30 Ağustos 2022 Salı

Din Nedir?, Felsefe Nedir?


“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır…” (Âl-i İmran 19).

 

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114-115).

 

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır” (Âl-i İmran 85).

 

Aslında hiç-bir bilgi sisteminin tek kelimeyle yada kısa bir cümleyle târifi yapılamaz. Özellikle soyut bilgi alanlarının kısa tanımını yapmak pek mümkün değildir. Çünkü soyut olan şeyin tanımı “kısaca” yapılamaz. Bu yüzden de insanlar, “din nedir?” ve “felsefe nedir?” sorularına herkesin üzerinde ittifak ettiği ortak bir cevap veremezler. Aslında insanların ezici çoğunluğu “din ve felsefe nedir?” sorularına bir cevap bile veremezler yada sâdece zanlarını yâni bildiklerini sandıkları şeyleri söylerler. Özellikle felsefe için insanların %99’unun net bir tanım yapabilmesi bir-kaç cümleyle de olsa pek mümkün değildir. Çünkü sözlük-lûgat anlamları da ortak bir tanım vermez. Bu nedenle insanlar din konusunda bir şeylere inanıyor olsalar ve din ile ilgili bir şeyler yapıyor olsalar da dînin ne olduğunu bilmezlerken, felsefe hakkında ise hiç-bir bilgileri yoktur. Bundan dolayı da felsefeyi “hiç-bir işe yaramayan boş bir iş” olarak görürler.

 

Fakat buna rağmen işin traji-komik tarafı nedir biliyor musunuz?. Aslında insanlar, dînin ve felsefenin ne demek olduğunu bilmedikleri için, hayatları boyunca düşüncelerini, duygularını, söylemlerini, amel, eylem ve davranışlarını, duygularını ve inançlarını -mecbûren- din yada felsefenin belirlediğini de bilmezler. Çünkü başka bir belirleyici yoktur. Zîrâ insanın tasavvurunu, düşüncesini, duygularını, inancını, bağlı olduğu şeyleri, ideolojisini, gittiği yolu, konuşmalarını, yazdıklarını, söylediklerini ve yaptıklarını ya din belirler ki bahsettiğimiz din İslâm’dır, yada felsefe yâni akıl-mantık belirler. Kısaca; insana âit olan şeyleri ya din belirler yada felsefe belirler. O-hâlde insanlar dînin yada felsefenin ne olduğunu ister bilsinler ister bilmesinler, şunu çok iyi bilmelidirler ki, ya dîne yada felsefeye uyuyorlardır ve hayatlarının her alanını ya din yada felsefe belirlemektedir. Söylediklerini ve yaptıklarını, hakkında hiç bilgi-sâhibi olmadıkları din yada felsefe belirlemektedir. Bu konuyu aşağıda biraz daha ayrıntılandıracağız.   

 

Şimdi dînin ve felsefenin sözlük anlamlarını verelim..

 

Din: “Tanrı’ya, doğa-üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve sembôller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veyâ ülkü, kült. İnsanların ilk yaratılışından bu yana Dünyâ’da olduğuna inanılan, insanın yaratıcıyla ve çevreyle ilişkisini düzenleyen yapıya verilen isim” (TDK).

 

Felsefe: “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş” (TDK).

 

“Felsefe (Yunanca: φιλοσοφία, philosophia, “bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı”); varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” (Vikipedi).

 

Felsefe, bilginin temelinde bulunan bir takım gerçeklere ve insan davranışını yöneten ilkelere ulaşma çabasıdır. Felsefe aslen bir düşünme etkinliğidir. İnsanların ve yaşamın anlamı üzerine düşünmeyi sağlar. Bu düşünme etkinliğinin sonucunda ortaya çıkan ürüne “felsefi bilgi” denir. Felsefenin doğuşundaki iddiâ, evreni ve varlığı, varoluşun anlamını kavramanın sistematik aklî bir çaba ile mümkün olduğudur.

 

Bertrand Russell’e, “felsefe nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı verir: “Oldukça tartışmalı bir sorudur bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur. Benim görüşüm ise şu şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı meseleler üzerine yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir… Bana göre filozofun işi Dünyâ’yı değiştirmek değil, onu anlamaktır”.

 

Bâzılarının zannettiği gibi din ile felsefe aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara da ulaşmazlar. Tertullianus, “din ve felsefe arasındaki mesâfe, Atina ile Kudüs arasındaki mesâfe kadardır” der.

 

Felsefe için “bilgiyi ve hakîkati arama işidir” denilir, oysa felsefe bir hakîkat ortaya koyamaz. Zîrâ hakîkat kesin ve mutlak olandır ve onu da ancak vahiy ve din sağlar. Zâten felsefede bilgiden ziyâde “bilginin aranması” önemlidir. Bir soruya ille de cevap vermek bile gerekmez. Önemli olan aramadır. Felsefe “sürekli bir arayış ama hiç-bir zaman netliğe ulaşamayış” düşüncesidir. Zîrâ felsefe madde-merkezlidir ve maddenin sonsuz olduğunu düşünür. Böylece “madde sonsuz olduğu için yorum ve arayış da sonsuz olur” düşüncesi açığa çıkar. Felsefe sâdece “nedir?” sorusunu sorar, oysa “niçin?” sorusu daha önemlidir ve hayâtın iki yönünü de kapsar ki buna cevâbı ancak din verebilir.

 

Felsefe düşüncenin yaşama geçmesine bakmaz ve bunu önemsemez, din ise bir yaşam-biçimidir. İslâm aklı kullanmayı şart koşar ama aklı merkeze almak ve onu tapınırcasına olmazsa-olmaz görmek İslâm’da yoktur. Tek hak din olan İslâm, bilimsel-felsefi bir kuram olmanın ötesinde bir yaşam-biçimi olduğundan dolayı felsefî sorgulamalara ve cevaplara çok da gereksinim duymaz.

 

Din, felsefeden farklı olarak aklın yerine hakîkatin kaynağı olarak merkeze Allah’ı koyar. Felsefenin önermeleri ve yaptığı temellendirmeler göreceli ve sorgulamaya açık esnek iddiâlardır. Oysa İslâm, mutlak hakîkatin temsilcisi olduğu için sorgulanamaz önermeler vâz eder. Sınırları belli ve mutlak aşkınlığı kavrama açısından yetersiz olan insan-aklının karşısına İslâm, saf îmânı koyar ve aklın âciz kaldığı noktada rûhu ve kâlbi de tatmin edecek açıklamalar yapar. Felsefenin ve de bilimin böyle bir yeteneği yoktur, olamaz.

 

Felsefe her zaman farklı teoriler ortaya koyar. Devlet ortaya konan teoriyi benimserse yürürlüğe koyar ve insanlar bu teoriye dayanarak kendilerine bir yaşam-tarzı kurarlar. İslâm’da ise teoriyi Allah oluşturur ve seçtiği peygamberlerin örnekliği üzerinden de pratiği gösterir ve öğretir.

 

Şu ayrımı da hemen yapmamız gerekir ki; sözlükler ve tanım yapanlar “din” derken genelde “hak din” ve “bâtıl din” ayırımı yapmazlar. Oysa ya “tek hak din” olan İslâm vardır, yada İslâm dışında bâtıl dinler vardır. Allah katında tek hak, tek hakîkat, tek gerçek ve tek geçerli din vardır, o da İslâm’dır. İslâm’dan başka tüm dinler yâni inanç ve davranış şekilleri bâtıldır. Bunların içlerinde bâzen olumlu ve yararlı şeyler gözükse de, İslâm-dışı dinler mutlak anlamda Allah’ı merkeze almadığı için temel ilkelerde ve düşüncesinde mutlakâ şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm üreteceği için “bâtıl dinler/yollar” olmak zorunda kalırlar. İçerisinde şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve zulüm taşımayan ve hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi bayraklaştıran tek din İslâm’dır. Demek ki bir tarafta İslâm varken, diğer tarafa bâtıl ve sapkın dinler/yollar vardır.

 

Peki İslâm nedir?. İslâm: “Tasavvurun, düşüncenin, söylemin, amel ve eylemin, davranışın, sosyâl, kültürel, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî, toplumsal vs. her alanda hayâtın merkezine Allah’ı koyan; âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri, vahyi-Kur’ân’ı, peygamberleri, onların örnekliklerini, hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı yâni tevhidi koyan ve şirkin, küfrün, ahlâksızlığın, haksızlığın ve zulmün her çeşidinden mutlâk ve kesin anlamda uzak duran, Allah tarafından tüm kâinatta olduğu gibi, Dünyâ’da ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, iç-âlemleri İslâm ile inşâ edip aydınlattıktan sonra, dış-âlemde de mutlak anlamda “sâdece Allah’ı ilah bilen ve O’ndan başka gerçek bir güç-sâhibi kabûl etmeyen sistem”in adıdır. Allah’ın tüm kâinâta ve insana koyduğu “sünnetullah” denen yasalarla birebir uyumlu olan tek din ve tek yol, tek düşünce ve hareket metodu İslâm’dır. Allah çıkışlı, her dâim sâdece Allah’la birlikte olan din. Beşerî, dünyevî, bâtıl dinler ve yolların ise (ki hepsi de aslında birer felsefedir) sonuna kadar uzanan bir kökü ve dayanağı yoktur ve -mecbûren- hep sonradan türemedir. İslâm-dışı dinler ve yollar, İslâm’sızlığın birer sonucudurlar.   

 

Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler İslâm üzeredirler ve bu nedenle de müslim ve mü’mindirler. İslâm son peygamber Hz. Muhammed ile açığa çıkan “dinlerden bir din” değildir. Tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda her zaman tek “hak din” olmuştur, o da İslâm’dır. Tüm peygamberlere İslâm’ın âyetleri inmiş ve tüm peygamberler de İslâm’ı vâz etmiştir. Tüm peygamberler İslâm’ın tebliğciliğini, temsilciliğini ve güzel örnekliğini yapmışlardır. Temel ilkelerde aralarında hiç-bir fark ve çelişki yoktur ve sâdece bâzı küçük ve önemsiz konularda ve uygulamada farklar vardır. Zâten İslâm’ın karşısında bâtıldan başka bir şey yoktur: “..Hak’tan sonra, sapıklıktan başka ne kalır ki?..” (Yûnus 32). Bu noktada İslâm’dan gayrı tüm dinler bâtıldır, câhiliyedir, sapkınlıktır.

 

İslâm hayâtın ve varlığın merkezine mutlak ve kesin anlamda “sâdece Allah’ı” koyar. Allah’ın sözü olan vahyi merkeze alır ve ona göre hareket eder. Bu bağlamda, İslâmî Hareket Metodu’nu en iyi uygulayan peygamberlerin örnekliklerini tâkip eder. Zâten bunu sâdece İslâm yapar. İslâm’ın dışındaki bâtıl ve câhilî-beşeri dinler yâni dünyâ-görüşleri ve yollar ise, hayâtın merkezine ya Allah ile birlikte başka şeyleri de koyarlar -ki bu şirk olur ve şirk zâten budur- yada Allah’ı hiç hesâba katmazlar da insanı, aklı ve dolayısı ile netîcede mecbûren maddeyi merkeze koyarlar. Klâsik felsefe Allah’ın yanına başka tanrılar koyarak şirke düşerken, modern felsefe ise Allah’ı hiç hesâba katmaz da küfre düşer. İşte İslam, bu beşerî-dünyevî-bâtıl-câhil-sapkın dinleri ortadan kaldırmak ve Allah’ın sözünü/dînini/yasalarını tüm kâinatta olduğu gibi Dünyâ’ya hâkim kılmak için indirilmiştir ve müslimler bununla görevlidirler: “Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfâl 39).

 

Peki felsefe.. Felsefe, dîni ve tanrıları da işin içine karıştırmıştır fakat ilk filozofların bahsettiği din, mitoloji-merkezliyken; tanrılar da çok-tanrıcılık (paganizm) şeklindedir. Filozofların ve felsefecilerin büyük çoğunluğu ise işe Allah’ı ve dîni karıştırmaz, aşkın ve mânevi bir gücü, yüce değerleri ve inancı karıştırmaz. Bunun yerine merkeze mutlak ve kesin anlamda aklı ve mantığı koyar. Akıl ve mantık felsefenin tek ve son dayanağıdır. Böyle olduğu içindir ki felsefe de “dinlerden bir din”dir ve böyle olduğu için de mecbûren “bâtıl bir din” sınıfına girer. Zîrâ Allah’ı, dîni, âhireti, vahyi ve peygamberleri yâni inancı işe karıştırmamak câhilliktir, sapkınlıktır.

 

Felsefeyi ilk kez yapan yâni Allah’ın açık emrini dinlemek ve itaat etmek yerine mantığa başvuran, şeytandır. Melekler mecbûren din-merkezlidir ama nefs-sâhibi olup da din/İslâm/Allah-merkezli olan Âdem’dir yâni insandır. Şeytanın emre itaatsizliği ve Hz. Âdem ve Havvâ’yı kandırmasından sonra insanlar ya merkeze dîni, İslâm’ı, kâlbi, rûhu; yada aklı, mantığı, beyni yâni felsefeyi koyarak düşünmüşler, konuşmuşlar ve davranışlarda bulunmuşlardır. Bu hâlen böyledir ve bunun başka bir şekli yoktur.

 

İnsanlık-târihi, İslâm Dînî ile, Allah’ı hesâba katmayan felsefenin yâni bâtıl düşünce ve inançların mücâdelesinin târihidir. Yada târifi şu şekilde de yapabiliriz: “Târih, insanların akıllarını, Allah’ı merkeze koyarak mı yoksa insanı merkeze koyarak mı kullanacaklarının mücâdelesidir. Allah merkeze alındığında akıl âhiret, din, vahiy ve peygamber merkezli olurken; insan merkeze alındığında akıl, mantık, beyin, Dünyâ ve madde merkezli olur. Akıl, Allah-merkezli olmadığında mecbûren şeytan, nefs ve kendilerinde Allah gibi güç olduğunu zanneden ve Kur’ân’ın “tâğut” dediği küresel güçlerin merkezinde kullanılır.

 

Aklı Allah-merkezli kullananlar târih boyunca sayıca az olmuşlarken, şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullananlar her zaman sayıca fazla olmuşlardır. Sünnetullah ve imtihan gereğince işin rajonu budur. Tabi bu durumda, felsefenin ne olduğu hakkında en küçük bir fikri bile bulunmayanların düşünceleri, inanışları, konuşmaları, yazdıkları ve davranışları da hep Allah’sız felsefeye göre olmuştur-olmaktadır.

 

Felsefeyi Allah’ı hesâba katarak ve merkeze Allah’ı koyarak da yapabilirsiniz. Çünkü felsefe; düşünüş, inanış, konuşma ve davranış belirler. Bunu, neyi merkeze alırsa ona göre yapar. Felsefeyi, dîni -merkeze alarak da yapabilirsiniz. Gerçi dînin yâni İslâm’ın felsefeye çok da ihtiyâcı yoktur. Zîrâ felsefenin özünde ve tabiatında Allah’ı, âhireti, dîni, vahyi ve peygamberleri değil; aklı, mantığı, beyni, Dünyâ’yı yâni maddeyi merkeze almak vardır. Zâten modernizm ile birlikte felsefenin büyük ölçüde bilim ve teknolojiye dönüşmesinin nedeni budur. Modern-bilim ve teknoloji mutlak ve kesin anlamda maddeyi merkeze alır ve madde üstünde çalışır. Zâten madde dışında ve madde ötesinde bir şey kabûl etmez. Felsefe bu nedenle aslında dîne karşı ortaya atılmış bir düşünüş ve yaşayış biçimidir. “Dîne karşı din”dir. Din nasıl ki bir inanış ve yaşayış biçimiyse, felsefe de bir inanış ve yaşayış biçimidir. Felsefenin ne olduğunu bilmeyenler yada bilenlerin çoğu, dîne göre değil de felsefeye göre yaşarlar. Hattâ sözde dîni merkeze aldığın söyleyenlerin bile bir-çoğu, iş amele-eyleme ve davranışa geldiğinde “dînî düşünüş ve yaşayış biçimi”ne değil, felsefî düşünüş ve yaşayış biçimine uyarlar. Felsefî yaşayış biçimi, “dünyevîlik” denilen şeydir, yâni “Dünyâ’yı-maddeyi merkeze alarak yaşamak”tır. Bunun karşısında ise “uhrevîlik” diyebileceğimiz; “Allah’ı, âhireti, dîni merkeze alarak yaşamak” inancı ve uygulaması vardır.        

 

Din; Allah’ı, gaybı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı, peygamberleri merkeze koyarken, felsefe ise insanı, aklı ve mantığı merkeze alır. Din, kâlbi merkeze alırken, felsefe beyni merkeze alır. Tabi din de akla önem verir ve “Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır” (Yûnus 100) der. Fakat bu akıl, vahiy-merkezli olan akıldır. Felsefede ise akıl Allah’a bağlanmadığından dolayı en nihâyetinde mecbûren, şeytan, nefs ve tâğut merkezli olacaktır. Bu merkezde olan akıl hep, hazzı, zevki, şehveti ister. Hep bedene yönelik şeyleri ister. Hattâ üstünde çalıştığı şeyler bile hep dünyevîdir. Bu zihniyette olanlar Allah’ı merkeze almayı gericilik, yobazlık ve teröristlik olarak görürlerken; Dünyâ’yı yâni maddeyi, dolayısıyla taşı-toprağı merkeze almayı ilericilik, üstünlük ve modernlik olarak görmektedirler. Fakat gelin görün ki felsefe-merkezlilik hiç-bir zaman bir netliğe, kesinliğe ve doğruya ulaşamadığı gibi, mutluluğa, huzûra ve tatmine de ulaşamamıştır. Zîrâ böyle bir potansiyeli ve gücü yoktur. Filozofların çoğunun huzursuzluğu, bunalımı, sapması ve en sonunda da çıldırması bu nedenledir. Tüm târih boyunca Allahsızlık zamanlarında olduğu gibi günümüzde de modern insanın bunalımı bu nedenledir. Hem hak dînin hem de felsefenin ne demek olduğunu bilmeyen ve onları boş şeyler olarak gören ezici çoğunluğun yaşadığı bunalımın ve boşluğun nedeni de işte bu Allahsız felsefedir. Her-şeyi Yaratan Allah’ı hesâba katmamanın elbette bir bedeli olacaktır. Bu bedel târih boyunca çeşitli şekillerde açığa çıkmış ve ödenmiştir-ödenmektedir-ödenecektir.

 

İnsanlar felsefeden anlamazlar ve felsefeyi boş ve gereksiz bir şey olarak görürler. Çünkü insanlar para getirmeyen şeye önem vermezler. Çünkü felsefe çoğunlukla yada çoğu kişi için para getirmez. Zâten felsefe okuyanlar ve felsefe yapanlar da bunu bilir ve göze alır. O yüzden genel halk kitlesi, felsefeyi hem bilmez hem de “felsefe nedir?” sorusuna “boş ve gereksiz bir şeydir, hiçbir işe yaramaz” diye cevap verir. Hâlbuki eğer bir insan din-merkezli olarak aklını kullanmıyorsa ve davranışlarını da vahiy-merkezli olarak belirlemiyor ve düzenlemiyorsa, o-hâlde mecbûren ve körü-körüne felsefe-merkezli, Dünyâ-merkezli yâni beşer-merkezli olarak aklını kullanıyor, inanıyor, düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor demektir. Çünkü başka bir seçenek yoktur. Ya dîne göre yada felsefeye göre düşünür, konuşur, yazar ve davranışlarda bulunursunuz. Üçüncü bir şık yoktur. Dînin hâkim olmadığı bir zamanda ve mekânda, insanların ezici çoğunluğu, felsefe-merkezli düşünüş ve yaşayış şeklinin, kendisine gösterilen, öğretilen ve dayatılan taklidini yapıp durmakta yâni hayâtının her alanında körü-körüne felsefeye göre yaşamaktadırlar.

 

Felsefeyi boş ve gereksiz bir alan olarak gören modern insan, tüm hayâtını felsefeye göre belirlediğini, felsefeye göre düzenlediğini ve felsefeye göre davrandığını bilmez. Meselâ övdüğü ırkını, milliyetini, ülkesini, devletini; inandığı ve taptığı ideolojileri; lâikliği, sekülerizmi, demokrasiyi, parlamenter cumhûriyeti, kapitâlizmi, liberâlizmi, sosyâlizmi, komünizmi, feminizmi, veganlığı, cinsel tercihlerini, empeyâlizmi, modern, post-modern üretim ve sanallıkları hep felsefeden dolayı benimsediğinin ve savunduğunun farkında değildir. Zîrâ felsefe dayanaksız ve köksüz olduğu için bir noktadan sonra mecbûren körü-körüne olacaktır. Dîni ve felsefeyi bilmeyen insanlar, kullandığı oyun, yasama, yargı ve yürütmenin, demokrasinin ve beşerî tüm kurumların ve uygulamaların hep felsefenin ve filozofların ortaya çıkardığı düşüncelere göre olduğunu bilmeden körü-körüne felsefeye uymaktadırlar. Ne olduğunu bilmedikleri ve aşağıladıkları felsefeyi dinleştirdiklerinin ve “felsefe dîni”ne göre yaşadıklarının farkında değillerdir. Bundan sâdece, merkeze dîni alanlar müstesnâdır.

 

Bir şey dîne dayanmadığında mecbûren felsefeye dayanacaktır ve ona göre olacaktır. Çünkü başka dayanacak bir şey yoktur. Ya dîne göre olacaktır yada felsefeye göre. Modern anlamda her-şey felsefeye dayanır. Çünkü modernizmle birlikte din hepten hayâtın dışına atılmıştır. Artık felsefeyi gereksiz bir alan olarak görenler için dinden boşalan yeri de felsefe ve onun modern şekli olan modern-bilim ve teknoloji doldurduğu için, herkes bunlara göre düşünmekte, konuşmakta ve davranmaktadır. Modern-bilim ve teknoloji de bir felsefedir. Modern-bilim ve teknoloji de Allah’ı hesâba katmayan ve maddeyi merkeze alan bâtıl dinlerden bir dindir, modern hurâfelerdir.  

 

Felsefe; şeytana, nefse ve tâğutların etkisine açık olarak beşer-merkezlidir. Teorilerini de böyle oluşturur. Aşkın bir hakîkate dayanmak yoktur felsefede. Son durak akıldır, mantıktır, beyindir. İşte o akıldır lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, feminist, emperyâl modern düşünceyi ve sistemi oluşturan şey. Yâni felsefedir. Meselâ hemen tüm insanların kuzu-kuzu gidip de matah bir şey yapıyorum edâsıyla, “yönetimde pay sâhibi olduğunu düşünerek” ve oy kullanarak kendilerine dayatılan adayları seçmesi yâni demokrasiye uyması hep felsefeciler ve filozoflardan dolayıdır. Çünkü tüm beşerî sistemleri kuranlar felsefecilerdir ve dayanakları felsefedir. Tüm düşünceler, ideolojiler, izmler vs. hep felsefecilerin, filozofların düşünceleri yada onlardan ilhâm alan politikacıların işidir. Felsefenin ne demek olduğunu bilmemesine rağmen “felsefe boş bir şeydir ve hiç-bir işe yaramaz” diyenler hep felsefeye göre hareket etmektedirler.

 

Felsefe, aşkın bir hakîkate yâni Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye/Kur’ân’a, peygamberlere/Peygamberimiz’e, takvâya vs. dayanmadığı için hemen hiç-bir konuda ve alanda net bir sonuca ulaşamaz ve mecbûren sapar ve sapkınlığa gider. Oysa merkeze dîni alanlara felsefe de fayda verir. Hayâtı anlamlandırmada felsefenin doğru ve yanlış görüşlerini dinden kaynaklanan ferâsetle görebilenlere felsefe de katkı sağlayabilir. Ama Allah’tan, dînden-îmandan bağımsız olan felsefe ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Zâten bir sonuca da varamaz. Hattâ felsefede ve onun modern şekli olan modern-bilimde bir sonuca varılması da beklenmez. Artık felsefe bilime ve teknolojiye dönüşmüştür ki bilim de kesinliğe-netliğe ulaşamaz ve ulaştıramaz. Zâten bilim de “yanlışlanabilirlik ilkesi”yle bir netliğe ulaşma derdinde olmadığını söyler durur.

 

Felsefe Allah’ı değil de aklı-mantığı merkeze aldığı için “İslâm filozofları” diye bir şey olamaz. Gaybı aklın üstünde bir hakîkat olarak görmek, felsefeyi ikinci plâna atacak olduğundan dolayı gayba inananların “filozof” olarak adlandırılması mümkün olmaz. İslâm-târihindeki meşhûr filozoflardan bâzıları (meselâ Fârâbi) merkeze dinden ziyâde aklı koydukları için din hakkında çok yanlış görüşler ileri sürmüşler ve şirke-küfre düşmüşlerdir. Aklî ilimlerdeki başarılarını din konusunda sürdürememişlerdir. Yaptıkları şey maalesef, pagan Aristo hayranlığından başkası olmamıştır. Din, akıl-üstü olduğu için ve gayb, akıl ile açıklanamayacağı için, gelip vardıkları yerde cezâyı gerektirecek sözler edebilmişlerdir. Meselâ aklı vahyin üstüne koymamak için akıl ile vahyin aynı şey olduğu söyleyebilmişlerdir.Gazali ile bu devir kapanmıştır yada kapanma durumuna gelmiştir. Dolayısıyla İslâm’da aklî ilimde derinleşmeler iyidir fakat aklı merkeze alan felsefede derinleştikçe sapıtmalar da ortaya çıkmıştır.

 

İslâm, aklı kullanmayı şart koşmasına rağmen merkeze -felsefede olduğu gibi- aklı değil de îmânı-gaybı koyduğu için, merkeze aklı koyanlar ya câhildir yada iddiâ ettikleri gibi müslim değildirler, olamazlar. İslâm’da merkezde akıl değil, kesin anlamda îman, gayb ve Allah vardır. İslâm’da akıl teoriden ziyâde pratik aşamada kullanılır. Felsefede akıl ve mantık merkezdedir. İslâm’da ise gayb-vahiy merkezdedir. Aslında Allah, gayb vs. sâdece İslâm’da merkezdedir.

 

Akıl-merkezlilik “şüphe-merkezlilik”tir. Zîrâ şüphe, vahiy-merkezli olmayan aklın varlık sebebidir. Oysa îman ve şüphenin birlikte bulunması zinhar mümkün değildir ve biri olduğunda diğeri olamaz. Zâten Bakara Sûresi’nin ilk âyetleri yâni daha Kur’ân’ın başında “bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici bir kitaptır” denir.  

 

Kindi’ye göre felsefe ile din aynı konu ve amaca ulaşmaya çalışır. Bu amaç “Allah’ı bilmek”tir. Oysa dînin amacı Allah’ı bilmek değildir. Çünkü bu mümkün değildir. İslâm’da amaç, “Allah’a hakkıyla kul olabilmek”tir. Gerçi Kindi, vahiy bilgisini aklî yâni felsefî bilgiden üstün tutar. İnsanın vahiy bilgisine ulaşmasının ve vahiy bilgisi gibi bir bilgi ortaya çıkarabilmesinin imkânsızlığından bahseder. Fakat Fârâbi tam tersini söyler ve şöyle der: “Beşerî ve aklî bir çabayla belli bir yöntem (mantık) ve belli aşamalardan geçirilerek kesin bir biçimde elde edilen felsefî bilgi ile peygamberin imgelem gücüyle belli bir nitelik kazanan vahyî bilgi, kaynak îtibârıyla aynı yerden gelmektedir ki bu, ‘faâl akıl’dır. Dinde ortaya konanlar esas îtibârıyla felsefî hakîkatlerin temsîlî olarak ifâde edilmiş şeklidir”. Fârâbi, Kindi’nin tersine, “dînî bilgi felsefî bilginin altındadır ve öncelik felsefededir” der.

 

“Felsefe ile din arasındaki fark, bilginin vâz ediliş ve ifâde edilişindedir” denir. Felsefe yüksek tabaka sayılan “havas”a hitâp ederken, din ise geniş ve câhil halk kesimlerine (avam) hitâp eder diyerek felsefeyi dinden üstün tutarlar. Bu söz vahye yapılan bir hakârettir. Fârâbi’nin tersine İbn-i Sinâ, vahye ve dîne öncelik vermek gerektiğini, çünkü felsefeden önce dînin olduğunu ve zâten felsefenin düşüncesinin temelini vahye borçlu olduğunu söyler. İbn-i Rüşd ise, felsefe ile dîni uzlaştırmak çabasının dîni bambaşka bir şekle sokmak demek olduğu görünce, vahyi felsefeye üstün tutmuş ve felsefî bilginin vahiy bilgisine uyması gerektiğini söylemiştir. Felsefe şeriatın yedeğinde olmalıdır. Çünkü ancak o zaman sapkın ve saptırıcı olmaktan kurtulur. Zîrâ din öznel olandır ve başka bir şey ile karıştırılmak yada uzlaştırılmak istendiğinde dînden tâviz vermek kaçınılmaz olur ve bu da dînin yozlaşmasını ve değersizleştirmesini getirir. Çünkü dînin din-dışı bir şey ile uzlaştırılması hele aynılaştırılması mümkün değildir. Bu çaba mutlakâ dinden tâviz verilerek dînin sınırlandırılmasını açığa çıkarır.

 

Tâ başından îtibâren insanın yaptığı en büyük yanlış, serbest yâni ilâhî olandan bağımsız olan akıl ve beşerî bilgi ile tüm sorunları çözüp “cennet-vâri bir dünyâ kurabileceği” düşüncesidir. Aklı, mutlak anlamda Allah-merkezli çalışmayanların, baktıklarında yada düşündüklerinde vardıkları sonuç hep bu olmuştur-oluyor. Oysa Allah-merkezli bir akıl, kâlp ve düşünce, doğala, fıtrata ve normâle birebir uygun olduğundan dolayı bambaşka bir düşünce, zihniyet ve amel-eylem üretir. Allah-merkezli olmayan beşerî zihniyet, çok emin olarak aklı yâni felsefeyi merkeze alarak en ideâl bir dünyâyı kurabileceğini zannetmesine rağmen, iş eylem aşamasına geçtiğinde hiç de beklendiği gibi olmamış ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah-merkezli olmayınca doğala, fıtrata ve normâle uygunluk söz-konusu olmayacağı için yakın-uzak vâdede mutlakâ uyumsuzluklar ve sorunlar ortaya çıkmıştır-çıkacaktır. Bunu idrâk etmek ancak, Allah-merkezli bir düşünce, zihniyet ve eylem üzere olunduğunda olabilir. Böyle olmayanlar ise kâlp ve vahiy yerine aklı yâni felsefeyi merkeze almak, buna engel olan dîni ise, -onca kötü tecrübelere rağmen- bertarâf etmek yoluna girerek kadim cehâleti sürdürmekten vazgeçmemişlerdir. Bu bağlamda meselâ Cemâleddin Afgâni, aklı ve beşerî bilgiyi yâni felsefeyi vahiyden üstün görür ve şöyle der:

 

“İlmin tekâmülünde İslâmiyet bir mâni teşkil eder. Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra hür ve serbest terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Hâlbuki İslâm cemiyeti henüz dînî vesâyetten kurtulmamıştır. İslâm Dîni, yerleştiği her yerde ilmi ber-tarâf etmek istemiş ve bu gâyesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımından çokça fâydalanmıştır. Dinler, isimleri ne olursa-olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din, insana îman ve îtikâdı zorla kabûl ettirir. İnsanlık vâr oldukça din ile felsefe arasındaki mücâdele bitmeyecektir. Bu mücâdelede, hür düşüncenin gâlip gelemeyeceğinden korkuyorum”.

 

Akıl yâni felsefe ile vahyin aynılaşması mümkün değildir. Zîrâ akıl, vahyin bâzı pasajlarına hiç akıl erdiremez, gayb konusunda bir adım bile atamaz. Aklı yâni felsefeyi merkeze alma girişimi ve aklı vahiy ile aynılaştırma çabası, aklı vahyin üstüne çıkarma çabasıdır. Vahyi merkeze almak “tek hak din” demek iken, aklı merkeze almak ise “dinlerden bir din”dir. Vahyi merkeze aldığınızda sâdece tek bir din olur ki bu İslâm’dır. Fakat aklı merkeze aldığınızda sonsuz bâtıl dinler açığa çıkar ve fitne üretip ifsâd eder. Bu nedenle ikisinin buluşması ve aynılaşması zinhar mümkün değildir. Bu ancak, aklın yâni felsefenin, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda mümkün ve yararlı olur. Zâten akıl ancak vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda en yüksek derecesine çıkabilir. Bu dereceye kendi başına vahiysiz çıkması mümkün değildir. Çünkü vahiy bilgisi denilen şey maddeden, insandan ve akıldan kaynaklanmaz, Allah’tan gelir. Bu nedenle aklın bilgisiyle vahyin bilgisini aynılaştırmaya çalışmak, -günümüzde olduğu gibi- aklı ilahlaştırmaktan başka sonuç vermez.

 

Esâsen İslâm kişiyi aklı kullanmaya yönlendirir ama, aklı merkeze alan felsefeye ille de ihtiyaç duymaz. Zîrâ İslâm’ın kendi iç-dinamikleri buna gerek bırakmaz. Zâten Hz. Muhammed, İslâm’ı, felsefeye başvurmadan ve İslâm’ın kendi iç-dinamikleriyle yeterince açıklayıp anlatmış ve de “en güzel örnek” olarak bize örnekliğini bırakmıştır.

 

Ne tuhaftır ve belki de sünnetullahın bir cilvesidir ki, en yoğun şekilde felsefeye göre yaşayanlar, felsefenin ne demek olduğunu en az bilenlerdir. Belki de bu hem dîni hem de felsefeyi bilmemenin ve önemsiz ve gereksiz bir şey olduğunu zannetmenin bir cezâsıdır. Çünkü felsefeyi iyi bilenlerin mutlakâ felsefeyi yada filozofları eleştirdikleri bir yer vardır. Lâkin iş yaşamaya gelince yine değişir ve din-merkezli olmaktansa, eleştirdiği felsefeye göre yaşamayı seçerler.

 

Peki felsefe okunmalı mıdır?, eğitimi alınmalı mıdır?. Elbette!. Lâkin nasıl ki akıl “vahiy-merkezli” olmalıysa, felsefe de vahiy-merkezli olmalıdır. Çünkü kişi ancak o zaman sapmaktan korunur ve kurtulur. Vahiy-merkezli felsefe okuyanlar, bâtılın ne/nasıl olduğunu çok net olarak görme imkânına kavuşurlar. Fakat akıl ve beşer-merkezli felsefe, kişiyi yavaş-yavaş ve adım-adım boşluğu ve uçuruma doğru sürükler ve ulaşılan yerde karşısına bunalımlar ve buhranlar çıkar ve geriye intihar düşüncesinden ve eyleminden başka bir şey kalmaz. Felsefenin intihar ile bu kadar yoğun ilgisinin nedeni budur. İntihar felsefesi diye bir felsefenin olmasının nedeni budur.      

 

Dünyâ’da hakîkati söyleyen ve temsil eden kişi sâdece tek bir kişi bile olsa yine de doğru ve haklı olan odur. Hz. İbrâhim tek-başına bir ümmet idi. Dünyâ’da bir kişi hâriç herkes, aklı, mantığı, maddeyi yâni felsefeyi merkeze alsa da o şey yine de bâtıl ve sapkın olmaktan kurtulamaz. Bir şeyin taraftârı çok olunca o şey “hak” olmuş olmaz. Hattâ tam tersine, Kur’ân’a göre çoğunluk hep sapmıştır ve saptırır: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Bu dünyâda insanların tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini, inanış, yaşayış ve davranış biçimlerini belirleyen sâdece iki şey vardır: Din ve felsefe. Böyle olduğu için insanlar ya, bilmedikleri ve aşağıladıkları felsefeye göre yaşayacaklar, yada az-çok bildikleri dîne göre yaşayacaklardır. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Şu da var ki din, felsefe gibi değildir ve insanlardan bilgili-bilinçli bir düşünme, inanma ve yaşama bekler. Zîrâ tek hak din olan İslâm, körü-körüne yaşanamaz. Körü-körüne olduğunda “felsefe” olur. O-hâlde:

 

“Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder