“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri
ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü
haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda
kendinize zulmetmeyin…” (Tevbe 36).
“Einstein’ın izâfiyet
teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile
bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat
insanların zaman algısında bir problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar
bir süre olduğunu a-priori olarak biliyor. Zaman, maddenin hareketinin bir
sonucudur. Zaman, maddenin içinde mündemiçtir-özdeştir. Suyun (zaman) rengi
kabının (madde-mekân) rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli
maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın
yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi,
maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi,
“dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur. Her-şey anlamını “hareket” ile bulur.
Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin hareket
etmesidir.
Zamânın mutlak ve bağımsız
bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir
zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir
süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa, zaman da
kalmaz/olmaz.
Dünyâ’da doğal bir takvim ve
saat vardır aslında. Kış gelir, bahar gelir, yaz gelir. Çiçeklerin açması,
havanın ısısı, yiyecek-içeceklerin çıkması vs. ile insanlar hangi zamanda
olduklarını öğrenmişlerdir-öğrenebilirler. Takvim ve saate daha çok, bir “hız
uygarlığı” olan modernizmde ihtiyaç duyulur. Müslümanlar namaz vakitlerini
hassas bir şekilde belirlemek için saat üretmişler ve kullanmışlardır. Modernizmin
daha etkisini göstermediği daha “dün” denebilecek târihlerde bile, annelerimize
yada ninelerimize-dedelerimize kaç yılında doğduklarını sorduğumuzda târihi
söylemek yerine; “savaş zamânı”, “büyük deprem zamânı”, “kıtlık zamânı” gibi
ifâdeler kullanırlar ve daha çok ayrıntı istendiğinde de; “zemheride”, “ekinler
hasat edilirken” gibi sözler ederler. Günün hangi saatinde doğduğunu da; “kuşluk
vaktinde; “ikindide”, “yatsıda” olarak söylerler. Yine; horozların ötmesiyle
sabah vaktinin o özel ânını, Güneş’in doğmaya başlaması ve doğmasıyla başka bir
vakti, havanın ısınmasıyla başka bir vakti, kuşların ötmesi yada uykuya
dalmalarıyla başka vakitleri anlarlar. Fakat genelde Güneş’in hareketleri ve
konumlarıyla anlarız farklı vakitleri ve zâten insanlar uzun yıllar, bu doğal takvim
ve saati kullanmışlardır. İnsanların yaptıkları takvimler ve saatlerin nedeni
ise, târihi ve zamânı göstermekten ziyâde, “târihi ve zamânı hassas olarak
öğrenmek ve bilmek”tir. Zîrâ medenileşen insan, târihi ve zamânı daha hassas
öğrenmek ihtiyâcı ve zorunluluğu duymuştur.
Gökyüzünü gözleyen ilk
gözlemciler, odaklanarak yaptıkları gözlemlerinin netîcesinde hassas döngünün
farkına varmışlar bu döngüyü kaydettiklerinde ortaya bir takvim çıkmıştır. Bir
yazıda ilk takvim ve takvimin gelişimi için şunlar söylenir:
“Mısır’lılar gök-cisimlerinin hareketini inceleyerek
ilk takvimi buldular (MÖ 4241). İlk takvim Dünyâ’nın Güneş etrâfında dönüşüne
göre düzenlendi. Mısır’lılar bir yılı 365 gün olarak hesapladılar ve oniki aya böldüler.
Bir ayı da 30 gün kabûl ettiler. Mısır takvimi, günümüzde kullandığımız milâdi
takvimin temelini oluşturmaktadır. Güneş esâsına dayalı takvim, İyon’lar, Yunan’lar
ve Roma’lılar tarafından geliştirilmiştir. Roma İmparatoru Jullius Cesar (Jül
Sezar) ve Papa XII. Gregor (Gregor) tarafından düzenlenerek günümüzdeki şeklini
almıştır”.
Türkler de târih boyunca; 12
Hayvan Takvimi, Celâli Takvimi (meliki takvim), Rûmi Takvim, Hicrî Takvim ve Milâdi
Takvimleri kullanmışlardır.
Saat ise
ilk defâ MÖ 4000’lerde Mısır‘da
kullanılmaya başlanmıştır. Mısır’lılar, Güneş’in her
gün belirli bir düzende doğup-battığını keşfetmişti. Bundan yararlanarak güneş-saatini îcat
etmeyi başardılar. Bu saat çeşidinde dik duran bir cismin Güneş’in geliş
açısına göre oluşturduğu gölge boyuna bakılarak saat hesaplanıyordu. Ancak
güneş-saatinin bir eksikliği vardı. Geceleri Güneş olmadığından dolayı
çalışamıyordu. Bunun üzerine Antik Mısır’lılar kum-saati ve su-saatini îcat ettiler.
Ateş-saati,
kum-saati, su-saati, güneş-saati gibi saatler kullanılmıştır târih boyunca.
Modern zamanlarda da mekanik ve elektronik saatler kullanılmaktadır.
Peki biz şu-anda
kullandığımız takvime mecbur muyuz ve bu takvimin bir alternatifi olamaz mı?. “Papa
12. Gregory tarafından yapılan Gregoryen takvimine mecbur muyuz?” diye
düşünürken, üzerinde biraz düşünüp hayâl edince farklı bir takvim olabileceğini
gördüm. Hayâl ettiğim takvim şöyledir…
Bizim takvimimizde 1 yıl,
Kur’ân’da da bildirildiği gibi 12 aydan oluşacaktır. Fakat bir ayda 4-4,5 hafta
değil, tam olarak 5 hafta olacak; her haftada da 7 gün değil, 6 gün olacaktır. Bu
altı günün 6. günü izin günüdür. Böylece her hafta 6 günden; her ay, 6X5=30
günden; ve her yıl da 30X12=360 gün oluşacak ve her yılın son ayının sonunda 5 günlük
ama 4 yılda bir de6 günlük bir “şükür bayramı” olarak kutlanan “artık hafta” olacaktır.
“Tanrı her-şeyi altı günde
yarattı. Çıkış 20:11’de belirtildiği gibi, insanlık için bir örnek olması
amacıyla Tanrı, 6 gün çalışmış ve 1 gün dinlenmiştir. Böylece 7 günlük haftamız
süregelmiştir” denir. İslâm’da ise 6 günde yaratıktan sonra işin başına
geçmiştir. Yâni haftanın 7. günü yoktur.
Güneş’in döngüsüne göre
hazırladığımız bu takvimde günlerin adları şöyledir:
1.gün: Namaz (Pazar)
2.gün: Oruç (Pazartesi)
3.gün: Zekât (Salı)
4.gün: Hac (Çarşamba)
5.gün: Tevhid (Perşembe)
6.gün: Cum’a (Cum’a).
Ayların adları ise şöyledir:
1.ay: Vahiy
2.ay: Nebî
3.ay: Kur’ân
4.ay: Îman
5.ay: Namaz
6.ay: Hicret
7.ay: İnfâk
8.ay: Tevhîd
9.ay: Cihad
10.ay: Melek
11.ay: Şahâdet
12.ay: Cennet
Ve “artık hafta” olan “şükür
bayramı” haftası.
İster saat olsun ister
takvim, zamânı gösteren olaylar, doğada meydana gelen bâriz ve önemli
değişimlerle olmalıdır. Zîrâ Allah, doğadaki değişimleri muhteşem değişimlerle
yapar. Bu nedenle takvim, muhteşem bir değişimin yaşandığı ilkbahar ayı ile
başlamalıdır. Bu başlangıcın, gündüz ile gecenin uzunlukta eşitlendiği İlkbahar
ekinoksu ile olması uygundur. Dolayısıyla bu takvimde yılbaşının 20 Mart’ta
başlaması ve takvmi başlangıcının da Hicret’i merkeze alması uygun olur.
Her ayı aynı olan 1 aylık
takvimimizin tablosu şu şekilde:
Namaz |
Oruç |
Zekât |
Hac |
Tevhid |
Cum’a |
1 |
2 |
3 |
4 |
5 |
6 |
7 |
8 |
9 |
10 |
11 |
12 |
13 |
14 |
15 |
16 |
17 |
18 |
19 |
20 |
21 |
22 |
23 |
24 |
25 |
26 |
27 |
28 |
29 |
30 |
(Not: Ayların ve günlerin adı, İslâm
kavramlarıdır. Ben bunu bir örnek olarak yaptım, farklı isimler de koyulabilir
tabî ki).
Güneş’e ve doğaya göre
belirlenen bu takvime göre yılın başı, bir “doğum ânı” olan baharın
başlangıcıdır. Her yıl, doğanın yeniden doğmasıyla başlar. Bu bir doğumdur,
başlangıçtır. İkbaharda doğan yeni yıl, yazın gençlik-olgunluk yıllarını yaşar;
sonbaharda olgunluk-yaşlılık çağını geçirir ve kış gelince de ölür ve beyaz
kefenini çeker üstüne. Böylece yıl da ölmüş-bitmiş olur. Tekrar yeni bir yıl
yâni bahar başlamadan önce arada 5-6 günlük bir tefekkür dönemi olur ve sonra
da deverân sürer gider.
Tabi bu çok ince ayrıntılarına girmeden
hazırlanmış bir takvimdir. Esâsen “hareket”in ve “döngü”nün olduğu yerde “kesinlik”
olmaz. Zâten modern saat de, bir gün için tam-tamına 24 saat değil, gerçekte 23 saat, 56 dakîka ve 4.004 sâniye sürer.
Ölen için ise zamânın, saatin
ve takvimin bir önemi ve anlamı yoktur. Ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik
durumu olduğundan, artık mevtâ (ölü) için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin
“hareketi” bittiği için zamânı da bitmiştir zîrâ. Zaman-dışı olmuştur o kişi
artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer
âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla
mümkündür. Ölen kişi artık bilinen zamanla kayıtlı değildir çünkü. Ölen için
sadece anlık zamanlar vardır:
“Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar
kaldınız?. Dediler ki: Bir gün yada bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara
sor. Dedi ki: Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz” (Mü’minûn
112-114).
Bir gün kaldıklarını
zannetmektedirler. Çünkü artık sûr’a üfürülmüş, yer ve zaman formatı değişmiş
ve “bin” günlük bir süreye “bir” gün denmeye başlanmıştır.
Tüm takvimler saatler Dünyâ’ya
göredir. Dünyâ-dışında Dünyâ’da kullanılan saat ve takvimlerin bir anlamı
kalmaz. Hareketin olduğu yerde kesin olarak ne takvim, ne zaman, ne de saat
gerçek anlamda bilinemez. Takvimi, zamânı ve saati kesin ve doğru olarak hiç
kimse bilemez. Her yazımızın sonuna eklediğimiz gibi:
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder