“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve
hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf
84).
Tevhid ya %100 olur, yada
%0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak ve biraz eksik-biraz fazla olacak
şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu
bile olmadığı gibi, affedilmez günah olan şirk başlar ve kısa zamanda yeryüzünü
kuşatır. Sonuçta da hem Dünyâ’da hem de âhirette acı azapla karşılaşırız.
Kur’ân’da bahsedilen ve
Peygamber’in öğrettiği tevhid; Allah’ın göklerde “mutlak ve tek İlah” olması
gibi, yeryüzünde de “mutlak ve tek İlah” olmasıdır. Allah göklerin tek İlah’ı
ve tek Rabbi’dir. Kâinâtı kusursuzca yöneten O’dur. O yönettiği için kâinat
kusursuz şekilde işler. Çünkü kâinâtı istisnâsız olarak sâdece Allah yönetir.
Böylece kâinâtın döngüsünde hiç-bir uygunsuzluk görülmez:
“… O, biri diğeriyle ‘tam
bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın
yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık)
görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk
bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).
Tevhid; göklerde nasıl ki
Allah’ın kânunları hâkim ise, yeryüzünde de Allah’ın kânunlarının hâkim
kılınmasıdır. Zâten yeryüzü ancak o zaman aynen gökler gibi düzenli ve kusursuz
yönetilmiş olur. Bu ise, hayâtın; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî ve siyâsal
tüm alanlarında “Kur’ân-merkezli olmak ve Sünnet örnekliğine göre amel-eylemde
bulunmak” ile olur. Aksi-hâlde günümüzde de görüldüğü gibi, Dünyâ küçük bir
mutlu azınlık dışında tüm insanlar için bir çile-hâneye döner. Çünkü göklerde
tek İlah Allah’tır fakat yeryüzünde tek İlah Allah değildir ki!. En azından
insanlar arasındaki ilişkilerde Allah’ın kânunları-kuralları hâkim değil.
Putlar-tâğutlar birer ilah olmuş insanlara tahakküm kuruyor. Allah’ın kânunları
yerine beşerin çıkarına göre oluşturulan kânunlar hâkim olmuş. Şirk işte budur.
Allah’ın kânunlarını yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi hâkim kılmamak
yada hâkim kılınmasını istememek şirktir ve tevhid, göklerin Allah’ın
kânunlarına göre yönetilmesi gibi yeryüzünün de Allah’ın kânunlarına göre
yönetilmesi yâni Allah’ın kâinatta tek ilah ve tek hükmedici olmasıdır. İşte ancak
o zaman Allah kâinatta birlenmiş ve tevhid ikâme edilmiş olur.
“Gökleri Allah yönetsin
(çünkü insanın buna gücü yetmiyor) ama Dünyâ’yı biz yönetelim ve Allah’ı, dîni,
Kur’ân’ı ve Peygamber’i bu yönetime karıştırmayalım” demek şirktir, küfürdür ve
zulümdür. Tevhidin bozulması ve şirkin, küfrün ve dolayısı ile zulmün başlaması
böyle olur. Tevhid ise, “Dünyâ’da da (böylece tüm kâinatta) Allah’ın hükümleriyle
hükmetmek ve Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak” demektir. İşte ancak o zaman
Allah birlenmiş ve diğer ilahlar yâni kânun ve kader belirleyiciler iptâl
edilmiş olur. Aksi-hâlde insanlar açlıktan, susuzluktan, evsizlikten,
bombalardan, adâletsizlikten, ahlâksızlıktan, şirkten, küfürden ve dolayısı ile
zulümden kurtulamaz, kurtulamıyor da.
Tevhid, tasavvufçuların
zannettiği gibi “her-şeyin Allah olması” demek değildir. Tasavvufa göre vâr
olan her-şey aslında -hâşâ- Allah’tır ve bunun bilincine-zevkine varanlar
tevhidi idrâk etmiş ve böylece tevhid etmiş olurlar. Bu çok ağır bir cehâlet ve
sınırsız bir şirk ve küfürdür. Çünkü böyle söylenildiği zaman, müstakil bir
yaratıcıdan bahsetmek imkânsız hâle gelir. Çünkü her-şey Allah olarak kabûl
edildiğinde, hiç-bir şey Allah olmamış olur. Böylece Allah buharlaşıp yok olur.
Tasavvufçular bu sapık düşünceye ulaştıklarında tevhidi idrâk ettiklerini
zannetmektedirler. Oysa şirke ve küfre düşmüşler ve dolayısı ile Allah’a
zulmetmektedirler. Çünkü tevhid, “her-şeyin Allah olması” değil, “her şeyin
hâkiminin Allah olması, bunun kabûl edilmesi ve hayâtın da buna göre düzenlenmesi”dir.
Allah ancak o zaman “âlemlerin tek Rabbi” olur, yeryüzü âleminin de, insanlar âleminin
de tek Rabbi Allah olmuş olur ve tevhid tamamlanır. Aksi-hâlde şirk ve zulüm,
günümüzde olduğu gibi ortalığı duman eder.
“Kul” olamayanlar “Allah”
olmak istiyorlar ve bir süreçten sonra Allah oluyorlar yada Allah olduklarının
farkına varıyorlar(!). Tabi kul olmak çok zor. Kul olmanın hakkını vermek için
icâbında mallardan hattâ canlardan bile vazgeçmek gerekiyor ki kıssalarda
peygamber örneklikleri bunu gösteriyor. Niceleri Allah yolunda mallarını
harcamışlar ve canlarını vermişlerdir:
“Mü’minlerden öyle
erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadâkat gösterdiler;
böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç-bir
değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler” (Ahzâb 23).
Görüldüğü gibi, “kul” olmak zordur ve bedeli
ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul olamayınca
da Allah olmaya soyunuyor. Allah olmak kolay çünkü. “Enel hak” dersiniz olur
biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve yaptırımının olmadığı zamanlarda
Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.
“Her-şeyin Allah olduğu”
sapkın düşüncesi Tevhid değil, “sınırsız bir şirk”tir. Tevhid, göklerin tek
rabbinin Allah olması gibi yeryüzünde de tek Rabbin Allah olmasından başka bir
şey değildir:
“De
ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’. De ki: ‘Allah’tır’. De ki: ‘Öyleyse, O’nu
bırakıp kendilerine bile yarar ve zarar sağlamaya güç yetiremeyen bir-takım
velileri mi (evliyâ) (tanrılar) edindiniz?’. De ki:
‘Hiç görmeyen (âmâ) ile gören (basîret sâhibi) eşit olabilir mi?. Veyâ
karanlıklarla nûr eşit olabilir mi?’. Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi
yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti?.
De ki: Allah, her-şeyin (kendisi değil) yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredicidir” (Ra’d
16).
“Göklerin,
yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu hâlde O’na ibâdet et ve O’na
ibâdette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun?” (Meryem 65).
Allah’tan
başka İlah ve Rab yoktur. Kendilerini ilah zanneden putlar; gavslar, kutuplar,
şeyhler, efendiler, sahte peygamberler, lîderler ve ideolojiler, tevhidi bozan
şirk, küfür ve zulümlerdir. Tevhid, bunların bertarâf edilip, Allah’ın tek İlah
ve tek Rab olarak bilinmesi ve tanınmasıdır. Bu da, hayâtın tüm alanlarının
O’nun sözlerine, kânunlarına-kurallarına göre belirlenmesi, O’nun sözlerinin
hayâta hâkim kılınmasıyla olur. Tevhid ancak bu şekilde ikâme edilir. Kur’ân’ın
bahsettiği ve Peygamber’in öğrettiği tevhid budur. Gerisi zırvalıktan başka bir
şey değildir.
Tasavvuftaki
tevhid anlayışı “her-şeyin -hâşâ- Allah olduğu” şeklindedir. Böyle olunca da
tasavvufta aslında Allah, âhiret, melek, kitap, peygamber vs. gaybla ilgili
olan her-şey îman dâiresinden çıkar ve tasavvufun sapık tevhid anlayışı ile
buharlaşır. Öyle ya; eğer her-şey Allah ise, “hiç-bir şeye benzemeyen Allah”
yok demektir. Peygamber yoktur ve peygamberler “peygamber” değil, Allah’tır.
Melekler Allah’tır. Küfür ve şirk dolayısı ile zulüm diye bir şey yoktur ve
bunlar seyr-i sülûktan geçmemiş câhillerin ve avamın yanılgılarıdır. Her-şey
Allah olunca ve tevhidin de bu olduğu düşünülünce, “lâ fâile illallah” yâni
“her-şeyi yapan-eden Allah’tır” düşüncesi açığa çıkacaktır ki zâten ondan önce
“lâ mevcûde illallah” düşüncesiyle yâni “Allah’tan başka varlık yoktur”
düşüncesiyle Allah’tan başka bir yapan-edenin olmasının önün kesilmiştir. Böyle
olunca da olan her-şey “hak” olmuş olur. “Mevlâ neylerse güzel eyler” sözü baş-tâcı
edilir. Çünkü görülen ve duyulan her-şey “Allah’ın yaptığı şeyler”dir ve bu
nedenle (Allah’tan kötülük çıkmayacağı için) her-şey haktır, yerindedir ve
güzeldir. Tabi bu nedenle yapılan tüm adâletsizlikler, ahlâksızlıklar,
eziyetler, acılar, feryatlar, haksızlılar, terbiyesizlikler, sapıklıklar, şerefsizlikler
de hoş görülecektir ve bu kötülüklere karşı bir şey yapmak düşüncesi
kaybolacaktır. Çünkü müdâhale edildiği anda şirk başlar. Zîrâ her türlü
melâneti yapan (fiillerin fâili O olduğu için) -hâşâ- Allah’tır. Bu nedenle
îtirâz O’na edilmiş olur. İşte tasavvufun tevhid anlayışıyla kaçınılmaz olarak
gelinecek yer burasıdır. Çünkü “lâ fâile illallah” yâni “yapan-eden Allah’tır”
ve daha da önemlisi “lâ mevcûde illallah” yâni “Allah’tan başka mevcut yoktur”
düşüncesi vardır (ki tasavvufun tevhid dediği şey budur) böyle olunca her-şeyi
yapan-eden Allah olacağından dolayı şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve
zulüm yanlış olarak görülmez. Tasavvufta “Allah’a inanmak” bile yoktur. Çünkü
Allah kendileridir. “Biz kendimize niye inanalım ki” derler.
Tasavvufa göre Allah
“yaratıcı” da değildir. Çünkü kendini yaratmaya “yaratmak” denemez. Vâr olan
bir şey yaratılmaz çünkü. Tasavvufa göre insan da yoktur, Peygamber de yoktur.
Çünkü -hâşâ- hep Allah vardır ve tasavvufa göre “tevhid etmek” de bunun
bilincine varmaktır. Oysa bu bir bilinç değil, sapıklıktır. Çünkü Kur’ân apaçık
şekilde şöyle der: “Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs 4).
Sapıklık,
şirk, küfür ve zulüm başladığı yerde durmaz ve kişiyi ve ölümüne kadar süren
batağa battıkça batırır. En sonunda ölüm gelir ve âhirette her-şey kendisine
netleşince pişmanlık ateşi onu çepeçevre kuşatır.
Peki bu duruma niçin
gelinir?. Vahiyden koptukça gerçek tevhidten kopulur ve şirk başlar. Şirk
durduğu yerde durmaz en olmadık yerlere kadar götürür insanı. Vahdet-i Vücûd’un
tevhid olduğu zannedilir. Oysa Vahdet-i Vücûd (Lâ mevcûde illallah), şeytanın
ayartmaları sonucunda Tevhid’e (Lâilâheillallah) karşı yapılmış bir “ifsâd
düşüncesi”dir.
Tüm sapıklılar, yanlışlar,
şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm, Allah’ın, insanın iç-âlemine
ve kâinâta koyduğu bir inşâ projesi olan İslâm’dan kopmakla başlar. İslâm bir
tâviz dîni değildir ve Peygamber örnekliğinde de görüldüğü üzere aslâ tâvize
yanaşmaz. Çünkü İslâm’dan tâviz vermek, “tevhidten tâviz vermek” demektir ki
verilecek en küçük bir tâvizde bile şirk kendine bir alan bulmuş olur. Şirk
güçlendikçe tevhid zedelenir ve sonunda şirk ve küfür “tevhid” zannedilir. Fakat
tâvizin olduğu yerde tevhid olmaz. Tasavvufa göre ise şirk ve küfür ne kadar
şiddetli olursa, tevhid bilinci de o kadar artmış olur. Öyle ki, lânetli şeytan bile tasavvufçuların sıkı bir dostu ve
arkadaşı olur. Oysa Allah “şeytanı düşman edinin” der:
“Gerçek şu ki, şeytan
sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak
çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır” (Fâtır 6).
Tabi bu âyetler
tasavvufçular için bir anlam ifâde etmez. Zîrâ Kur’ân’ın zâhiri avam içindir.
Tasavvufçular ise vahyin bâtını ve hattâ bâtının da bâtını ile hemhâl olmuşlar
ve çok farklı âlemlerde gezinmektedirler. Hâlbuki cehennem onları kuşatmış
olduğu için gönülleri paramparça hâldedirler.
Tasavvuf, İslâm’ın diliyle
konuşuyor gibi görünse de, aslında İslâm Dîni ile ilgisi yoktur. Zîrâ İslâm
demek Kur’ân ve onun pratik örnekliği olan Sünnet demektir. Tasavvufun ortaya
attığı düşünceler tamâmen Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırıdır. Kur’ân başka bir şey
söylerken tasavvuf başka bir şey söyler. Bu çelişkiyi gidermek için de,
“Kur’ân’ın bir zâhiri bir de bâtını vardır” derler ki, bu sözün hiç-bir
dayanağı yoktur. Tasavvuf aslında herhangi bir dayanağa ve delile ihtiyaç da
duymaz. Bu nedenle düşüncelerini bir yere bağlamazlar. Çünkü tasavvufçuların;
sürekli gelen tecelliler, onların keşifleri, sürekli mânâ âleminde gezmelerinin
sonucu olarak her dedikleri zâten vahiydir. Ne de olsa her-şey ve herkes
Allah’tır ve bunun farkına varanlara sürekli olarak “tecelli” adı altında vahiy
gelir ve onlar da -güyâ- vahiy konuşurlar. Tabi böyle olunca onlara Kur’ân’dan
delil getirmenin bir etkisi ve faydası olmaz. Ne desen boş. Aslında tasavvufa
inanmak psikolojik bir bozukluğun ve şizofrenin göstergesidir. Zîrâ böyle safsatalara
ver zırvalıklara inanmak “normâl adam işi” değildir. Gülünmesi yada tedâvi
edilmesi gereken bu durum, tasavvufu bir şey zanneden halk tarafından “derin
gerçekler” olarak görülmekte ve akla-mantığa-ahlâka aykırı şeyler görmezden
gelinmektedir.
Tasavvufa
göre tevhid, “her-şeyin Allah olduğunu bilmek”tir. Tabi en çok da zamânın
gavsı, gavsü’l âzamı, kutbu, kutbû’l aktabı olanlar Allah’tır. En têsirli Allah
-hâşâ- bunlardır. Bu sapık düşüncenin sonucu olarak bu kişiler ve bunlardan
sonra şeyhlere, efendilere, mürşitlere vs. aşırı bir tâzim gösterilir. Öyle ya;
gösterilen tâzim aslında onlar üzerinden Allah’adır. Fakat iş öyle bir yere
gelir ki Allah’a bile göstermedikleri tâzimi, saygıyı ve tapınmayı bu kişilere
göstermeye başlarlar. Bu kişiler de bunu kışkırtırlar. Bu konuda şunlar
söylenmiştir..
Câfer
es-Sâdık; “Allah’a itaat ancak bizim
vâsıtamızla olur. O’na isyân etmek de yine bizim vâsıtamızla (yâni bize isyân
sebebiyle) olur. Kim bize itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de
bize isyân etmişse O’na isyân etmiştir. Allah, bize rağmen (bizim rızâmız
olmadan) hiç kimsenin amelini kabûl etmediği gibi yine hiç kimseye rahmet de
etmez, azap da. Biz Allah’ın kapısı/Allah’a açılan kapı (bab) ve O’nun
hüccetiyiz. O’nun insanlar üzerindeki denetçisi, sırrının koruyucusu ve ilminin
emânetçisiyiz” der.
Câfer es-Sâdık yine: “Ben Allah’ın nûrundanım. Yine
ben beşikteki Îsâ b. Meryem’in diliyle de konuşurum. Âdem, Şit, Nûh, Sam,
İbrâhim, İsmâil, Mûsâ, Yûşa, Îsâ, Şem’un ve Muhammed, hasılı hepimiz aslında
biriz. Her kim bizi görmüşse onları görmüştür. Bizler Allah’ın babları,
hüccetleri, mahlûkâtına bahşettiği lütufları, O’nun halifeleri, dîninin
önderleri, O’nun rızâsı, emri ve yoluyuz. O bizimle azap eder, bizim
vâsıtamızla sevap verir. Ben rabbimin izniyle öldürür, diriltir, yaratır, rızık
verir, körü ve alacalıyı iyileştirir, ne yediğinizi ve evde ne sakladığınızı
size haber veririm. Benim soyumdan gelen imamlar da bütün bu yeteneklere
sâhiptirler. Çünkü biz, mekânsal tezâhürlerimiz farklı olsa da aslında tek bir
şeyiz. Allah bize en değerli ve en üstün nîmetleri bahşetmiştir. O bize İsm-i
a’zam’ı lütfetmiştir. Biz göğe yönelsek İsm-i a’zam sâyesinde Güneş, Ay,
yıldızlar ve diğer varlıklar bize itaat
eder. Bununla birlikte bizler de tıpkı diğer insanlar gibi yer, içer,
sokaklarda gezer, Rabbimiz olan Allah’ın emirlerinden dilediklerimizle amel
ederiz”.
Süfilerin,
kendisine itaat farz kılınan ulû’l-emr olarak telakki ettikleri mürşidin
portresi, sözü edilen kıssa çerçevesinde şöyle resmedilmiştir: Mürşid,
kendisine ittibâ edilmek için Dünyâ’daki her-şeyden vazgeçme pahasına
yollara düşüp
aranması gereken bir şahsiyettir. Kâmil bir mürşide intisâp etmeyen kişinin şeyhi şeytan
olacağı;
dolayısıyla câhiliyye ölümü üzere öleceği için, bu arayış, keyfî değil
zorunlu bir arayıştır. Zîrâ, herhangi bir kişinin, şeyhe
intisâp etmeksizin kulluk görevini hakkıyla ifâ edeceğini ve
tek-başına
nefsinin üstesinden gelebileceğini düşünmesi fâsit bir düşüncedir. Kişi, bu düşüncesiyle
sâdece ömrünü ziyân eder, kendini yorar, hak yoldan sapar ve istikâmetten
uzaklaşır. Bu
îtibarla, Allah’a ulaşmanın yegâne şartı, bir mürşide
intisâp etmektir.
Mürşid, az
önce de işâret
edildiği gibi,
kendisine tâbi olunmak için âileden, yurttan, makam ve mevkiden, dost ve arkadaştan, kısacası
her-şeyden
vazgeçilen ve her hâlükârda kendisine sadâkat gösterilip hizmet edilmesi ve
dâima yüceltilmesi gereken biridir. Sâhip olduğu hatmi ilmi (ilm-i ledün),
entelektüel çaba sarf etmeksizin doğrudan-doğruya
Allah’tan aldığı için, onun direktiflerine karşı
çıkılması gibi bir durum aslâ düşünülemez. Bu îtibarla,
sülûk/târikat adâbından biri de müridin, şeyhinin sözlerine, davranışlarına,
oturup-kalkmasına hiç-bir îtirazda bulunmamasıdır. Velev ki şeyhinin söz ve davranışlarında aklî ve şer’i açıdan
kabûl edilmesi mümkün olmayan bir şey görse bile. Bu gibi durumlarda şeyhini
kınamamalı, onun hakkında kötü düşünceler beslememeli; aksine onun hakkında iyi
şeyler düşünmeli ve şeyhinin doğru davranışlarda bulunduğuna, herhangi bir
görüş belirtirken müctehid sıfatıyla ictihad ettiğine inanmalı; ‘eğer ortada
bir yanlış varsa, bu benden, aklımın kıtlığından ve amelimin azlığından
kaynaklanıyor’ demelidir”.
Bu bağlamda, bir tasavvuf
grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının
üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir:
“Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu
nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî
âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu
gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri
görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra
yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak!
“Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve
birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git
de nâmusuna el uzatan o şerefsizin hakkından gel!.
Niçin böyle oluyor?. Çünkü
tasavvuftaki tevhid düşüncesine ve inanışına göre her-şey Allah’tır ama en çok
da insanlar Allah’tır. İnsanların içindense en çok efendiler, şeyhler, gavslar
ve kutuplar Allah’tır. Böyle olunca da her-şey hak, doğru, güzel ve yerinde
kabûl edilir. Bir keresinde “her-şey Allah’tır” diyen bir tasavvufçuya; “adamın
biri karını yanından kaçırıp götürse ne yaparsın” dendiğinde, “elimi bile
kıpırdatmam, çünkü yapan-eden Allah’tır” demişti. Zâten seyr-i sülûkta
kadınları “zât makamı”ndan fazla tutmazlar ve kısa sürede makam atlatırlar.
Çünkü bu makamda her-şey ve herkes Allah yâni zât olarak görüldüğü için,
kadınlar hiç kimseye “hayır” diyemezler.
Tasavvufta “tevhid” olarak söylenen “her-şeyin
Allah olduğu” düşüncesi, “damla denizdendir, o yüzden damla deniz olduğu gibi
deniz de damladır, tevhid yâni her-şeyin O olması böyledir” diyerek delil
getirdiklerini sanırlar. Hâlbuki deniz başkadır, damla başkadır. Denizin
üzerinde büyük-büyük gemiler dolaşır, ağır yükleri taşırlar ve inanları
birbirlerine kavuştururlar. Sayısı belirsiz milyarlarca deniz canlıları
rızıklarını denizden têmin ederler, fakat damlada ne gemi yüzebilir ne de bir
canlı rızkını bulabilir. Bu nedenle damla deniz olmadığı gibi deniz de damla
değildir. Zâten deniz de Allah değildir ve Allah’ın yarattığı büyük su
kütlesidir
Farklı cevherden olanlar
birbirlerinin yerine geçemezler. Allah hiç-bir şeye benzemez, bu nedenle de hiç-bir
şey Allah değildir, olamaz:
“O, göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan çiftler var etti.
Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç-bir şey yoktur.
O, işitendir, görendir” (Şûrâ 11).
“Lâ mevcûde illallah” ve “lâ fâile illallah”
sapık sözleri yerine, “Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” -ki tevhid
budur- sözü Dünyâ’ya hâkim kılınmadıkça şirk bitmeyecek ve dolayısıyla da
hiç-bir sapkınlık, zulüm, acı, feryat, çığlık, savaş adâletsizlik
giderilemeyecektir.
Tasavvuf nesnel değildir ve
özneldir. Bu nedenle de kitâbî bir dayanağı yoktur. Öznel bir dildir bu.
Söyledikleri şeyler sâdece kendi aralarında anlamlı olabilir. Fakat bu sapkın
sözler İslâmî değildir. Çünkü Kur’ân’da ve Peygamber’de bir karşılığı yoktur.
Tasavvuf, mistisizm ve bâtınîliğin -sözde- İslâm’a uyarlanmış şeklidir.
Tasavvufun sözleri, kişinin oturduğu
yerden düşündüğü öznel bir düşüncesinden başka bir şey değildir. Dînî bir
söylemin, temel kaynağımız olan Kur’ân’a ve onun örnekliği olan Sünnet’e
dayanması gerekir. Hem de apaçık bir şekilde. Meselâ “niye namaz kılıyorsun”
diye sorulduğunda: “Allah Kur’ân’da emrettiği için” diye cevap verilir. Peki
tasavvufçulara, “sizin tevhid olarak, her-şeyin Allah olması düşüncesi nereye
dayanıyor?” diye sorulduğunda, ancak kendilerine gelen tecellilere, keşiflere
ve zevk etmeye” cevâbını vermek zorundadırlar. Zîrâ başka hiç-bir dayanakları
yoktur.
Tevhid bir
söylem-şekli değil, bir eylem-şeklidir. Tevhid
bozuldukça, te’vil çoğalır, te’vil çoğaldıkça absürdlük çoğalır. Tevhid,
iç-âlemle dış-âlemin çakışmamasıdır. Tevhid; Allah’ın göklerde İlah olduğu
gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla
hükmedilmesidir. Tevhid; “Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi,
yeryüzünde de hâkim olması” demektir. Tevhid; “Allah’ın,
hayâtın tüm alanlarında ‘Hâkim’ olarak birlenmesidir”. Tevhid; “göklerdeki
düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için ‘Allah’ın kânunları’na sarılmak”tır.
Tevhid; “O’ndan başka
hiç-bir İlah, Rab, yaratıcı ve diriltici, rızık verici, kânun koyucu ve
esirgeyici kabûl etmemek ve bu uğurda gerekirse mallarla ve canlarla
mücâhede-mücâdele yâni cihad etmek”tir. Zîrâ tevhidî bilinç yetmez, “tevhidî
duruş” da gerekir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder