“Göklerde ve yerde
olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. Şüphesiz ki
bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır” (Câsiye 13).
Kâinâtın her noktasında,
Dünyâ’nın dört bir tarafında ve insanın vücûdunda muazzam bir “yaratma sanatı”
vardır ki bu yaratılışta bir eksiklik olmadığı için bir uyumsuzluk, bir
uygunsuzluk, bir karmaşa ve kaos da görülmez. Böyle olmasının nedeni, âlemlerin
Rabbi olan Allah’ın yaratmasında bir eksiğin ve kusurun olmayacağı ve yaratmanın
“ilâhi bir sanat”ın sonucu olmasındandır. Bu yaratmada bir hiyerarşi vardır. Bu
aşama, “şuursuzdan şuurluya” doğru seyreder. Maden, bitki, hayvan, insan ve
insan içinde de vahiy-merkezli ve “vahiy ile şuurlanmış insan” şeklindeki bir
hiyerarşidir bu.
Doğal, normâl ve fıtrî olan
hiyerarşi bu şekildedir. Zâten kâinattaki tüm düzen bu şekilde korunur. Aksi-hâlde
her yerde kaos çıkardı (çıkıyor da). Dünyâ’da ve insanlar arasında da düzen
ancak bu hiyerarşiyi korumak şeklinde sağlanabilir. İnsanlık-târihi boyunca bu
düzen son 250 yıl, ama özellikle son 150 yıl öncesine kadar korunuyordu ve insanlar
bu düzenin bilinç-altı olarak farkındaydılar ve bu düzeni kabûl ediyorlardı. Fakat
ne zaman ki; Rönesans ile başlayan, Fransız Devrimi’yle siyâsallaşan ve Sanâyi
Devrimi’yle de görünür hâle gelip yayılmaya başlayan modernizm fitnesi tüm
Dünyâ’yı sardı, işte o zaman bu normâl durum tersine döndü ve bu sapmaya uygun
adımlar atılmaya başlandı. Bunun için yapılması gereken ilk iş “dinden
uzaklaşmak”tı ki bunu, “dîni aşırı yoruma boğarak” ve yorumu “madde” lehine
yaparak başlattılar. Klâsik olanı protesto ettiler ve modern olanı savunmaya
başladılar. Bu değişme, şeytanın ayartmasıyla ilk başta küresel teorisyenler ve
tâğutlar ile başladı. Nefse dönük olan bu yorumlama ve düşünce tarzı kısa
zamanda diğer insanlara da sıçradı ve nefsi okşadığından dolayı kolay kabûl
gördü. Zîrâ hak dînin gücü görmezden gelince azalmış ve hakîkat ikâme
edilmeyince din de yozlaşmıştı. Bu nedenle de insanların “modernite” şeklinde
görünen bu yeni düşünce şekline kaymaları zor olmadı.
İlk başta, insanın
fıtratına, doğala ve normâle uygun olmayan şekilde bir özgürleşme düşüncesi
oluştu ki bu düşünce aslında “dinden özgürleşme”dir. Dinden özgürleşen insanı denetleyecek
ve ona “kırmızı çizgi” koyacak etken kaybolmaya yüz tuttu. Artık insan, yeni
düşünceyi ilerletmek ve yaymak için meşrû olmayan araçları kullanmaktan çekinmedi.
Amerika’yı, Afrika’yı, Uzak-doğuyu ve “modern” olmayan tüm Dünyâ’yı, modern olmayanların
yapmayacağı bir barbarlıkla işgâl etti ve sömürerek soyup soğana çevirdi. Bu
işgâl farklı bir tarzda hâlen devâm ediyor. Böyle olunca “hırsızlıktan
kaynaklanan” bir zenginleşme ortaya çıktı. Bu durum, “nefsini ilah edinmiş”
olan insanlar(!)ın hoşuna gitti. Zîrâ nefsin hoşuna gidecek tarzdaydı. Artık
yeni düşünceyi yâni moderniteyi “din yapmak” ve bu yeni dîni yaymak için bu tür
insanların her türlü desteği vermesi “olmazsa-olmaz”dı.
İlk başta kadın-erkek eşitliğinden(!)
bahsedilmeye başlandı ve dendi ki; “erkek de kadın da aynı fizîkî yapıya sâhip
canlılardır ve aynı akla da sâhiptirler. O zaman neden erkek kadından üstün
olsun ki” tezini ortaya attılar. Oysa hak din, bu üstünlüğü, kadının ezilmesi
için değil, ezilmemesi için yapmıştı. Bu konuda Kur’ân şöyle der:
“Erkekler, kadınlar üzerinde
hâkim dururlar, çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir
de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar
itaatkârdırlar...” (Nîsâ 34).
Aslında fizîkî yapı
bakımından aynı gösterilmeye çalışılsa
da, erkeğin fizîkî yapısının kadından üstünlüğü çok bârizdir. En azından,
erkeğin kas sayısı kadından daha fazladır ve bu da onu kadına göre daha güçlü
yapar ki bu güç, dışarıdaki işleri erkeklerin yapması ve bu nedenle de
sorumluluğu üstüne almasından dolayıdır. Çünkü kim daha fazla sorumluluk
almışsa, o daha üstündür.
Allah’ın, erkeği kadından
üstün yaratması demek, yöneticiliği (kavvâm) ona vermesi demektir. Hâl böyleyken
“kadın ve erkek eşittir” demek, bir-süre sonra “kadının erkekten üstün olduğunun
söylenmeye başlaması”na neden olurdu ki, bu durum günümüzde çok bârizdir. Çünkü
bir kez doğal, normâl ve fıtrî olan bozulduğunda, o şey tersine çevrilir ve
zulüm başlar. Günümüzde bir “feminist hareket” olarak İstanbul Sözleşmesi ve
6214 sayılı kânunla, kadınlar erkeklerden daha üstün bir konuma yükseltilmiş,
erkekler âdetâ kadına ezdirilmeye başlanmıştır. Artık bu kânunları kullanacak
olan kadın, istediği anda, -aslında gerçekte öyle olmasa da- meselâ kocasına
gıcık olmuşsa onu evden attırabilme, çocuklarını göstermeme ve kocasını boşayabilme
hakkı(!) kazanmıştır. Üstelik ömür-boyu nafaka da alabiliyor. Bu durum tabî ki
normâl, doğal ve fıtrî olana aykırı bir durumdur. Dolayısı ile İslâm’a da
aykırı bir durumdur. Allah tarafından erkek, kadının yöneticisi olarak belirlenmesine
rağmen durum tersine çevriliyorsa, olacak olan şey tabî ki de hem boşanmaların
artmasıyla ve âilenin dağılmasıyla sonuçlanacak, hem de kadına şiddet ve kadın
cinâyetleri katlanarak artacaktır. Çünkü erkeğin kadına olan üstünlüğü fıtrî
olduğundan dolayı, “laytlaşmış erkekler” hâriç, hiç-bir erkek bu durumu aslâ kabûl
etmeyecek ve “kas gücü”nün hâlen nasıl da geçerli olduğunu gösterecektir. Bu da
âilenin bozulmasına, toplumun giderek dağılmasına ve ahlaksızlaşmasına neden
olacaktır.
Aslında bu durum, kapitâlist
bir projedir. Çünkü sağlam ve fıtrata uygun hareket eden âilelerde; israf, kötü
alışkanlıklar ve çeşitli savrulmalar yaşanmaz. O zaman da kapitâlizmi ayakta
tutan “israf ekonomisi” yâni “üretime dayalı tüketim” çarkı işleyemeyecek ve
kapitâlizm çökecektir. Fakat kadın ve erkek bu şeytânî oyunla birbirlerine
düşürüldüğünde, kısa-zamanda boşanacaklar ve böylece “iki ayrı ev” olacak ve
her-şeyden ikişer tâne olacaktır. Hattâ sağlam bir âileden yoksun olan çocuklar
da zamanla bireyselleşecek ve “yalnız yaşamlar” normâlleşip artacaktır. Artık
kelle-başı ev ve kelle-başı eşyâ, yiyecek-içecek vs. her türlü tüketim malzemesine
ihtiyaç doğacaktır. Tabi bu eşyâları üreten kapitâlist şeytanlar da hem
servetlerine servet katacak, hem de liberâl-kapitâlist-şerefsiz ideoloji
hâkimiyetini sürdürecektir. Bâzı câhil feminist ve kadınsılaşmış erkekler de, bu
durumu savundukları için, bunu bir “kazanım” olarak görecekler ve nefislerini
rahatlatmış olacaklardır.
Bu durum bir-süre sonra
“aşırı çocuk hakları”na da dönecek, kadınlara verilen hakların çok daha fazlası
çocuklara verilecek ve normâl âile yapısının daha fazla dağılması için çocuklar
da bağımsızlaşacak ve aynen kadının, ortada hiç-bir şey yokken kocasını evden
uzaklaştırması gibi, çocuklar da anne-babalarını önemsiz bir nedenle evden
uzaklaştırabilecek ve hattâ hapse attırabileceklerdir ki bunun emâreleri
görülmektedir. Öyle ki, kadının erkeğin üstüne çıkarılmasıyla evlenmelerin
azaltılması ve insanların bireyselleştirilmesiyle birlikte, boşanmalar
çoğalacak ve evlenmeler azalacak, evlenenler de çocuk yapmamaya başlayacaklardır.
Çünkü çocuklar anne-babaların başlarına “belâ” olmaya başlayacaklardır.
Kadınlara verilen gereksiz
haklarla birlikte kadının erkeğe üstün kılınmasıyla, artık erkekler kadınlardan
uzaklaşmaya başlayacak ve erkek-erkeğe (gay) ve kadın-kadına (lezbiyen) sapkın
ilişkiler ve evlilikler yaşanmaya başlayacaktır ki, bugün LGBT’nin özgüveni
buradan gelmektedir. Böylece toplumun ahlâkî yapısı bozulacak ve herkes
“kim-kime dum-duma” bir şekilde yaşamaya başlayacaktır. Tabi bu durumda
bireyselleşmiş olan insanların tek kârı “aşırı tüketim” olacak, insanlar hayatlarını
aşırı tüketime yönlendirerek sürdürmeye alışacaklar ve böylece kapitâlizmin
çarkının küçük bir dişlisi hâline geleceklerdir.
Kur’ân’da erkeğin kadına
göre üstünlüğü, Dünyâ’da erkeğin fizîkî yapısından ve psikolojisinden
kaynaklanan daha çok sorumluluk alabilmesi nedeniyledir. Yoksa Allah katında ve
âhiretteki üstünlük, takvâ ile ölçülecek ve “takvada üstünlük” şeklinde
olacaktır. Çünkü işin bir de mânevî sorumluluk (takvâ) tarafı da vardır ki,
işte hem maddî hem de mânevî sorumluluk, -erkek olsun kadın olsun- kimde daha
fazlaysa “üstün” olacak olan odur:
“Ey insanlar!, gerçekten,
biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’
için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en
ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
Yine, şeytanın vahyine uygun
hareket eden ve onun dostları olan küresel tâğutlar, insanların düşüncesinin
normâl, doğal ve fıtrî olan klâsik düşünceden tamâmen kopması için, bilimsel
anlamda da fitneler ortaya atmışlar ve bunu çeşitli kanallarla tüm Dünyâ’ya
yaymaya çalışmaktadırlar. Kadınla erkeği eşitleyen tâğutlar, bir zaman sonra,
insanla hayvanı da “eşit” görmeye başlayacaklardır ki bu durum başlamıştır
bile.
Özellikle Evrim Teorisi’yle birlikte
insan ve hayvan arasındaki fark ortadan kalkmaya başlamıştır ve; “insan da
hayvan da canlıdır, hareket eden varlıklardır, zâten insan ile ortak ataya da
sâhiptirler, insanın beyni biraz daha farklı çalışıyor diye hayvanlara üstün
tutulamaz” düşüncesi açığa çıkmaya başlamıştır ve bu artık her yerde seslendirilmeye
de başlanmıştır. Yâni “insan ile hayvan arasında fizîken bir fark yoktur” düşüncesi
açığa çıkmıştır. Bu kolayca kabûl edilmiştir, çünkü modernizmde Allah hesâba
katılmadığı ve her-şey akılla çözülmeye(!() çalışıldığı için, dîne ve ilâhi
olana ihtiyaç duyulmamaktadır.
Tabi ki hayvanlar da Allah’ın
yarattığı birer canlıdırlar ve onlara zulmetmek büyük bir günahtır. Fakat insanla
hayvan arasında çok bâriz farklar vardır ve zâten hayvanlar, “insan için”
yaratılmıştır. Bu düşünceye şiddetle karşı olanlar, artık insanla hayvanı eşit
hâle getirince, hayvanlara normâlden çok-çok daha fazla haklar verilmiştir ki,
“Zoopolis” gibi kitaplarda bu sözde haklar, insanların kafayı yediğini
gösterecek kadar fazladır. Hayvan giysileri, hayvan otelleri, hayvanlara âit
hastâneler, evlerde hayvan odaları, arabada hayvan bölümleri, sokakta hayvan
yolları ve “insan için ne varsa aynısının tıpkısı hayvan için de yapılmalıdır”
düşüncesi vardır. Hatta hayvanlara âit mahkemeler de olmalıymış ki, hayvanlar
insanları mahkemeye verebilsin. Onların duruşlarından yada seslerinden ne demek
istedikleri yorumlanarak anlaşılacak ve kararlar ona göre verilecekmiş.
Günümüzde haberlerde ve
çeşitli yayınlarda hayvanların bolca gösterilmesinin nedeni, insanları buna alıştırmak
içindir. Hayvan sevgisi, insanlara olan merhâmeti baltalamaktadır. Hayvanlarla
yakınlaşmayı sevmeyenler sanki suç işlemiş gibi görülmektedir. Hayvanlara öyle
bir ayrıcalık tanınmaktadır ki; hayvanların kimlikleri, pasaportları, banka hesapları
ve cüzdanları ve aklınıza gelen-gelmeyen ne varsa hayvanların da hakkı olduğu
söylenmekte ve istenmektedir. Bu durum Zoopolis tarzındaki kitaplarda açıkça
söylenebilmektedir. Hattâ iş öyle bir duruma gelmiştir ki, “hayvan ile hayvanın
evlilikleri” düğün merâsimleri ile yapılacak ve en şaşılacak şey ise, “insanlarla
hayvanların evlenmesi” olacaktır. Tüm bunlar normâlleşecektir. Bildiğiniz “hayvan-insan”
evlilikleri olacaktır. Yâni meselâ kadın yada erkek bir insan, kedisi-köpeği-kuşu-atı
ile bir düğün merâsimi ile resmî bir şekilde evlenecek ve aynı-evde yaşamaya
başlayacaklardır. Resmî kayıtlarda da “evli” olarak gözükeceklerdir. Bir insan
eğer bir hayvan ile evliyse, ayrıca bir insanla evlenemeyecektir. Böylece
hayvanlara verilen sözde haklarla hayvanlara aslında hem zulmedilecek, hem de ihtiyaçları
olmayan binlerce ihtiyaç doğmuş olacaktır. Tabi bu ihtiyaçları, şeytanın
uşakları olan küresel güçler üretecek ve satacaklar, böylece “Dünyâ krallığı”na
doğru bir adım daha yaklaşmış olacaklardır. Zâten bir “yardımlaşma ameliyesi”
olan Kurban Bayramı, kapitâlizmin “et borsası”na zarar verdiği için, Kurban Bayramı’nı
ve kurban kesimini de “zorbalık ve cinâyet” olarak göstermektedirler. Hâlbuki
kurban kesimi bir ibâdettir. Hayvan-severler(!), sıra insana gelince yerlerine
mıhlanmaktadırlar. Çünkü fıtrata aykırı hareket ettiklerinden dolayı
dengelerini şaşırmışlardır.
Tabi insan ile canlı
varlıklar olan hayvanlar aynılaştırılınca, insanın diğer canlı varlıklar olan bitkilerle
de aynılaştırılması normâlleşecektir. Zâten süreç güyâ, mâden, bitki, hayvan ve
insan olarak sürmüştür. Yâni bitkiler, insanların yaratılış sürecinin bir aşamasıdırlar.
Tabi bu, Allah’sız evrim-tekâmül süreçlerine inanan ahmaklar için böyledir.
Çünkü mü’minlere göre Allah her-şeyi orijinâl bir şekilde “ol” demesiyle bir-anda
yaratmıştır.
Öyle bir duruma gelinmiştir
ki, meselâ bir ağaç, insandan daha önemli ve kıymetli tutulmakta, bir ağacın
kesilmesi, binlerce çocuğun ölmesinden daha önemli sayılmaktadır. Ağacı kesme!,
çimlere basma!, çiçekleri koparma! vs. diyerek insanın önemi blôke edilmekte ve
insan “şey”leştirilmektedir. Çünkü insanı korumaktan bahsedilmemektedir.
Ağaçların kesilmesi yüzünden kendilerini yırtanlar, kentlerin betonlaştırılmasına
niye ses çıkarmıyor?. Çünkü kapitâlizmi besleyen şeydir kentler ve betonlaşma.
Ses çıkarttırmaz ve laf ettirmezler. “Doğayı koruyalım” sözleri her yere
yazılmakta ama “insanı koruyalım” ve “insanları öldürmeyelim” sözleri hiç-bir
yerde yazmamaktadır. Öyle ya, insandan bol ne var ki?. Hele ki modernleşememiş
ve geri kalmış insandan.. Hâlbuki bitki-örtüsü de insan içindir. Ekip-biçme,
ağaç yetiştirme, ormanlar vs, hep “insan faydalansın” diyedir. Tabi bu
“bitki-örtüsü yok edilsin” anlamına gelmez. Zâten fıtrî olanda yâni İslâm’da
böyle bir şey yapmak yasaktır ki, Peygamberimiz’in yaptığı bir savaşta hurma
ağaçlarının kesilmesi bile Allah’ın izni ile olmuştur:
“Hurma ağaçlarından her
neyi kesmişseniz veyâ kökleri üzerinde dimdik bırakmışsanız, (bu) Allah’ın
izniyledir ve fâsık olanları alçaltması içindir” (Haşr 5).
Yâni önem sırası gözetilmiş
ve ağaç fedâ edilmiştir. Zâten Peygamberimiz der ki: “Yarın kıyâmetin
kopacağını bilseniz bile bugün elinizdeki fidanı dikin”. (Buharî,
el-Edebül-Müfred s. 168, Heysemî, a.g.e. 4,, 63. Münâvî, Feyzul-Kadîr 3, 30)
der. Bu söz, bitkiyi korumak için söylenebilecek “en zirve söz”dür. O hâlde
fıtratta bitki-örtüsüne karşı bir sevgi-merhâmet vardır fakat bitki-örtüsü
ilahlaştırılıp da insana denk seviyeye getirilemez. Çünkü iş öyle bir duruma
gelmiştir ki, Meksika’da bâzı kadınlar, erkekleri bırakıp ağaçlarla evlenmeye
başlamışlardır.
Bilimin sözde ilerlemesiyle
ve madde atom boyutunda araştırılmaya başlanınca, canlı ve cansız tüm maddenin
atomlardan meydana geldiği ve aslında tüm maddenin temelinin atom boyutunda aynı
olduğu görülmüştür. Tabi bu, Allah’ı hesaba katmayan modern-bilimin görüşüdür.
Çünkü Allah’sız modern-bilim meta-fizik olanı kabûl etmez ve sâdece maddî
olanla ilgilenir. Böyle olunca da baktılar ki her-şey aslında aynı atomların
değişik hareketlerinden kaynaklanıyor, o zaman aradaki fark ise, atom sayılarındaki
farklar ve atomların dönüş hızları, proton, nötron ve elektron sayılarındaki
değişikliklerdir. Atomların farklı dizilişleri farklı şeyler oluşturuyor. Fakat
bu sâdece cansız eşyâ için geçerli değil, bitki, hayvan ve hattâ insan için de
geçerlidir. Yâni bir taş ile bir insanın maddî yapısı atomda birleşiyor ve
aynılaşıyor. (Gerçi nice sözde insanlar vardır ki taşlardan daha duyarsızdır).
Böyle olunca da herhangi bir eşyâ ile bir insan arasındaki fark ortadan
kalkıyor ve insan “şey”leştiriliyor. “İnsan da bir eşyâdır” deniliyor. “İnsanın
sâdece beyni farklıdır ve gelişmiştir” deniliyor. Böylece “ha eşyâ ha insan”
düşüncesi açığa çıkıyor. Abdulaziz Tantik: “İnsanı, bir akıl tanrılaştırırken,
aynı akıl ötekileştirdiği insanı şeyleştirerek onu gereksiz, anlamsız ve yük
olarak tanımlamaktadır” der. Rûh inkâr edildiğinde insan ile taş arasında bir
fark kalmıyor. Bir yazıda şunlar söylenir:
“Georg Lukács’a göre şeyleşme ‘kapitâlist
toplumda yaşayan her insanın zorunlu dolayımsız gerçekliği’dir. Bir meta hâline
gelen işçi sınıfı kapitâlist meta üretim sisteminde şeyleşmektedir. Öznel
boyutta kapitâlist meta üretim sisteminde, insanın kendi emeğine yabancılaşması
şeyleşmenin öznel boyutunu oluşturmaktadır. Olgunluğa ulaşmış meta üretim
sisteminde insanın emeği, kendisine karşı nesneleşerek meta hâline geliyor,
yâni insanın etkinliği-emeği kendisine yabancılaşıyor. Kapitâlist üretim
sisteminde rasyonelleşme hızla artmakta ve işçinin bireysel nitel özellikleri
(bilgi ve beceri) gittikçe önemsizleştirilmektedir. Üretim sürecinin gittikçe
soyut-rasyonel parçacı-işlemlere bölünmesi, işçinin ürettiği ürünün bütününe
olan bilgisine ulaşmasına engel olmaktadır. Üretimin parçalara ayrılması,
emeğin mekanik olarak sürekli aynı işi tekrarlaması, işçiyi kendi kişilik
bütününden koparmakta ve onu üretim sürecinin nicel bir aracı hâline
getirmektedir. Yâni insan üretim sürecinin gerçek öznesi olmaktan çıkıp bu
sistemin içine sokulan ve mekanikleştirilen bir parça görevi görmektedir.
Öznenin mekanikleştirilmiş parçalı çalışması, kişinin kendi kişiliğinin
bütünlüğüne karşı nesneleştirilmesi, sürekli ve aşılması olanaksız hâle gelen
bir gerçeklik hâline gelmektedir. Kişi kendi dışında yabancı bir sisteme karşı
tek başına, izole olmuş yaşamına karşı, pasif bir seyirci ve gözlemci konumuna
itilir. Şeyleşme, işçinin bütünsel bakışını parçalamaktadır. Ayrıca, işçinin
değiştirici yönünü zayıflatarak sadece pasif bir izleyici durumuna sokmaktadır”.
İnsan ile eşyâ aynılaştırılınca,
insan çeşitli eşyâları “uğurlu” ve “şans getirici” olarak görmeye başlıyor.
Eskiden ilkel bir şekilde yapılan “eşyâyı ilahlaştırma”, şimdilerde bilimsel
olarak yapılıyor. Öyle ki insan, arabasına bir insandan daha fazla önem
veriyor. Eşyâya tapanlar, yanlışlıkla-kazayla arabasını çizen insanı
öldürebiliyor. Arabasının cantını 2-3 saat boyunca temizlemekle uğraşabiliyor.
Oysa yetim-öksüz ve mâsum bir çocuğun başını şöyle bir güler yüzle okşamaktan
bile kaçınıyor. İnsan, eşyâ ile “özne-nesne” ilişkisi değil, “özne-özne”
ilişkisi içine giriyor ve eşyâya bağımlı hâle geliyor. Onsuz yapamıyor. Tabi
bu-arada insanı ihmâl ve ihlâl ediyor. Yeni bir cep telefonu, yeryüzünün kara
bir bölgesinde ölen binlerce mâsum yavrunun, ırzlarına geçilen kadınların, cinâyetlerin,
zulümlerin, açlıkların, susuzlukların, evsizlik ve çıplaklıkların görmezden
gelinmesine neden olabiliyor. Eşyâ insanla aynılaştırılıyor ve insan şeyleştiriliyor,
eşyâlaştırılıyor. Sonunda öyle bir duruma geliniyor ki, insan bir eşyâsına âşık
olabiliyor ve onun üç boyutlu bir görselini yapıp onun izlemeye başlıyor.
Sonunda o eşyâya olan aşkı öyle bir artıyor ki, o eşyâsıyla evleniyor. Meselâ
yakın bir zaman önce, “kuklasıyla evlenen” uzak-doğulu birinin haberi çıkmıştı.
Evet; Allah’a olan
bağlılıktan vazgeçildiğinde -insan boş bırakılmaya gelmeyeceği için- mutlakâ
başka şeylere bağlılık göstermeye başlar. Bu bağlılıklar zamanla normâlin dışına
taşacak ve insan sapıklaşacaktır. Bu nedenle Allah’tan başkalarına olan bağlılıklar
mutlakâ şirke-küfre dönecek ve mecbûren zulüm ile sonuçlanacaktır. İnsanın
diğer varlıklara olan üstünlüğü ve Allah ile olan irtibâtı gevşediğinde ve
dolayısıyla bir zaman sonra koptuğunda, insan bir sapık hâline gelecektir.
Modern insan bu tarz sapıklıklarla mâlûldür. Bu bir sapıklıktır ki, aynı-zamanda
da zulümdür. Zulüm yeryüzünü kapladığında ve “kritik eşik”i aştığında, yâni Allah’ın
yarattığı fark ve hakîkat, şeytana göre değiştirilmeye başlandığında, artık
kıyâmetin görülmesi uzak olmayacaktır.
İnsan, Allah’ın verdiği
görevi yâni “göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurma görevini”
aksattığında yada bu görevden vazgeçtiğinde işe Allah el koyacak, fakat bu durumda
kurunun yanında “yaş” da yanacaktır.
Allah zulme aslâ izin vermez
ve insan sapıklığa, küfre, şirke ve dolayısı ile zulme gömüldüğünde, hiç beklemediği
bir anda ve zamanda azâbı karşısında görüverecektir. Ağır azap karşısında pişmân
olacak ama “son pişmanlık” fayda vermeyecektir.
İnsanın “şey”leşmesine neden
olan fıtrî, doğal ve normâl olanın değiştirilmesi, “şeytan işi bir pislik”tir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder