“Nûn!. Kaleme ve satır-satır yazdıklarına
andolsun!” (Kalem 1).
Ben şahsen üç nedenden dolayı yazıyorum.
1-“İslâm’ın o potansiyeli ve közü tamâmen sönmesin ve canlı dursun da,
bir gün birileri o közü yeniden ateşlesin” diye.
2-“Kızdığım, gıcık olduğum, eleştirdiğim, îtirâz ve isyân ettiğim şeylere
ve kişilere karşı söylemek istediklerimi yüzlerine karşı söyleme fırsatı yada
cesâreti bulamadığım için, yazarak söylemek” için.
3-“İri-kıyım olmadığım ve karate-boks bilmediğim, çok param, silahlarım,
adamlarım ve bir örgütüm olmadığı için. Eğer güç, para, silah ve insan
potansiyelim olsaydı farklı şeyler yapardım. Bülent Akyürek de; “ben tekvando
bilmediğim için yazıyorum” demişti.
Aslında yazmak; yapmaya ve söylemeye gücün, dirâyetin ve cesâretin
yetmediği yerlerde, “yapmak ve söylemek istediklerini yazıya dökmek” işidir.
Yoksa “söyleyenler ve yapanlar”ın yazmaya çok da ihtiyâcı yoktur. Çünkü aslında
yazmak da bir noktadan sonra insanın gazını alıyor, mücâdele gücünü
zayıflatıyor, insanı yerine mıhlıyor. Çünkü söylemek ve yapmak istediklerini
yazınca ve birileri de bunları okuyup geri dönüş yapınca yazar “görevimi yaptım”
havasına giriyor ve artık konuşmak, söylemek ve yapmak duygusunu ve isteğini
kaybetmeye başlıyor. Belki de tâğutlar belli bir sınıra kadar yazmaya ve
yazanlara bu nedenle ses çıkarmıyorlar, “yazsın da sussun” diye.
Şahsen ben henüz yazmadığım zamanlarda sürekli okumalarım aşırı şişkinlik
yapınca, okuduğum konular hakkında çok fazla konuşma ihtiyâcı duyuyordum ve bir
sohbet ortamı hazırlamak için kendimi paralıyordum. Öyle ki çağırmama rağmen
gelmeyenlere küsüyordum ki bir daha gelmemezlik etmesin. Sürekli konuşmak ve
tartışmak istiyordum. Üstelik çatışmak da istiyordum. Bir ayaklanma, kalkışma,
ihtilâl ve inkılâp en büyük hayâlimdi. Fakat yazmaya başlayınca ve hem zamanım
müsâit olduğu hem de gayretli biri olduğum için yoğun olarak yazmaya başlayınca
zamanla bu isteğim kayboldu. Çünkü çok yoğun yazıyordum ve içimdeki her-şeyi
yazıya döküyordum, hattâ tâbir-i câizse beynimi ve öfkemi kusuyordum. Beynimi
kustum ve sonunda içim boşaldı. Artık kimseyle kısa bir şey konuşmak bile
istemiyorum. Gerçi bunda sağlığımın bozuk olmasından kaynaklı olarak pek dışarı
çıkamamanın da etkisi var ama meseleleri telefonla bile konuşmak istemiyorum ve
bir şey soranlara o konuda yazdığım bir yazımı adres gösteriyorum. Çünkü konuşmak,
söylemek ve yapmak istediklerimi, söyleyebileceğim ve yapabileceğim en iyi ve
ideâl bir şekilde yazıya döktüm-döküyorum. Benim söylemek ve yapmak istediklerim
orada. Söylemek ve yapmak istediklerim “yazdıklarım”dır. “Artık tebliğimi-dâvetimi
bu şekilde yapıyorum” havasındayım. Gerçi yüzümdeki sert ifâde ve kötü üslûbum,
konuşmaktan çok yazmaya, sağlıksızlığım da, yapmaktan çok yazmaya elverişlidir.
Konuşmak, söylemek ve amel-eylemde bulunma fırsatı bulamayanlar, bunun
için yeterli bilgi, bilinç, dirâyet yada cesârete sâhip olamayanlar yazmaya
başlıyor-başlarlar. Modern insanın yazmaya başlaması ve çok-çok yazması biraz
da bu nedenledir. Sosyâl(!) medyada herkes bir şeyler yazıyor. Lâkin hiç kimse
bir şey yapmıyor. Tamam; etkili yazılar bir hareketi ateşleyebilir ve etkili bir
akım başlatabilir. Nice yazılar ve kitaplar vardır ki gerçekten çok etkililer
ve insanları amel-eyleme sevk edebilmektedir. Fakat bu tarz yazılar-kitaplar
çok da fazla değildir. Fakat yine de meydanı belki de bu tür yazı ve kitaplara
bırakmak belki de daha doğrudur. En azından bilgi kirliliği olmasın ve kafalar
çok da karışmasın.
Kızım bir gün “öyle bir yaşa ki yazmana gerek kalmasın” diye bir söz
söylemişti. Kanımca işte biz o yaşamı sergileyemediğimiz için yazıyoruz. Bir
gün belki yaşayanlar olursa onlara destek olsun yada onları ateşlesin diye.
Çünkü elimiz ve yüreğimiz başkasına yetmiyor. Yaşayamadığımız için yazıyoruz.
Böylece fayda sağlamakla birlikte alsında biraz da kendimizi kandırıyoruz,
yazarak vicdânımızı tokatlıyoruz ve âcizliğimizi sergiliyoruz.
Peygamber örnekliğinde yazmak yoktur. Gelen vahiy bir yerlere not edilmiş
ve kaydı tutulmuştur fakat Peygamberimiz “bir şeyler yazayım” derdinde
olmamıştır. Peygamberimiz inen vahiyleri kaydettiriyordu birilerine fakat inen
vahiylerin doğrultusunda “kendi yorumu olarak” bir şeyler yazdırmıyordu. Hiç-bir
peygamber bir şeyler yazmış değildir. Zâten bu, peygamberliğin özüne uygun
değildir. Peygamberler kendilerine inen vahiyleri hakkıyla yaşamak ve tebliğ
etmekle görevliydiler ve bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdi. Peygamberimiz
ve sahabenin yazmasına gerek yoktu ki!. Çünkü onlar zâten vahyin emrettiği gibi
yaşıyorlardı. Yaşanması gereken hayatı-yaşamı en ideâl şekilde yaşıyorlardı.
Demek ki öyle bir hayat yaşamalıyız ki yazmamıza gerek olmasın ve biz öyle bir
hayat yaşamalıyız ki o örnek hayatımızı başkaları yazsın. Fakat biz ne kadar
yaşa(ya)mıyorsak o kadar çok yazıyoruz. Yorumunu
ve düşüncesini yaşamıyla göster(e)meyenler, her-şeye sonsuz yorumlar yapmak
zorunda kalırlar.
Kur’ân
bile alsında sözlü kültür olarak başladı. Yazılması ve toparlanması daha
sonradır. Yâni Peygamberimiz’in kendisi bir şey yazmadığı gibi, Kur’ân’ın inen
âyetlerini kaydettirmesine rağmen bir kitap olarak yazılmamıştır. Fakat inen
vahiylerin kılavuzluğunda sahabe ile birlikte öyle örnek bir hayat yaşadılar
ki, bu örnek yaşam-şekli Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyetine kondu ve kıyâmete
kadar da orada yer alacaktır. O ideâl yaşam-tarzı kıyâmete kadar bize “örneklik
kaynağı” oldu. Yâni bize “yazılan yazılar” değil, “yaşanan hayatlar” örnek
oldu. Tabi yazıya geçirilerek Kitap hâline gelen Kur’ân bizim bilgi ve
bilincimizin kaynağıdır. Kur’ân bizim iç-âlemimizi aydınlattıktan sonra
dış-âlemimizi (âlemleri) de nurlandırıp aydınlatacak tek Kitap’tır.
Modern dünyâ şeytan, nefs, tâğutlar ve madde-merkezli yaşam ile kuşatılmıştır
ve Allah’a, dîne, Kitab’a neredeyse hiç alan bırakılmamıştır. Bu nedenle de
mevcut durumdan rahatsız olanlar bir şey diyecek ve yapacak bir alan bulamamakta
ve hattâ çoğu-zaman yalnız kalmaktadırlar. Böyle olunca da çâreyi yazmakla ve
yazıyla tebliğ ve dâvette bulunmakta buluyorlar. Bilgi ve bilinçlendirme yoluna
koyulmakta buluyorlar. Fakat bu-arada yazanlar da sâkinleşiyor ve yazmayı araç
olmaktan çıkarıp amaç ediniyorlar ve “başka bir yolu yok” diyorlar. Başka yolu
mutlakâ var ama, o yolu göğüsleyecek “adam” olmayınca, yazılar ve yazanlar
çoğalıyor. Günümüzde başka bir yol yok gibi gözüküyor fakat yazma-merkezli
mücâhede ve mücâdelenin çok da işe yaradığını söyleyemeyiz. Yazma yolu çok da
geniş bir yol değildir ve gittikçe de daralmaktadır. Yazanlar dâhil, insanları
düzlüğe çıkaramamaktadır. Hattâ o yolda yürümek bir yerden sonra mümkün
olmayabilir. Çünkü aslında biz yaşamımızı Allah’a adayamıyoruz:
“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne
olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;
Yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi veyâ sürünen bir yoksulu.
Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine
tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)”
(Beled 11-18).
Bu nedenle -yazmak da bir çeşit cihad olsa da- sâdece yazmakta kalıyoruz
ve artık yazmaktan başka bir yol bulamıyoruz. Zamanla ana-yolu unutuyoruz ve
“tâli yazma yolu”nu ana-yol zannediyoruz. Bu yol da daralmaya başladı ve belki
de ileride tıkanıp kalacak. Böyle olunca da iyice daralan yollardan başka tâli
yollara kaymak olası hâle geliyor ki, çok iddiâlı olmalarına rağmen bir-çokları
ana yoldan sapmışlardır.
Yazanlar çok ama yazıların kalitesi düşük. İnsanları etkileyip
değiştirecek ve bir akım-hareket başlatacak etkinlikte yazılar yazamıyoruz. Çok
olunca kalite düşüyor. Zâten insanlar yazılardan çok yapılanlardan
etkilenirler. Zîrâ insanların çoğu okumaz.
Yazı ile yazar arasında
çelişki olmamalıdır. Tabi bunu başarabilenler çok azdır. Fuad Köprülü:
“Hayat ile
eser arasındaki râbıta ekseriya sahtedir. Eserlerinde en kuvvetli ahlâk
telâkkilerine tesâdüf ettiğimiz ne kadar sanatkâr yâhut ahlâkçı vardır ki,
ferdî hayâtında o telâkkilere ittibâdan tamâmiyle uzak durur” der.
Yazmak yaşamanın önündeki bir engel midir yoksa yazmadan yaşanılmaz mı?. “Okuyanlar
yazarlar ve yazanlar yaşarlar” diyebilir miyiz?. Bir de okuyup yazmadan
duyanlar ve yaşayanlar vardır tabi:
“Onlar, sözü işitirler ve en güzeline
uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve
onlar, temiz akıl sâhipleridir” (Zümer 18).
Hem biz hem de birileri, “sözün en güzeli olan Kur’ân’ı” ve Kur’ân’ın
adres gösterdiği noktalar konusunda okuyup yazacağız. Amel-eylem anlamında bir
şeyler yapılacaksa bile bunun başlangıcı, Kur’ân’ın emrettiği gibi okuyup idrâk
etmekle başlıyor. Sâlih amel hemen ardından geliyor. O hâlde biz yine
odaklanarak, dikkatli ve gayretli bir şekilde okuyup-yazacağız ve söyleyeceğiz.
Fakat kâlbimizin bir kenarında sürekli olarak; “güzel örnekliğe paralel hayatlar
yaşamak ve bu tür yaşamı yaygınlaştırmak” düşüncesi ve isteği olmalıdır.
Aksi-hâlde niyetimiz hâlis olsa da değişen bir şey olmayacağından dolayı
yazdıklarımızın da bir kıymeti kalmaz.
Okunması gerekenler okunduğunda,
konuşulması gerekenler konuşulduğunda, yazılması gerekenler yazıldığında, sıra
“yapılması gerekenleri yapma”ya gelir. Aslında bunlar hep birlikte yapılır.
Yazmayı aşağılamıyorum. Zâten kendim de yazıyorum. Fakat “yazmak yapmayı
engellemesin” diyorum. Çünkü yazmanın sonu yoktur. Denizler mürekkep ve ağaçlar
kalem olsa yine yazılacaklar bitmez.
Kalemle yazmayı öğretene bir karşılık vermektir yazmak. Yazmayı öğretene
yazmakla yapılan bir şükür ve teşekkür. Hiç-bir hareketin olmadığı yerde en azından
bir harekettir yazmak, ellerle yapılan bir hareket. Yazmak; gönlünde, dilinde
ve dizinde yeterli dermânı olmayanların ve yeterli dirâyeti bulunmayanların yapabilecekleri
en önemli ve en güzel iştir.
Yazmak, “en azından yazmak”tır.
Yazmak “bir şey yapmak”tır vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder