“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
İslâm; “Kitap ve
Sünnet temeline dayalı ve evrensel kuralları olan bir yaşam ve
yönetim-biçimi”dir. İslâm demek, “Kitap-merkezli olmak” demektir. Kitap-merkezli
olmak “Kur’ân-merkezli olmak” demektir. “Vahyi hayâta yansıtmak ve hayâtın her
alanına egemen kılmak örnekliği” demek olan Sünnet de vahiy-merkezliliktir ki
Sünnet “vahyi yâni Kitab’ı en ideâl uygulama metodu” demektir.
Kitap-merkezli ol(a)mamak,
“Kitab’ı tümüyle benimseyip kabûl edememek”ten kaynaklanır. Kitab’a yâni
Kur’ân’a tam bir teslîmiyetle teslîm olunamadığında, Kitap-merkezli de olun(a)mamaktadır.
Kitap-merkezli olun(a)madığında, hem düşünce hem de amel-eylem Kitap-merkezli
değil, “biraz Kitap’tan biraz da mevcut olandan” şeklinde olur ve bir zaman
sonra ise Kitap tamâmen hayattan uzaklaştırılarak zihinlere ve vicdanlara hapsedilir.
Fakat Kur’ân, zihinlere ve kâlplere hapsedilebilecek ve sâdece zihinlerin ve
vicdanların alanında sıkıştırılabilecek bir Kitap değildir. Çünkü böyle olunca
yozlaşma kaçınılmaz olacaktır. Zîrâ Kur’â, vicdanlara hapsedildiğinde bütünlüğünden
yâni hayattan koparılmış olur. Kur’ân’ı bütünlüğünden kopardığınızda farklı bir
dîni düşünce, anlayış, inanış ve en sonunda da farklı bir dînin ortaya çıkması
kaçınılmaz olur. O hâlde Kur’ân bütünüyle kabûl edilip uygulanmak ve hayâta
hâkim kılınmak zorundadır. Mü’minliğin şartı ve şiârı budur. Kitap-merkezli ol(a)mayan
modern müslümanlar, an îtibârıyla bir-çok farklı ve birbiriyle çelişen
düşünceler, inanışlar ve dinler ortaya çıkarmışlardır. Kitap-merkezli olmak
“Kur’ân ve Sünnet’e göre olmak” demektir. Çünkü İslâm, hem iç-âlemlerin hem de
dış-âlemlerin inşâsı için indirilmiştir ki bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân
iken, amel ve eylemin kaynağı ise, vahiy-merkezli olarak ortaya konmuş olan ve
“güzel örneklik” denilen Sünnet’tir.
Vahyin inmeye başladığı
günden, Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar tam anlamıyla; daha sonra
Hz. Ali’nin vefâtı ve Hz. Hasan’ın idâreyi Muâviye’ye devrettiği târih olan 661
yılına kadar Kitap-merkezlilik önemle; ve bundan sonra da 150-200 yıl boyunca
kısmen korunmuştur. Fakat zamanla bu durum çeşitli sebepler yüzünden değişti ve
insanlar Kitap-merkezlilikten koptu ve kişi-merkezliliğe döndü. Bu durum kısa zamanda
“Kitab’ı olduğu gibi kabûl edememek”le sonuçlandı. Bunu yapanlar hem genelde
tüm müslümanlar hem de özelde Türkler’dir. Türkler târih boyunca Kitap-merkezli
olmamışlardır ki günümüzde de bu şekildedir. Kur’ân’a dönüş çabalarıyla
meâl-tefsir çalışmaları bir bakıma iyi bir şey olarak görünmesine rağmen aslında
bu çaba İslâm’ın kendi iç-dinamiğine göre değil de mevcut modern zihniyet ve
modern dünyâ merkeze alınarak yapıldığı için İslâm-merkezli olmuş olmuyor. Çünkü
yapılan bu çalışmalar Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre değil, “sâdece Kur’ân” düşüncesiyle
yapılmakta fakat bu, Sünnet’i yâni Kur’ân’ın hayâta yönelik etkisini görmezden
geldiği ve yok saydığı için Kitap-merkezli sayılmaz. Zîrâ Kur’ân’ı okuyup da
modernizmin hâkimiyetini benimsemek ve kabûl etmek çok absürd bir şeydir.
Biz bu yazıda “Türklerin Kitap-merkezli
olmamaları” üzerinden “Kitap-merkezli olmama”yı tartışmak istiyoruz.
Türkler İslâm’dan önce
okuma-yazma bilmezlerdi. Çünkü Türkler İslâm’dan önce büyük oranda göçebe idi
ve göçebelerin okuma-yazma bilmesi pek mümkün değildir ve çok da ihtiyaç
yoktur. Türkler okumaya ve yazmaya İslâm’dan sonra önem vermiş ve başlamışlardır
fakat yapılan okuma ve yazma Kitap-merkezli olarak başlamadığı gibi Kitap-merkezli
olarak devâm etmemiştir ve devâm etmemektedir. Bu “okumama” durumu hep vardır
ve hattâ bu durum şu-anda da büyük oranda devâm etmektedir. Bunun nedeni,
Türklerin hem İslâm öncesinde kitaba âşinâ ve alışık olmamalarından hem de İslâm’ı
direkt olarak Kur’ân’ı okuyarak öğren(e)mediklerinden dolayıdır. Bu yüzden Türklerin
İslâm’ı öğrenmesi, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” aracılığı ile olmuştur.
Peki Türklerin, İslâm’ı
kendilerinden öğrendiği, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” kimdir ve bunlar
İslâm’ı hangi telakkiyle yorumlamışlar ve çevrelerindekilere anlatmışlardır?. Bunlar
daha ziyâde Îranlı Samâniler’dir. Müslüman olmuşlardır fakat Zerdüştlük hâlen
etkilidir. Bunların İslâm’ı anlamaları ve yorumlamaları, İslâm’ın
iç-dinamiklerine göre değil, Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük, Şamanizm sentezi
olan bâtınî-tasavvuf merkezli olmuştur. Zâten hâlen de böyledir. Zerdüştlük ile
Şamanizm’in benzerliği, Türklerin, İslâm’ı Zerdüştizm-Şamanizm senteziyle
benimsemelerine neden olmuştur. Türkler, İslâm’ı, Şamanizm-Zerdüştlük-Şiilik
sentezine göre öğrenmişler ve o şekilde kabûl etmişlerdir. Zâten İslâm ve
müslümanlarla ilk olarak 705 yıllarında
karşılaşmış olmalarına rağmen İslâm’ı kabûl etmelerinin 250 yıl sonraya
kalmasının nedeni, İslâm’ı olduğu gibi yâni Kitap-merkezli olarak kabûl
edememelerinden dolayıdır ki bu durum şu-anda da devâm etmektedir. Bu nedenle
Türkler İslâm’ı hem târih boyunca hem de hâlen, bu senteze uygun düşecek
şekilde mistik ve uçuk-kaçık yorumlarla kabûl etmektedirler.
Türkler her dîne kolayca
girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da
Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve
kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra kısmen benimseyebildiler. Bu durum
Selçuklu-Nizâmülmük medreselerinde ve sonra da Osmanlı’nın kurumlaşmasıyla
birlikte tam anlamıyla olmasa da kitâbîleşmesiyle birlikte değişti. Fakat
özellikle halk kesiminde İslâm’a girişteki temel bâtınî-tasavvuf düşüncesi
değişmedi. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledir. Çünkü en
baştan İslâm’ı Kitap’tan değil de bu senteze göre yorumlayanlardan öğrenmişler
ve bu tür yorumları yapanları eski şamanlar gibi gördükleri için onlara “baba”,
“dede” yada “evliyâ” demişlerdir. Türkler İslâm’ı (daha doğrusu müslümanlığı)
kabûl ettiklerinde şii-alevi-bektâşi bir yorum ortaya çıkmış, daha sonra büyük
devletler kurduklarında ve şehirleşme ve uygarlaşmayla birlikte Sünnîleşmişlerdir.
Dağlarda göçebe olarak yaşamlarına devâm edenler Alevi-Bektâşi kalmış,
ovaya-şehre inenler ve yerleşik yaşamaya başlayanlar ise Sünnîleşmişlerdir.
Türklerin Kitap-merkezliliği
kabûl etmemesinin bir nedeni de, Emeviler’in, işgâl ettiği Türk topraklarında
çok yıkıcı işler yapmış olmaları ve Türklerin bu durumdan çok olumsuz etkilenmiş
olmalarıdır. Emeviler büyük bir yanlış olarak, daha belli bir tebliğ ve dâvet
süreci geçmeden direkt olarak Türklerin dinlerine saldırmışlardır. Kuteybe bin
Müslim’in, Türklerin tüm dînî simgelerini ve putlarını toplayıp yakması
Türklerde derin izler bırakmıştır. Kur’ân, putları reddettiği için, Araplar,
Türklerin putlarını ve dînî simgelerini yakmışlardır. Türkler Arapların bunu “Kitab’a
uygun olarak yapmış olduklarını” düşündüklerinden dolayı, Kitab’a karşı
mesâfeli durmuşlardır. Fakat bu yanlış İslâm’ın değil, Emeviler’indir. Çünkü Peygamberimiz
ve Râşid halifeler döneminde bu tür uygulamalar olmamıştır. İlk önce mutlakâ
bir tebliğ-dâvet süreci olmuştur.
Emeviler, Türklerin,
Îranlıların ve diğerlerinin, İslâm ile “Kitap-merkezli olarak” tanışmalarına
engel olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki Türkler, Soğdlar, Deylemiler ve Sakâlibe toplulukları Araplardan çok
Îranlılardan etkilenmişler, İslâm’ı da onlardan öğrenmişlerdir. Fakat bu din, “Kitap-merkezli
din” değil, bâtınî-tasavvuf merkezli yorumlarla olduğundan dolayı,
Alevi-Bektâşi-Şii bir şekle bürünmüştür. Bu şekildeki din, Kitab’a ihtiyaç
duymaz ve sezgiye, duyuma, kişilere, uçuk-kaçık şeylere dayanır ve bunlar
îtibâr görür. Fuad Köprülü bu bağlamda şöyle der: “Türkler
İslâmiyet’in bir-çok unsurlarını doğrudan-doğruya Araplardan değil, acemler vâsıtasıyla
aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, Îran kültürünün merkezi olan Horasan yolu
ile Maveraü’nnehr’den geçerek geliyordu”.
Bir yazıda da Türklerin ve
diğerlerinin İslâmî inanışları hakkında şunlar söylenir:
“İslâm
adına telkin edilen inanışlar ve hayat-tarzı aslında İslâm’a âit değerlerle
örtüşmüyordu. Bu inanışlar ve yaşam-tarzı sırf zühtçü sûfiler ve şuûbiyeciler
(Îran milliyetçileri) tarafından dizayn edilmişti. Sözü edilen ‘gayr-i Arap topluluklar’,
ancak Îranlılardan gördükleriyle aşılandılar. Aynı-zamanda bunları İslâm-öncesi
inanışlarıyla, kültleriyle sentezlediler. Nitekim M.S. 633-651 yılları arasında
İslâm orduları tarafından tamâmen fethedilen Îran’ın, -Zerdüşizmle
İslâm’ı sentezleyerek-
oluşturduğu yeni Fars dînini (ve ona
bağlı Şiîlik ekolünü)
kısa zamanda Türkistan bölgesinde yaymayı başardığını varsaymak gerekir.
Farsların, İslâm’daki önemli ibadetlere verdikleri Faşça adların Türkler
tarafından günümüze kadar kullanılıyor olması da bu hakîkate işâret eder mâhiyettedir.
Türk
Müslümanlığı’nın, yine en büyük ilham kaynaklarından biri mistisizmdir; yâni
tasavvuftur. Tasavvuf, Türk Müslümanlığı’nın belkemiğini oluşturmaktadır.
Denebilir ki bu dîni, -yüzyıllardır- tasavvuf yönlendirmektedir.
Türkler, tasavvuf düşüncesine dayalı bir-çok târikat kurmuşlardır. Tasavvuf, aslında
mistik bir felsefedir; târih boyunca üretilmiş tüm felsefeler arayış amaçlı
iken tasavvuf, tam-tersine bir ‘kaçış felsefesi’ olarak peydahlanmış ve çeşitli
ekôllere ayrılarak günümüze kadar açılımını sürdürmüştür; ‘tarikat’ olarak
bilinen mistik kurumlar için alt-yapı oluşturmuştur.
Zerdüşizm’in
derin etkisini -İslâmî dönemde de- yaşayan Îranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1.500 yıldır
çok-yönlü bir baskı altında tutmaktadırlar; Orta Asya’dan koparak Îran
üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca
kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers
kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri
müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar. Hem -hâkim zümre olarak- Türkler, hem de
yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya
önem vermedikleri için; üstelik -sırf Arap
dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim
dili olarak kullanamadıkları için İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân ve
Sünnet’le -târihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir.
Türkler
İslâm’dan önce, çok-tanrılı Çin ve Hint kültürünün etkisi altında
bulunuyorlardı. İslâm’ı kabûl edince, mitolojiye dayanmayan bir din
ile ilk kez tanışmış oldular. Bu dînin ‘vahiy’ konusu hâriç, tamâmen pozitif
disiplinlere dayanan öğretisini sindirebilecek bir kültür birikimine o
târihlerde sâhip değillerdi. Nitekim İslâm öncesinde, Türklerin okuma-yazma
bildiklerine ilişkin hemen hiç-bir ciddî belgeye rastlanmamaktadır. Bu nedenle
Kur’ân’daki sistematik İslâm yerine kendilerine özgü mistik, esnek ve
interpretive (yorumlayıcı) bir felsefe olan tasavvuf eksenli bir din gördüler.
Bunun üzerine tasavvuftaki sınırsız hoşgörü, İslâm’daki sınırlı hoşgörünün
anlaşılmasını Türk muhitlerinde zorlaştırdı ve onun sosyâl hayâta -bir bütün
olarak- girmesini büyük ölçüde önledi. Temelde İslâm ile ilişkilendirilse bile
ondan bağımsız bir din niteliğini kazanmış olan ‘Türk Müslümanlığı’ târih
boyunca, özellikle son iki yüz yıldır -aynen
Hıristiyanlık gibi-
salt bir tapınak ve mezarlık dîni olarak yaşandı.
İslâm’dan
tamâmen bağımsız bir mistik felsefe olan ve Kur’ân’da bir kez bile geçmeyen
tasavvuf adına, Türkler arasında hoşgörü o kadar abartılı sözlerle
seslendirilmiştir ki bu konuda harcanan olağan-üstü çabalar, İslâm’daki
hoşgörüyü gölgelemiş, hattâ çağımızın özellikle entelektüel kesiminin zihnine
bu yüzden İslâm’ı sert, acımasız ve şiddet yanlısı olarak yerleştirmiştir. Son
zamanlarda, dış dünyâda yaygınlaşan ‘müslümanofobya’ sorunu bu yargının sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Türk çevrelerinde İslâm’ı yüzyıllar önce devreden
çıkaran tasavvuftaki sınırsız hoşgörüye çarpıcı bir örnek olarak Mevlâna
Celâleddin-i Rûmî’ye mâl edilen, başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere
çevrilmiş olan şu sözleri gösterebiliriz: ‘Gel,
gel, her kim olursan ol, yine gel… İster kâfir, ister ateşe, ister puta tapan
ol yine gel. Bizim bu kapımız umutsuzluk kapısı değil, yüz kere tevbeni bozmuş
olsan yine gel’.
Zamanla
kurumlaşarak, vicdanlara kazınan mistik inanış tarzı, bu sûretle Türk
topluluklarını aynen İslâm-öncesi gibi politeist bir doğrultuda yönlendirdi.
Sonuç olarak paganist bir Türk Müslümanlığı doğdu. Yesevî, Hacı Bektâş-ı Veli,
Mevlâna ve Yunus Emre gibi daha bir-çok ünlü Türk mistiklerinin -eserleri ve
söylemleriyle- temsil ettikleri din işte budur. Bu din, günümüz Türkiye’sinde
yaygın olan Türk Müslümanlığı’nın bir-çok türünü birden sembolize
etmektedir”.
Çok din değiştiren
toplumların Kitap-merkezli olması zor olur. Türkler de çok din değiştirmişler
ve neredeyse her dîne girip-çıkmışlardır. Bu durum sentez din anlayışlarının
ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu da belli bir dîni tümüyle kabûl edip
yaşamayı çok zor hâle getirmiştir. Çok kolay şekilde din değiştirmenin nedeni,
bir dîni bir türlü tam anlamıyla ve bütünüyle kabûl edip de teslim olamamaktan
dolayıdır. Göçebe zihniyetten kurtulamayanlar hiç-bir dîne tam anlamıyla teslim
olamamaktadırlar ve yoğun sentez düşünceler, anlayışlar, inanışlar ve uygulamalar
arasında kalmaktadırlar. Dünyâ’ya sıkı bağlılıklar tüm zamanlarda ve herkes
için dîne sağlamca bağlanmanın ve Kitap-merkezli olmanın önündeki en büyük
engeldir. Bu yüzden de hep “kültürel müslümanlık” etkileri görünür olur ve
“kültürel müslümanlık” hâkim hâle gelir.
Modern Türkler hâlen kitaptan
uzaktırlar, okumayı sevmezler ve bu nedenle de Kitap-merkezli değildirler. Zâten
târih boyunca az bir kesim hâriç Kitap-merkezli ol(a)mamışlardır. Kur’ân’ı da
ancak Arapçasından teberruken okurlar. O da sâdece mezarlıklarda ve câmilerde.
Tabi bir de Ramazan ayında “mukâbele” şeklinde evlerde. Bir türlü Kur’ân’ı “hayat
Kitabı” yapamazlar. Kur’ân’ı hayâtın tam ortasında yâni hayâta yansıtacak
şekilde ve amacıyla oku(ya)mazlar. Böyle olunca da Türkler dîni hâlen, Kitab’ı
okuyan ve mistik, uçuk-kaçık şekilde yorumlayanlardan dinlemekte ve tabî ki
yanlış olarak öğrenmektedirler. Zâten “Arap âdetleri” olarak gördükleri
Sünnet’e îtibâr etmezler. Dîne olan gevşek bağlarının bir nedeni de budur.
Çünkü Kitap-merkezli olmayan öğretiler İslâm olmamakta, Türklere has bir müslümanlık
(Anadolu-Türk Müslümanlığı) olmaktadır. Türklerin hâlen Şamanizm’den inançlar
taşımaları, târikatlara, tasavvufa, uçuk-kaçık şeylere, türbelere vs. fazla
düşkün olmaları hep Kitap-merkezli olmamaktan dolayıdır.
Türk bir peygamberin
olmaması da Kitap ve vahiy-merkezli olmamanın nedenlerinden biri olabilir.
Türklere hiç peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler.
Bu nedenle göçebelere peygamber gönderilmemiştir. Bu yüzden Türkler dinlerini
hep dolaylı yoldan öğrenmişlerdir. Bu durum Türklerin Kitap-merkezli
olmamalarının nedenlerinden biridir.
Ahmet Yaşar Ocak, insanların İslâm’ı kabûl sürecini
anlatırken şunları söyler:
“İslâm yayılırken o coğrafyalardaki
sıradan halk hiç-bir zaman İslâm’ın teorik kurallarının bilincine vararak,
teolojisinin inceliklerine vâkıf olarak müslüman olmamıştır. Çünkü bu yüksek
seviyede entelektüel bir birikim ister. Dolayısıyla sıradan halk tabî bir
şekilde önce kazanacaklarına bakar, İslâm’ı kabûl etmenin kendine sağlayacağı
pratik yararlara bakar, sonra da ilk dikkatini çeken şey, eski inançlarını
andıran inançlar olup-olmadığıdır. Onlara benzer unsurları hemen kabûllenir ve
onları eski inançları ve mitolojisi ile özdeşleştirir. İşte Araplar, Îranlılar
ve Türkler de gerek kendi eski mitolojilerinden, gerekse temâs ettikleri ihtidâ
eden halkların mitolojik kültürlerinden bâzı unsurları dönüştürerek
içselleştirdiler. 751 yılında Araplar ile
Çinliler arasında cereyan eden meşhûr Talas Savaşı’nda, Türklerin Araplara
yardım etmesi vesîlesiyle Türk toplulukları ilk defâ İslâm’la karşılaşıyorlar. Bu vesîleyle bir merak ve
arkasından bir tanıma süreci başlıyor. Ama aradan yüz elli yıldan fazla bir zaman
geçtiği hâlde 900’lü yıllara kadar Türkler İslâm’ı benimsemiyorlar.
Selçuklu
Anadolu’sunda kentsel ve kırsal kesimlere göre İslâmî açıdan değişik eğilimleri
bağrında taşıyan bir toplumsal yapı olduğunu kabûl etmemiz gerekiyor. Köprülü,
Ortaçağlar Anadolu’sundaki bu Türkmenlerin müslümanlığını -bence haklı bir
şekilde ve sosyolojik perspektiften yaklaşarak- İslâm’ı henüz kabûl ettikleri
için bunun ancak ‘sathî ve basit bir şekilde müslümanlaşma’ olduğunu ileri
sürer.
Selçuklu
Anadolu’sundaki Türkmenlerin İslâm’ı, inceliklerine vâkıf olmadıkları için,
kaçınılmaz bir şekilde eski inanç kalıplarına uyarlayarak içtenlikle kabûl
ettiklerini, ama öte-yandan dağları, tepeleri, ulu ağaçlan, ulu kayaları
kutsayan, rûh göçüne ve insanın hayattayken ve öldükten sonra kalıp değişimine
uğrayacağına inanan, ateşi takdis eden, İslâm’ın standart ibâdetlerine lakayt
kalan, bunun da ötesinde yerleşik hayat-tarzını ve kültürünü aşağılayan,
üstelik siyâsal otoriteyi işine gelmediği an reddeden ve fırsatını bulduğunda
ona karşı ayaklanan bir-takım insanlar olduklarını görmemiz gerekir. Başka
türlü de zâten olamazlardı.
Kırsal
toplum ne kadar kentlere ve medrese kültürüne yakın olabiliyorsa o ölçüde
‘Sünni’, ne kadar uzak ise o kadar eski geleneklerinin ve inançlarının
bağımlısı bir toplumdur. Türkmenlerin yaşadıkları ‘Sünni olmayan’ bu İslâm,
bilinçli, plânlı belli bir teolojik karşı-duruş değildir. Bu inanç
yaşam-tarzlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Onlar da bugünkü geleneksel
Aleviler gibi kendilerini çok iyi müslümanlar olarak görüyorlardı. Buna şüphe
yok”.
Türkler, Büyük Selçuklu Devleti
zamânında medreselerin etkisiyle Eşâri-Şâfî’lik üzereyken, Osmanlı’da iyice biriken
ve belirginleşen mistisizm ve karma toplum yapısından dolayı, Osmanlı’lar
Mâturîdî-Hanefiliği seçmişlerdir. Çünkü Hanefi-Mâturîdîlik daha gevşektir. Bu
gevşeklik Kitap-merkezli olmanın önünde engel olmuştur. Osmanlılar çok iyi
devlet adamları, askerler, şâirler ve mîmarlar yetiştirmelerine rağmen, çağını aşan
âlimler yetiştiremediler yada çok az sayıda bu tür âlim yetişti. Osmanlı’da
daha çok, absürd söz ve davranışlara sâhip, adına “baba, dede, ata ve veli”
denilen kişiler çıkmıştır ki bunlar Kitap-merkezli olmadıkları gibi, tam-aksine
Kitab’a karşıdırlar. 627 yıl ayakta kalmış olan Osmanlı Devleti’nin târihi
boyunca tebaasından ancak 1.600 kişi kitap yazmıştır. Cemil Meriç bu durumun
sebebi hakkında şunları söyler: “Osmanlı İmparatorluğunda
büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu. Düşünce bir felâkettir.
Zorlanmadan, mecbur kalmadan düşünmez insan. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa
karşısındaki bozgunu, endüstriyel
toplumun askeri bir toplumu yenmesidir”. Evet; kılıçlar atık işe yaramamaya
başlayınca Osmanlı’nın elinde mîmâri eserler ve şiirlerden başka bir şey kalmamıştır.
Zîrâ Osmanlı da Kitap-merkezli bir devlet ve halk değildi ve bâtınî/tasavvuf-merkezli
bir dînî düşünce ve örf hâkimdi.
Osmanlı’da âlimler genelde
Eşârilik üzere olsalar da, halk Hanefi-Mâturidi ve Yesevilik üzereydi ve
bunları benimsemişti. Halk, Kitab’ı hesâba katmadan aklını ve duygularını
merkeze aldı. Hâlen de öyledir. Türk müslümanlığının temelinde Mürcie ve
tasavvuf vardır ki bunlar büyük günahları erteleyerek Allah’a bırakırlar. Böylece
kimseyi eleştirmezler ve aşırı bir hoşgörü gösterirler. Fakat bu, günaha ve
bâtıla olan bir hoşgörüdür. Ayrıca bunlar iktidârın da her zaman yanındadırlar
ve önemli destekçileridirler. Böylece sisteme kolay entegre olurlar ve rejimi
kolay benimserler. Lâkin iş Kur’ân’ı okumaya ve benimsemeye gelince pek oralı
olmazlar yada ucundan-kıyısından denecek bir ilgi olur.
Şu da var ki Türklere, Arap
ve Irak-merkezli olan Eşârî-Şâfî’den ziyâde, dîni öğrendikleri ve kendileri
gibi milliyetçi duyguları öne çıkan Îran-merkezli Mâturîdî-Hanefilik,
milliyetçilik damarından dolayı câzip gelmiştir. Türklerin Araplara eskiden
bêri bir gıcıklıkları ve düşmanlıkları vardır. Bu düşmanlık orta-Asya Şamanizm
sempatizanı tüm Türklerde vardır. Orta-Asya Türkleri genelde köse oldukları
için, sakallı Arapları pek sevmezler. Bu bir nebze modern Türklerde ve
Türkiye’lilerde de vardır. Sakallı doğu’dansa sakalsız-parlak batı’ya
meyletmelerinin bir sebebi de bu mudur acaba?. Tabi bu, nedenlerden sâdece biridir.
Eğer sakalsızlık dostluk için belirleyici ve önemliyse, Türklerin yeni küresel
güç olan Çin’e ve sakalsız Çinlilere yakınlaşması zor olmayacaktır.
Aslında Türkler Şamanizm’den
İslâm’a değil, Şamanizm’den Alevilik-Bektâşilik diyebileceğimiz şaman-şii
sentezine geçmişlerdir. Bundan sonra dağda kalan ve göçebeliğe devâm edenler Alevi-Bektâşi
kalırlarken, ovaya inenler Sünnî-Hanefi olmuşlardır. Fakat bunların ikisi de Kitap-merkezli
olmamakta birleşirler. Zîrâ ikisi de dîni Kitap’tan yâni Kur’ân’dan ve de
Peygamber’den (Sünnet) değil, mistik yorumculardan ve yorumlardan öğrenmişlerdir.
Bu hâlen de böyledir. Göçebe olanlar mistisizm ve tasavvuf yolunda giderlerken,
ovaya-şehre inenler ise târikatlaşmış ve Sünnîleşmiştir.
İşin vahim tarafı, modern Türkiye’li Türklerin, son
30-40 yıldır Kur’ân’ı yoğun şekilde okumaya başlamalarına rağmen, Kur’ân’ı
İslâm’ın kendi iç-dinamiğine yâni Kitap-Sünnet bütünlüğüne göre değil de,
modern telakkiyle okumaları ve olanca güçleriyle modernizme uydurmaya
çalışmaları nedeniyle, yine Kitap-merkezli olamamalarıdır. Kitap-merkezli
olmanın önündeki engellerden biri de, meâlcilik-Kur’ân’cılıktır. Çünkü
meâlcilikte meâller hep modern telakkiyle hazırlanmakta, İslâm’ın kendi
iç-bütünlüğüne yâni Kitap ve Sünnet-merkezinde hazırlanmadığı için İslâm’a tam
uygun düşmemektedir.
İslâm Kitap-merkezlidir. Bu, “Kur’ân ve Sünnet’e göre
olmak” demektir. Kur’ân ve Sünnet, İslâm’ın “iç ve dış-âlemi birlikte inşâ
etmesi” anlamına gelir ki Kitap-merkezli olmak bu demektir. Zîrâ Kur’ân,
iç-âlemleri inşâ edip aydınlattıktan sonra dış-âlemi de yâni hayâtın tüm
alanını da Kitap ile inşâ edip aydınlatmak için indirilmiştir. Tüm
peygamberlerin ve Peygamberimiz’in tüm çabası da bu amaç için olmuştur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder