“Ancak o, sarp yokuşa
göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek
(bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir
yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı birbirlerine
tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak” (Beled 11-17).
İki çeşit insan vardır. Bu insan-tipleri,
hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler.
2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Bunu: “Dünyâ’nın tadını çıkarmaktan başka
bir derdi olmayanlar” ve “Allah için, İslâm için ve âhiret bilinci ve
endişesiyle zorluğa tâlip olanlar” olarak da ikiye ayırabiliriz. Âhiret-merkezli
yaşamayı seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat dünyâ-merkezli yaşamı
seçenler âhiretten olumlu anlamda faydalanamazlar:
“Kim âhiret ekinini isterse, Biz ona
kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim dünyâ ekinini isterse, ona da ondan
veririz; ancak onun âhirette bir nasibi yoktur” (Şûrâ 20).
İnsanlık-tarihi boyunca insanların büyük
çoğunluğu “zorluğa tâlip olmak” yerine, Dünyâ’nın tadını çıkarmanın ve sürekli
olarak refah, zevk, haz içinde yaşamanın hayâlini kurmuş ve bunun için çabalamıştır-çabalamaktadırlar.
Lâkin sünnetullah, imtihan ve Dünyâ’nın formatı nedeniyle çoğunluk için bu mümkün
olmamıştır ve mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ sınırlıdır, nîmetler sınırlıdır ve
insanlığın hepsi yada çoğunluğu için yeterli olanaklar yoktur. Dünyâ,
insanların hepsi yada büyük çoğunluğu için sınırsız bir şekilde hayâtın tadının
çıkarılabileceği bir yer değildir, olamaz. Bu nedenle de târih boyunca hemen
her zaman, Dünyâ’nın en az yarısı perişanlık, fakirlik ve yoksulluk içinde
yaşarken, diğer yarısı ise, bu durumu önemsemeyerek “hayâtın tadını çıkarmak”
şeklinde bir arayışa girmiştir. Fakat bunun mânevî bir cezâsı
olmuştur-olmaktadır ki, kırmızı çizgisi olmayan bu arayış ve arzu insanlara huzur
getirmemiş ve onları en azından mânevî olarak çökertmiştir. Hâlbuki zorluğa
tâlip olunduğunda ve “çıtayı düşürmek” göze alındığında, Dünyâ herkes için
ortalama bir refahı, huzûru ve mutlu bir hayâtı karşılayabilecektir. Zîrâ böyle
olduğunda bir bereket de açığa çıkacaktır. İşte zorluğa tâlip olan peygamberler
ve mü’minler bunu sağlamaya çalışırlarken, hayâtın tadını çıkarmayı hedefleyenler
ve Dünyâ’yı zinhar ıskalamamaya kilitlenenler, “herkes için iyiliğin” ister-istemez
karşısında olmuş olurlar. Allah’ın indirdiği vahiylerin sertliği çoğunlukla
bundan dolayıdır. Çünkü Allah’ı, âhireti, Kitab’ı, İslâm’ı, Peygamber’i hesâba
katmayan yada yeterince hesâba katmayan insan, Dünyâ yaşamına çok hırslıdır,
çok ihtiraslıdır ve bu uğurda bir-çok adâletsizliği, merhâmetsizliği yapabilecek
ve çeşitli zorlukların açığa çıkmasına neden olabilecektir.
O-hâlde insanlık-târihi, “zorluğa tâlip
olan az sayıdaki mü’minler” ile, “hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak” isteyen
büyük çoğunluğun savaşımının ve mücâdelesinin târihidir. Kıyâmete kadar da
böyle olacaktır. Bu savaşta yada mücâdelede “müslümanım” dediği hâlde mü’minlerin
tarafında olmayanlar da “Dünyâ’nın tadını çıkarmak”tan başka bir şey düşünmediği
için insanların yarısının zorluk içinde kalmasına göz yumanların tarafında
olmuş olurlar.
Şeytanın, nefsin ve tâğutların
yâni “kendilerinde Allah gibi bir güç olduğunu zannedenlerin” etkisi nedeniyle,
modern müslümanlar da dâhil insanların çoğunluğu, Dünyâ’da bulunmanın yegâne
amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak, haz içinde ve relaks hâlinde
yaşamak, zorluklardan alabildiğine kaçmak ve Dünyâ’nın tadını dibine kadar
çıkarmak” olduğunu zannediyor. Oysa fâni-geçici bir imtihan dünyâsında, üstelik
ölümden sonra her-şeyin bitmediği ve hesâbın başladığı âhiretin olması bunu
mümkün kılmaz. Çünkü Dünyâ cennet değildir ve Dünyâ, cenneti kazanmak için
icâbında zorluklara tâlip olmanın ve İslâm-merkezli yaşamanın olduğu yerdir.
“Dinde zorlama yoktur” diye bilinen
âyet, aslında sâdece “kişiyi dîne dâhil etme noktasında” zorlamanın
yapılamayacağıyla ilgilidir. Zorla dîne girmek ve dâhil etmek yoktur ve olmaz. Zîrâ
din bir gönüllülük işidir, kâlpten ve isteyerek, insan tarafından bir baskı
altında kalmadan kabûl ederek dîne dâhil olmak esastır ve önemlidir. Fakat dîne
dâhil olduktan sonra ise, çeşitli sorumluluklar kabûl edilmiş demektir ki, bu
sorumlulukların çoğu insanı çok zorlayıp yorabilir. Zorluk, Dünyâ’nın
kaderidir. Dünyâ’da dînin yüklediği yükümlülükler ve sorumlulukların zorluğu
olmasa bile, Dünyâ’nın yapısından kaynaklanan genel ve doğal bir zorluğu
vardır. Sıcak, soğuk , hastalık, ölüm, kavga, gürültü, iş, morâl bozukluğu vs. hayâtın
çeşitli zorlukları vardır ve bunlar sünnetullahın ve imtihanın gereğidir. İşte
İslâm, bu zorlukları normâlleştirmek ve âhireti de hesâba katarak dînin
sorumluluklarını yüklenerek Dünyâ imtihanını geçerek âhirette mutlu olanlardan
olmayı sağlamak için vardır. Bu da mecbûren bâzı zorluklara katlanmayı
gerektir. Tabi bâzen bu zorluklar, “malların ve canların Allah yolunda harcanmasını
da gerektirebilir ki bu ancak samîmi mü’minlere zor gelmez. Peygamberler ve onlarla
birlikte olanlar bunun örnekleridirler.
Çoğu kişi için hayat,
hayâtın zorluklarından dolayı “ıskalanmış hayatlar”dır. Dünyâ’yı ıskalama korkusu,
insanın en büyük korkularından biridir. Çünkü onlara göre hayat geçip
gitmektedir ve ıskalanmaktadır. O-hâlde bunu tersine çevirmek ve bir-an önce
hayâtın tadını çıkaracak şeyler yapma yoluna girmek ve bunu sağlamak için
çabalamak gerektiği düşüncesi hâkim olur. Bu düşünce, âhiret bilgi ve bilincinden
mahrûm olmaktan yada âhireti yeterince hesâba katmamaktan kaynaklanır. Âhirette
ve cennette imtihanı geçmiş olanlar için ebedî nîmetlerin bulunduğu sonsuz bir
hayâtın olduğuna îman etmiş olanlar için Dünyâ vazgeçilemeyecek ve bu nedenle
de zorluklara ve fedâkârlıklara katlanılamayacak bir yer değildir. Tabi bu,
modern insan için çılgınca, ahmakça, bağnazca ve aşırı bir düşüncedir. Hattâ
post-modern insan bunu teröristçe bir düşüncenin yansıması olarak görmektedir.
Zîrâ onlar merkeze âhireti değil de Dünyâ’yı almıştır.
Modern insan, hiç ama hiç-bir
zorluk yaşamadan Dünyâ’nın tadını dibine kadar çıkarmak, haz, neşe ve sevinç
içinde ve de Dünyâ’yı hiç ıskalamadan doya-doya ve dolu-dolu en uzun süre
boyunca sıkıntısız bir şekilde yaşamak isteyen varlıktır. Fakat vallâhi de,
billâhi de, tallâhi de Dünyâ’da bu mümkün değildir. İlk insandan bêri hiç-bir insan
için hiç-bir zaman böyle bir yaşam olmamıştır, olmayacaktır, olmaz. O-hâlde; ya
Dünyâ’nın doğal zorlukları yanında İslâm’ın yüklediği yükleri de yüklenirsiniz
ve âhirette “imtihanı geçenlerden” olup cennet ile sevinirsiniz; yada hayâtın
tadını dibine kadar çıkarmak ve hayâtı hiç ıskalamamak uğruna kendinizi
paralayıp da o tür bir yaşama kavuşmak için çabalarsınız da âhireti
ıskalarsınız. Ya bir miktar Dünyâ’yı ıskalarsınız ya da bütünüyle âhireti. Ya
zorluğa tâlip olursunuz yada hayâtın tadını çıkarmak yolunda hayâtı
tüketirsiniz de âhiretin çeşitli zorluklarıyla karşılaşarak pişmân olanlardan olursunuz.
Bunun başka bir yolu yoktur. Şunu hiç-bir zaman unutmamak gerekir ki, her
zorluğun yanında mutlakâ bir kolaylık vardır, olacaktır. Bu da zorluğu göze
alabilecek olanlara bir müjdedir.
Şu da var ki, Dünyâ’yı
ıskalamamak uğrunda çaba harcayanların çok azı istedikleri hayata kavuşurlar
ki, Dünyâ’nın yapısı gereği, o istedikleri hayâta kavuşanlar da, hayâl ettikleri
gibi bir yaşam bulamazlar. Çünkü ne hâlde olursanız-olun, Dünyâ’nın doğal
zorlukları da yanınızda gelir. Dünyâ’da zorluğun olmadığı bir yer ve zaman
hiç-bir zaman olmamıştır, olmayacaktır. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve formatı
gereği aslâ cennet olmayacaktır.
Zorluk iki çeşittir; “doğal
olan zorluklar” (sıcak-soğuk, ağır, mesâfe vb.) ve “insanların ortaya çıkardığı
zorluklar”. Doğal zorluklar kaderdir. İnsanların çıkardığı zorluklar ise,
cehâlet değilse zulümdür. Dünyâ’yı ve insanları melekler yönetse bile,
sünnetullah gereğince insanlar, “doğal imtihan”ın zorluklarıyla karşılaşmaya
devâm edeceklerdir. Fakat Allah’ın istediği gibi bir yönetim olduğunda
insanların ortaya çıkardığı zorluklar olmayacak yada çok nâdir görülecektir.
Eğer “Allah’ın olmadığı” bir
yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki
sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.
“Onlardan öylesi de
vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve
bizi ateşin azâbından koru’ der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri
vardır. Allah, hesâbı pek serî görendir” (Bakara 201-202).
Elbette Kur’ân’ın öğrettiği
gibi böyle bir duâ edilebilir ve hem Dünyâ’da ortalama iyi bir hayat yaşanabilir
hem de âhirette kazananlardan olunabilir. Fakat bu, Dünyâ’da da cennet gibi bir
hayat yaşamak anlamına gelmez. Çünkü dediğimiz gibi dünyâ-hayâtı, isrâf etmemek
ve helâl, temiz, doğal ve meşrû olmak şartıyla tüm nîmetlerden faydalanılabilecek
bir yerdir. Fakat bu tür bir hayat yaşamanın da zorlukları vardır. Böyle bir
yaşam için de mücâdele etmek gerekir. Çünkü şeytan, nefs ve tâğutlar ve de
hayâtın tadını dibine kadar çıkarmak isteyenler, Dünyâ’yı “sâdece kendileri
için” cennete çevirmenin peşindedirler ve bunun için de insanların büyük
çoğunluğunun zorluklar ve yoksunluklar içinde kalmasını göze alabilmektedirler.
Kur’ân bunlar hakkında şöyle der:
“O, iş-başına geçti mi
(yada sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve
nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Bunlara meydan vermemek ve
hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmak için de bunlarla mücâdele etmek
ve bunun için de çeşitli zorlukları ve sorumlulukları göze almak şarttır. Bu da
mecbûren dünyâ-hayatından kısmayı gerektirecektir. Zîrâ “hem hayâtın tadını çıkarayım
hem de şeytanla, nefs ile ve tâğutlarla mücâdele edeyim” düşüncesinin, imtihan
dünyâsı olan bu dünyâda bir karşılığı yoktur. Çünkü hiç-bir peygamber göbeğini
kaşıya-kaşıya, yattığı yerden mücâdele etmemiştir. Zâten Kur’ân bize
dünyâ-hayâtı için bir sınır koyar ve Dünyâ’da arzulanan o cennet-vâri yaşamın
mümkün olmadığını söyler:
“Bilin ki, dünyâ-hayâtı
ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin
(veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki
sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir
azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı,
aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).
Hayâtın tadını doya-doya çıkarmak
isteyen modern müslümanlar da; “nede olsa îman ettim, artık Dünyâ’ya asılabilirim
ve hayâtın tadını istediğim gibi çıkarabilirim” derdindedirler. Ne de olsa
Kur’ân’ı arapçasından okumayı öğrenmişlerdir ve -bir kereye mahsus olmak
şartıyla- hatim etmişler yâni Kur’ân’ı başından sonuna kadar arapçasından okuyup
bitirmişlerdir. Zâten Ramazan ayında oruçlarını tutmaktadırlar ve böylece dînî
görevlerini tamamlamışlardır. Artık sıra hayâtın tadını dibine kadar çıkarmanın
ve Dünyâ’ya sıkıca sarılmanın ve asılmanın zamânıdır. Lâkin Kur’ân böyle
demiyor:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Sınanmadan yâni “zorluklarla
karşılaşmadan bırakılacaklarını mı zannediyorlar” diyor. Müslümanlık daha doğrusu
müslimlik ve mü’minlik, “tüm hayâtı İslâm-merkezli yaşamak” demektir. Yarı-müslümanlık
yada sınırlı bir müslümanlıkla ucundan-kıyısından îman ederek, fakat tam
göbeğinden Dünyâ’ya asılmakla müslüman-mü’min olunamaz. Kur’ân’ın öğrettiği mü’minliğin
söylemi ve eylemi şu şekildedir:
“De ki: Şüphesiz benim
namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (En-âm 162).
Bu da, hayâtın tadını çıkarmaktan
ziyâde, zorluğu göze almak ve çeşitli zorluklara ve fedâkârlıklara katlanmayı
gerektirir.
Şeytan modern zamanlarda,
insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin çıktığını gördükçe zevkten dört
köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkarıyor. Hayâtın tadını gerçek
anlamda çıkaran tek varlık şeytandır.
Kur’ân, imtihanı ve âhireti
hesâba katmayanlara şunu söyler:
“De ki: ‘Eğer
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız
mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler,
sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha
sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar
topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe
24).
Mü’minler, Dünyâ’da,
“cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Biz Dünyâ’ya cennetteymiş
gibi yaşamaya değil, “ebedî cennet hayâtını kazanmak için” geldik. Öyleyse ey
mü’min kişi!; sen hem Allah’a ve Peygamber’e râm olmayı; hem de bu Dünyâ’da “gönlünce” yaşayabilmeyi mi
arzu ediyorsun?”. Vazgeç bundan!.
Âhirette şok olacak, büyük
bir pişmanlık, perişanlık ve hüsrân yaşayacak olup da “biz de îman edenlerdendik”
yada “biz de iyi insanlardık” diyenlere Allah şunu söyleyecektir:
“İnkâr edenler ateşe
sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi
ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte
yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan
dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).
Allah’ı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı
ve Peygamber’i -mecbûren- göz-ardı ederek ve Dünyâ’yı hiç ıskalamadan, hayâtın
tadını dibine kadar çıkarmak peşinde koşarak, âhirette hesâbı vermek ve ebedî
cenneti kazanmak mümkün değildir. Cennet, Dünyâ’da Allah’ın emrettiği ve
peygamberlerin örneklediği gibi bir hayat yaşamanın ödülü olarak, mü’minlere
verilecek sonsuz nîmetlerin bulunduğu ebedî bir mutluluk diyârıdır. Dünyâ’da
Allah’ın emrettiği gibi değil de, şeytanın, nefsin ve tâğutların istedikleri
gibi yaşamanın karşılığı ise, sonsuz azâbın ve pişmanlığın yaşanacağı cehennem
olacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder