir. Allah; “dîni hayatta hâkim kılın” diyor. Bir şeyi ikâme etmek, “o şeyin gereğini yerine getirmek” demektir. “Dîni ikâme etmek” demek ise, “dînin gereğini yapın ve onu hayatta hâkim kılın” demektir. Zâten dînin “gereği” yapıldığında yâni ikâme edildiğinde mutlakâ hayâta hâkim olacaktır. Dînin hayâta hâkim olmamasının nedeni, onun gereğinin yapılmaması ve onun hakkıyla yaşanmaması nedeniyledir. İşte peygamberler, dîni hakkıyla yaşamayan ve dolayısı ile onu hayâta hâkim kılmayan toplumlara, dîni hakkıyla yaşatmak ve onu hayâta hâkim kılmak için gönderilmişler ve bunun için görevlendirilmişlerdir. Bu, tâ Hz. Nûh’tan bêri böyledir. Çünkü Hz. Nûh ile birlikte şirk kurumsallaşmış ve zulmü ortaya çıkarmıştır.  

“Bir de: Namazı kılın (ekîmûs salât) ve O’ndan korkup-sakının (diye de emrolunduk.) Huzûruna (götürülüp) toplanacağınız O’dur” (En-âm 72).

 “Ekîmûd dîn”, yâni “dîni ikâme etmek”; “ekîmûs salât”, yâni “salâtı-namazı ikâmet etmek” gibidir. Bir şeyi “ikâme etmek”, onu “hayatta diriltmek ve hâkim kılmak” anlamındadır. Meselâ namaz-salât diriltildiğinde artık hayâtın düzenleyicisi olur. Hayat namaza göre düzenlenir ve zamân namaza uydurulur. Böylece namaz-salât hayâta ve zamâna hâkim olur. Bu, “salâtın-namazın hayâta hâkim olması” demektir. İşte aynen namaz gibi; “dîni de ikâme edin, onu hayâtın düzenleyicisi yapın, zamânı ona göre ayarlayın, yâni dîni hayâta hâkim kılın” emrini veriyor Şûrâ 13. âyet. Bir mü’min için nasıl ki hayat, dînin sâdece bir parçası olan namaza göre düzenlenebiliyorsa (ekîmûs salât), dînin tamâmına göre yâni vahye-İslâm’a göre de düzenlenebilir ve düzenlenmelidir. (ekîmûd dîn).

Salât; namaz-duâ-destek şeklinde en fazla üç anlama gelir. Salâtın açılımı; namaz ile kişinin kendi içinde bir disiplin sağlaması, arkasından “hedef” için yalvara-yakara duâ etmesi ve bu hazırlıktan sonra da Kur’ân’ın emrine ve Peygamberin misyonuna destek vermesidir. Bu misyon, “İslâm’ın hayâta hâkim olması” şeklindedir. Bu süreç; kişinin kendisini “namaz ve sabırla” yetiştirmesi, o “büyük hedef” için duâ etmesi ve bu hazırlıktan sonra da Peygamber(ler)in misyonuna destek olarak “İslâm’ı devlet-medeniyet şeklinde hayâta hâkim kılmak” şeklindedir.

“Ekîmûs salât”=”salâtı ikâme etmek” demek, “salâtın-namazın hakkını yerine getirmek” demektir. Peki salâtın-namazın hakkını yerine getirmek ne demektir?. “Namazı ikâme  etmek” demektir. İkâme, “bir şeyin gereğini yerine getirmek”, “onu en iyi şekilde yapmak” anlamındadır. Namazın gereği ise, “namazı-salâtı yâni Kur’ân’ın emrini ve Peygamberin misyonunu, dolayısı ile İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namazı hayatta ikâme etmeden yâni diriltmeden, İslâm’ı da hayâta hâkim kılamazsınız. Namazın ikâmesi, “namazı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namaz hayâta hâkim kılındığında salât ikâme edilmiş ve Kur’ân’ın emri ve Peygamberin misyonu-sünneti yerine gelmiş ve İslâm hayâta hâkim kılınmış demektir. Dolayısı ile salât-namaz, “İslâm’ı hayâta hâkim kılma provası”dır. Namazı hayâta hâkim kıldığınızda namaz “dînin direği” olmuş olur. Dîni hayâta “direk” yapmak, “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namazı sâdece şeklen kılıp da duâ ile ve Peygambere destek olmakla İslâm’ı hayâta hâkim kılma düşüncesi, hedefi ve gayreti olmadığında, namaz dînin direği değil, sâdece nüsûku-ritüeli olmuş olur.

“İkâme etmek” şeklinde olan ifâde hem namaz hem de dîn için aynıdır: “Salâtı-namazı ikâmet etmek”; “dîni ikâme etmek”. İşte bu, Nûr 55 ve Şûrâ 13’te en net ifâdesini bulan, “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Tüm peygamberler bunun için uğraşmıştır. Namazı ikâme ettiklerinde yâni hayâta hâkim kıldıklarında, dîni de ikâme etmişler, yâni hayâta hâkim kılmışlardır. İşte bu nedenle de namaz-salât, “dînin direği”dir.

Hemen söyleyelim ki İslâm’ın bir devlet talebi kesinlikle vardır ve hem de bu devlet “Dünyâ Devleti”, “Dünyâ İslâm Devleti” olmak şeklindedir. Nasıl ki göklerde İslâm tam olarak hakîmiyetini yürütüyorsa, yeryüzünde de tam adâletli olarak müslümanca bir yönetimin olması; zulmün olmaması ve bitmesi için şarttır ve bu nedenle de bir İslâm Devleti’nin bulunması elzemdir. Çünkü İslâm sâdece gönüllerde-zihinlerde tutulabilecek bir din değildir. İslâm bir hayat-dînidir. Salt bir ahlâk dîni değildir. Felsefe değildir. Sâdece bir söz ve sohbet dîni de değildir. İnsanlara “terapi” olsun için gönderilmemiştir sâdece. Hayattaki zulme yâni İslâm’sızlığa bir isyândır ve hayâtı aynen göklerde olduğu gibi İslâm’a yâni Allah’a göre düzenlemenin ve yönetmenin pratiğidir. Bu yönetim, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet aşamalarıyla kendini gösterir.

“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun” söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada yüreklere hapsedilmiş) olan devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece gönüllerde kurmak yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce yüreklerde kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir devlet yeryüzünde kurulup hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.  

Peygamberler, âyeti yâni Allah’ın emrini yerine getirerek salâtı-namazı ve dîni ikâme etmişler ve İslâm’ı hayâta hâkim kılmışlardır yada dînin hayâta hâkim kılınmasına yardımcı olmuşlardır. İşte Kur’ân, bunun tekrârını bizim de yapmamızı istemekte-emretmekte ve şöyle demektedir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Allah’ın emri; bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecinin sonunda, aynen göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’ın sözünün-dîninin hâkim olmasıdır. Zâten ancak bu şekilde Dünyâ, cennete bir köprü kurarak cennetin bir “şûbesi” olabilir ve insanlar ancak İslâm Devleti ve Medeniyeti gerçekleştiğinde -Dünyâ’nın doğal zorlukları hâriç- diğer zorluklardan-zulümlerden kurtulabilir ve insan gibi yaşayıp mutlu-huzurlu olabilir.

Devlet; “dîn-u devlet”tir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder