27 Temmuz 2017 Perşembe

Kalem, Kılıç ve Türkler



“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Târihleri boyunca Türklerin “kalemleri” (ilim) zayıf olmuştur. Bu açığı da, çok iyi kullandıkları kılıç ile kapatmışlardır. Kılıç ile çok geniş alanlara hâkim olmuşlar ve hükmetmişlerdir. Fakat kalemin-ilmin zayıf olması, onları genelde sürekli “göçebe” kılmış ve bu nedenle de uygarlık ve medeniyetten (ikisi aynı şey değil) hem mahrûm kalmışlar hem de uzak durmuşlardır. Fakat böyle olunca da bi-ince, “barbar-bedevî” denebilecek bir durumda olmuşlardır. Böyle olunca da tek dertleri, geçim yada “iyi geçim” olmuştur. Bu bağlamda; bir zaman-önce savaştıkları bir toplumla, bir zaman-sonra birlik olup diğer bir topluma karşı savaşmışlar, gâlip gelerek “yağma” yapabilmişlerdir. Göçebe olunca tarım ile çok sınırlı ilgilenip, genelde hayvancılıkla geçinmişlerdir ama bu yeterli gelmeyince de savaş ve yağmacılık ilgi alanlarına girmiştir. Tabi bu durum sâdece Türklere has değildi o zamanlar.

Türklerin İslâm ile tanışıp müslüman olana kadar bu şekilde devâm eden hayatları İslâm ile çok büyük oranda değişmiş ve medeniyete adım atmışlardır. Zâten büyük ve kalıcı devletlerini de İslâm ile birlikte kurmaya başlamışlardır. Bu devletler kalıcı olmuştur, zîrâ medeniyete uygun işler yapmaya başlamışlardır. Fakat Türkler İslâm’ı, kitap ve sünnet-merkezli değil de, önceki gök-tanrı ve şamanizm dinlerine uygun olarak yada eski dinleriyle sentez edecek şekilde Îran’dan (Sâmânîler) öğrendikleri için, dînin “sürekli gelişmeye açık ilim” yönüne değil de, “taklidî ve tekrârî” yönüne (tasavvuf-muhâfazakârlık) yönelmişlerdir. Yâni İslâm’ı aslında gerçek ve olması gereken anlamıyla öğren(e)memişler yada bu yönde bir İslâm üzre olmayı istememişlerdir. Çünkü henüz tam anlamıyla medenî olamamışlardır. Tam anlamıyla medenî olmak için mutlakâ olması gereken şey, “ilim-merkezli olmak”tır. Ferid Aydın:

“Zerdüşizm’in derin etkisini -İslâmî dönemde de- yaşayan Îranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1.500 yıldır köklü bir etki altında tutmaktadır; Orta Asya’dan koparak Îran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar.

Hatırlamak zorunda olduğumuz çok önemli bir târihi gerçek daha vardır ki o da şudur: Hem -hâkim zümre olarak- Türkler, hem de yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya önem vermedikleri için; üstelik -sırf arap dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim dili olarak kullanamadıkları için İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnetle -târihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir” der.

Medeniyet insana hastır ve insanı hayvandan ayıran şey, ilim, kültür ve sanattan kaynaklanan medeniyettir. Türkler İslâm ile birlikte kültür ve sanatta ileri derece eserler vermişler fakat, birilerinin içtihad kapısını kapatması ve bunu resmîleştirmeleriyle birlikte, Türkler de bu resmîyeti kabûl ederek o doğrultuda düşünmeleri ve edip-eylemeleri onları vahiy/sünnet-merkezli ilimden yoksun ve mahrûm bırakmıştır. Böylece İslâm’ın cihangir devletlerini kuran Türkler, ilmi geriye atmış ve kılıca yönelmişlerdir.

Medeniyetin önündeki en önemli engel taklitçilik ve tekrarcılıktır. Tekrar ve taklit, ilmi zamanla yozlaştırır ve güncelleyemez. Böylece her zamâna ve duruma hazır edemez toplumları. Taklitçi toplumlar dışarıdan bakınca en yeni araç-gereçlere sâhip olsalar da yine de medeniyetten uzak kalırlar. Bu nedenle de Türkler, meselâ Osmanlılar zamânında en medenî hâle gelseler de ilimden uzak oldukları için medeniyeti taçlandıramamışlar ve kılıçlar artık işe yaramadığında da bunun olumsuz karşılığını biraz da acı bir şekilde görmüşlerdir ve üstelik bu durum Cumhuriyet Türkiye’sinde hâlâ geçerlidir. Bunun delîli, Türkiye’nin, diğer devletler tarafından çeşitli kuşatmalara mâruz kalmasıdır.

Türkler bir-çok din değiştirmişlerdir. Hattâ nerdeyse girip-çıkmadıkları bir din kalmamıştır. Bunun nedeni, Türklerin “kalem”lerinin zayıf olması ve bu nedenle de din-merkezli ilimlerini üretip geliştirememiş olmalarındandır. Din-değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a da girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında getirmişlerdir. İşte Türklerde, ilme ve akla düşman olan “tasavvuf” denen zırvalık bu şekilde yaygınlaşmıştır. Türklerin kalemlerinin zayıf olması, dinlerinin de zayıf olmasına neden olmuştur. Taklîdî ve tekrârî bir din anlayışları onları muhâfazakâr yapmıştır. Fakat bu muhâfazakârlık, “ilkelerini koruyan bir muhâfazakârlık” değil, “yozlaşan dinlerini koruyan bir muhâfazakârlık” olarak tezâhür etmiştir. Modern zamanlarda da kitap-merkezli bir dînî anlayışı kalemlerinin zayıf olması nedeniyle kuramadıkları için, bu sefer de; “modern İslâm”, “ılımlı İslâm”, “demokratik İslâm, “protestan İslâm” şeklinde, yozlaşmış ve aslını kaybetmeye yüz tutmuş din-anlayışlarına yönelmişlerdir. Bu tutum onları, gâlip devletlerin güdümüne sokmuştur-sokmaktadır.

Kalemlerinin zayıf olması nedeniyle Türkler, Osmanlı’lar zamânında -güçlü bir devlet kursalar da-, Endülüs-vâri bir “İslâm medeniyeti” kuramadıkları gibi; günümüzde de bir “Türk İslâm medeniyeti” kuracak kapasiteden yoksundurlar. Zâten sâdece Türkler değil, genel anlamda tüm İslâm dünyâsında bir ilmî durgunluk ve dolayısı ile bir gerileme başlamıştı. İlber Ortaylı:

“Îtiraf etmek gerekir ki İslâm dünyâsı ilmî üstünlüğünü 15. asırda tamamlamıştır. Yâni 15. asırdan sonra İslâm dünyâsı tıpta, astronomide, matematikte, kimyâda öncü rôlünü terk etmiştir” der.

İslâm medeniyeti sâdece; câmi, köprü, kervansaray, yol, tünel yaptırmakla kurulamaz çünkü. Kevâkibi, bu konuda Osmanlı’ları eleştirirken şu soruyu sorar:

“Güzel câmiler yaptı, iyi devlet-adamları ve iyi komutanlar yetiştirdi, iyi şiirler yazdılar, iyi şâirler yetiştirdiler. Fakat ilmî noktada Osmanlı ne yapmıştır ki?”.

İhsan Fazlıoğlu:

“Büyük Memlûklu târihçisi İbn Fazlullah el-Umerî (ö. 1348), muhalled eseri Mesâlik el-ebsâr fî memâlik el-emsâr’da, “Türk Hükümdarları Hakkında” başlıklı alt kısımda, Türk târihi hakkında bilgi vermek istediğinde şöyle der: “Bu milletle ilgili haberler bize ulaşmadı; çünkü aralarında bilginler yoktur ve bilgi ile atalar mirâsını muhafazaya (hıfzı meâsiri’l-âba) ihtimam/ilgi göstermezler. Türkler devlet olmayı hep başarmış, ancak sürekliliği olan dinî ve ilmî bir önderlik geleneği inşâ edememişlerdir” der.

Türkler; gök-tanrı (sâdece “göğün” tanrısı); şamanizm-toyonizm; budizm; mûsevilik; hristiyanlık; maniheizm; zerdüştizm; ve en nihâyet İslâm dînini seçerek târih boyunca çeşitli dinlere girip çıkmışlardır. İslâm’a girince ise; şiilik, mistisizm-tasavvuf ve sünnilik düşüncelerine daha sıcak bakmışlardır ve bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir düşünce ve yaşayışa yönel(e)memişlerdir. Bu nedenle de vahiy-merkezli ilmi yükseltip, onu devletle bütünleştirerek bir medeniyet kuramamışlar ve belli bir zamâna kadar sâdece askerî alanda “güçlü bir devlet” olarak kalmışlardır. Din değiştirmede zorlanmamaları lâikliği ve “demokrasi dîni”ni de kolayca benimsemelerine neden olmuştur. Zîrâ Türkler vahiy-merkezli din konusundab “gevşek”tir. “Rivâyet dîni”ne bağlıdırlar daha çok. Bu durumun farkına varan batı şimdi de; “Türk Müslümanlığı Modeli” teorisi üzerinden İslâm’ı ılımlılaştırarak yozlaştırmak istemektedir. Üstelik Türkler de bu çeşit bir İslâm’a râzı gibidirler. (belki de “gibi”si fazla).

Evet; Türkler’in İslâm’dan önce doğru düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Roma (Batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Türkler bir türlü vahiy ve sünnet merkezli o İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.

İslâm demek “Kur’ân” demektir. Osmanlı’nın Kur’ân-merkezli, -yarım kalmış bir-kaç tefsir çalışması hâricinde- bir çalışması bile yoktur. Türkler bu yönden kısırdır zâten. Daha yeni-yeni bir çıkış var. O da vahiy/sünnet-merkezli değil, daha çok modernizm-merkezlidir. Zîrâ Türkler, İslâm’ı ana-kaynakları olan Kur’ân ve sünnetten değil, yukarıda söylendiği gibi, kadim dinleri olan şamanizmi, Îran-Horasan tasavvufuyla sentezleyerek ve yanına da genelde sözde İslâmî uydurma sözleri ve hurâfeleri ekleyerek edindikleri taklîdi bir anlayışla kazanmışlardır. Her zaman taklîdî bir din-anlayışları olmuştur yâni. Onları ilimden-medeniyetten uzak tutan şey budur. Tabi bu durum, Türklerle berâber tüm İslâm âleminin hâl-i pür melâlinin sebebidir. Son zamanlardaki anlayışları ise, din-merkezli değil, ırk/kavim/millet-merkezli bir anlayıştır ki ilâhi olmaktan çok sekülerdir. Batı’da Fransız Devrimiyle başlayan bu oluşum, Osmanlı’da tanzimat ile birlikte düşünülmeye başlamıştır ve sonunda da ulus-devlet ile birlikte seküler bir din anlayışı kuşatmıştır Türkleri. Gelinen noktada eskisi gibi yine ilim-medeniyet düşüncesi blôke olmakta ve ilâhi olana karşı olan “modern tarzda bir ilerleme” düşüncesi hâkim olmaktadır. Tabî ki bu bir “medeniyet” değildir. Türkler bu sefer de “batı uygarlığı taklitçisi” olmuşlardır. Üstelik içtihad kapısını da kapatmışlar yada kapatmak üzeredirler.

Târih boyunca -toplumsal seferberlik anlamında- Türklerde ilme yönelik bir girişim ve gelişim olmuş mudur? sorusuna hiç zorlanmadan “hayır!” cevâbı verilebilir. Eğer olmuş olsaydı, bu, yeniden olabilirdi. Fakat târih boyunca olmamışsa, şimdi neden ve nasıl olsun ki?. Türklerin târih boyunca yükselişleri, kalem ile değil, kılıç ile olmuştur. Fakat artık kılıcın bir hükmü kalmamıştır. Turan Taktiği artık işe yaramamaktadır. Artık “devlet-medeniyet hedefli” ve “vahiy-merkezli” bir “ilmî kalkınma”ya yönelmeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur. Fakat Türklerin toplumsal olarak ilme yönelmeleri, yapısına -şimdilik- uygun değildir. Zîrâ “devlet-medeniyet hedefli” ve “vahiy-merkezli” bir “ilmî kalkınma”ya tâlip değillerdir ve böyle bir istekleri zinhar olmadığı gibi, bu isteği dile getirenlere ve seslendirip yükseltenlere de karşı çıkmaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de toplumsal anlamda ilmî bir kalkınmanın olması çok zordur. 

Türkler kılıçları “mecbûren” bıraktıklarında ve onun yerine, kalemleri de zayıf olduğu için yeterli oranda “modern kılıçlar” kullanamadıkları için zayıflamışlar ve târihteki etkilerini kaybetmişlerdir. Kalemlerinin zayıflığı kılıcın da zayıflamasına neden olduğu gibi, zihinlerinin de zayıflamasına neden olduğundan dolayı târihe bir etkileri olmuyor artık.

Burada şunu söylemezsek biz de bir yanlışa düşmüş oluruz. Kalem ve kılıç birlikteliği bâzı başarılara imzâ atsa da yanında mutlakâ zulmü de getirir. Batı’nın zulmü bunun en büyük örneğidir. Eğer biz de sâdece kalem ve kılıçla hareket edersek zâlim ve bâtıl “batı” gibi olur ve Dünyâ bu sefer de “haçlı zulmü” ile değil, “hilâl zulmü” ile yanıp-yıkılır. İşte bunun önüne geçmek için İslâm bir “fark” ortaya koyar. Bu fark, kalem ve kılıcın yanına bir de “mîzân”ı koymasıdır. Yâni ölçülü bir anlayış ve eylem ortaya koymasıdır. Bu ölçülülük, kişide ve devlette ahlâk, vicdan, merhâmet ve adâleti oluşturur. Böylece kitap (kalem-akıl), mîzân (ahlak-vicdan-merhâmet-adâlet) ve demir (kılıç) birlikteliği adâleti sağlar ve zulmü ortadan kaldırıp Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi yaparak cennete bir köprü uzatır.

Evet; sâdece kalem ve kılıç değil; “kitap, mîzan (ölçü, adâlet) ve demir”. Bunlar, İslâm’ın vahiy/sünnet-merkezli bir devlet-medeniyet kurarak Dünyâ’ya hâkim olması ve müslümanların ve mazlumların zulümden kurtulup mutlu-huzurlu olması için gerekli olan üç etkendir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder