2 Mayıs 2020 Cumartesi

Bilmek ve Yaşamak Üzerine




“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

Gerçek âlim olan Allah’tır. Hattâ Allah’tan başka âlim yoktur. Bu nedenle de bir şeyi hakkıyla tam anlamıyla ve kesin olarak bilebilecek olan sâdece Allah’tır. Biz ise ancak O’nun bildirdiği kadarını bilebiliriz. O’nun bildirmediğini yada bilmemize imkân olmayan şeyleri ne kadar araştırıp incelersek-inceleyelim yine de bilemeyiz. Bilemeyeceğimiz konularda bütün Dünyâ bir-araya gelse, yine de bir adım bile yol alamayız. Çünkü bir şeyi araştırıp inceledikçe o şey “o” olmaktan çıkacağı için onun bilmek daha da zorlaşacak ve sonunda da imkânsızlaşacaktır. Meselâ içip durduğumuz suyu araştırıp bilmeye çalışmanın bir anlamı yoktur. Suyun, formül olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur. Suyun, formülünün H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmek, “suyun ne olduğunu bilmek” değildir. Suyu zâten içip duruyoruz ve içmekle ve kullanmakla suyu bilinebilecek en iyi şekilde bilmiş oluyoruz.

İnsan, görüp-durduğu bir varlığı kusursuz bir şekilde tanımlayamaz. İş bilgiye ve anlamaya dönünce, en basit bir varlığın bile ne olduğu “sorun” hâline geliyor. Bir varlığı çok fazla açıklamaya çalışınca o varlık başka bir şeye dönüyor. Aşırı şekilde açıklanmaya çalışılan şey “o” olmaktan çıkıyor. İnsan bir varlık hakkında; dokunarak, görerek ve yiyip-içerek edindiği bilgiyi, onu araştırarak ve inceleyerek edinemez.

Epistemoloji, belli bir noktadan sonra bir yere getirmez insanı. Şeytan modern insanı epistemoloji ile oyalamaktadır. Çünkü bir şeyi aslında “araştırarak bilmek” mümkün değildir. Bir şeyi bilmek; onu görmek, dokunmak, koklamak, duymak, yiyip-içmek-tatmak vs. ile olur. Araştırma ve incelemeyle bir şey hakkında daha ileri bir bilgiye ulaşılamaz. Gördüğümüz, dokunduğumuz ve ne olduğunu bildiğimiz bir şeyi araştırdığımızda ve bilmeye çalıştığımızda o şeyi hiç-bir zaman tam anlamıyla bilemeyeceğimiz için o şeyi bilmiş olmayız, tam-tersine bilememiş oluruz.

Modern insan bilmeye çalıştıkça câhilleşiyor. Her-şey “kesin” olmaktan çıkıyor. Çünkü bir şey “ne ise odur” ve onu araştırmak yâni parçalamak, o şeyi “o” olmaktan çıkaracağı için bilinen şey “o” olmaktan çıkmış oluyor. Çünkü aşırı araştırmayla parçalanan şey “o” olmaktan çıkar. Bir şey bütünlüğünde ne ise, o şeyin en doğru bilgisi odur. Bir şeyi araştırıp incelemek onu parçalamak ve “parçalarına ayırmak” demek olacağı için onu araştırmak onu bilmeye değil bilmemeye götürür. “İlim bir noktaydı câhiller onu çoğalttı” sözüne gelinir. Bir şey ne kadar araştırılıp incelenirse o şey o kadar bilinemez. Bilinen şey o olmaz. Meselâ dediğimiz gibi, suyun ne olduğunu herkes zâten bilir. Onu araştırıp da incelemenin ve sonra da suyun, formülünün H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. “Bakın suyu araştırdık ve H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu gördük” dediğinizde, karşıdaki kişi; “eee, ne yapalım yâni?” dediğinde ne diyeceksiniz?. Zâten laboratuvarda iki hidrojen ve bir oksijen birleştirildiğinde su oluşmuyor. Suyun oluşması için özel bir ortam ve durum vardır ki insan bu ortamı ve durumu sağlayamaz.

Bir şeyi araştırıp incelemek yarar yerine zarar verir. Şeytan ayrıntıda saklıdır ve amacı, “Allah’ın yarattığı gibi olan her-şeyi değiştirmeyi ve varlığın pozitif yönlerini örtüp negatif yönlerini açığa çıkartarak, insana doğal ve doğru olmayan şeyleri yaptırmaktır” ki atom-bombası meselâ varlığı aşırı araştırmanın ve değiştirmenin bir sonucudur. Bir şeyi Allah’ın yarattığından daha farklı bir duruma çevirmenin bir hayrı yoktur ve yakın-uzak vâdede mutlakâ zarâra yol açar. Allah orijinâl varlığın yapısının değiştirilmesini yasaklar, şeytan ise tam-tersine, insanları kandırarak her-şeyi değiştirmelerini emreder:

“Allah, onu lânetlemiştir. O da (şöyle) dedi: ‘Andolsun, senin kullarından miktarları tesbit edilmiş bir grubu (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (velî) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 118-119).

Bir şeyi yazıya geçirmek ise, o şeyin yaygınlaştırmasını sağlasa da o şeyi ifâde etmede ânında bir eksiklik oluşturur. Yazmak, konuşmak gibi değildir yâni. Bu bağlamda video-konferanslar bir şeyi ifâde etmede bir nebze daha etkili olabiliyor.

Bilen ve bilinmesi gerek şey çoğaldıkça cehâlet de çoğalıyor ve bilmemek çoğalıyor. Aslında bir şeyi bilmekle değil de bilememekle daha iyi idrâk edebiliriz. Hz. Ali; “Allah’ı bilememekle bildim” der meselâ.

İnsan bir nesneyi ve varlığı tüm yönlerden aynı-anda göremez. Bu yüzden de onu tam anlamıyla ve hakkıyla bilemez. Bir şeyi tam olarak bilmenin yolu, o şeyi tüm boyutları ve yönleriyle aynı-anda görmekle olur. Bir şeyin ön-yüzüne bakarken aynı-anda arka-yüzünü göremediğimizden dolayı o şeyin tüm bilgisine aynı-anda erişemeyiz. Bu bir şeyin bilgisine hiç-bir zaman hakkıyla erişilemeyeceği anlamına gelir. İnsan bir şeyi aynı-anda tüm boyutları ve yönleriyle kuşatamayacağı için onu hakkıyla bilemez.

Varlık, “görünür olan”, “mevcut olan”, “vâr olan” anlamındadır. Varlık çok görünür-zâhir olmasına rağmen aslında mahremiyet ile çevrelenmiştir. Yada varlık, mahremiyet ile korunmaktadır. Öyle ki, aslında insanlar (ve tabî ki hayvanlar) varlığı, tamâmını kuşatacak şekilde göremezler. Bu, basit olarak, “gözle görme” anlamında da böyledir, “inceleyip araştırma” anlamında da böyledir. Bunun nedeni, Yaratıcı’nın varlığa bir mahremiyet koymuş olmasından ve varlığı o mahremiyet ile korumuş olmasındandır. Bu mahremiyetin delinmesini de istememektedir. Zîrâ mahremiyetin delinmesi insana yakın-uzak vâdede mutlaka zarar vermeye başlar.

Allah varlığın aşırı bir şekilde gözlenmesini ve incelenmesini istememektedir. Bir sınır olmalıdır yâni. İşte o sınır “mahremiyete kadar olan”dır. Her varlığın mahremiyet sınırı, onun doğal ve normâl olarak görülebilecek ve görüntülenebilecek olanı kadardır. İnsan, yaptığı gözlemde ve incelemede, varlıktaki bu mahrem nedeniyle varlığı ancak belli bir sınıra kadar gözleyebilir ve inceleyebilir. Zâten daha çıplak gözle ve basit bir bakışta bile bu mahremiyeti fark ederiz. Hiç-bir varlığı aynı-anda tüm yönleriyle ve boyutlarıyla görebilmemiz mümkün değildir. Yâni herhangi bir nesnenin, önünü-arkasını, altını-üstünü, sağını-solunu hep birlikte ve aynı-anda göremeyiz. Baktığımız yüzünü görebiliriz fakat aynı-zamanda ve aynı-anda arka yüzünü yada alt tarafını birlikte göremeyiz. Yâni biz varlığın tamâmını bir-anda göremeyiz. Mutlakâ göremediğimiz bir yüzü-yönü olur. Bu durum insana, “haddini bil, varlığı kuşatamazsın, sınırı aşma!” mesajını verir.

Evren de böyledir. Sürekli hareket eden ve döngü hâlinde olan bir yapıyı tam anlamıyla bilmemiz mümkün olmaz. Meselâ yıldızların gerçek yerinin neresi olduğu bilinemez. Çünkü gözüktüğü yer yıldızın bize uzaklığı oranındaki zaman kadar önceki yeridir. An îtibârıyla ise yıldızın gerçek yeri belli değildir. Baktığımız anda yıldızın gerçek yerinin neresi olduğunu bilemeyiz. Yine Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”ne göre bir elektronun hem hızını hem de yerini aynı-anda bilmek imkânsızdır.

Meselâ tıp, baş-ağrısını istediği kadar araştırsın ve açıklasın, baş-ağrısını onu çeken kadar bilemez, zîrâ baş-ağrısını yaşayan kadar bir bilgiye ulaşamaz. Zâten baş-ağrısının nedenini ve nasıl olduğunu açıklaması baş-ağrısı çekene fayda vermez. Zâten yaptığı açıklama baş-ağrısının ne olduğunu karşı tarafa tam yansıtamaz. Baş-ağrısının ne olduğu onu çeken tarafından bilinebilir ancak. Bir-çok şey ve belki de her-şey en iyi şekilde, ancak yaşayarak anlaşılıp bilinebilir. Zâten baş-ağrısının ne olduğu değil, baş-ağrısını geçirecek olan şey önemlidir o ağrıyı çeken kişi için. Yâni bilgi doğal hayatta çok da işe yaramaz. O hâlde eski insanları ayrıntılı bilgiye ulaşamadıkları için suçlamak anlamsızdır.

Kâinât süper anlamlı bir yapıdır. Bu, onun kompleksliğinde açıkça görülür. “İndirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta. Böyle bir âlemde her-şeyin en doğrusunu “sâdece Allah” bilir. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun temel parçacığı olan elektron bile “belirsizlik ilkesi” nedeniyle gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Aşırı incelemede, incelediğiniz şey “o” olmaktan çıkar. Artık varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz yada daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.

Bir kişi doğduğu günden bêri kapalı kaldığı penceresiz bir odada, yıllarca “kırmızı renk” ile ilgili araştırma yapsa, binlerce kitap okusa ve kırmızı renk ile ilgili bir-çok konuşma dinlese, yine de kırmızı rengi bizzat görmedikçe kırmızının ne olduğunu anlayamaz, bilemez. Aslında kırmızı renk hakkında hiç-bir şey öğrenmiş olmaz. Çünkü kırmızı rengin tam bilgisi, ona sâdece bakıvermekle edinilebilecek bir bilgidir. Yoksa kırmızı rengin frekansını ve dalga-boyunu bilmek “kırmızı rengi bilmek” anlamına gelmez.  

Yine meselâ hayâtında hiç limon görmemiş bir insan, limon ile ilgili bin tâne kitap okumuş olsa ve bin tâne de video izlemiş olsa, limonu görüp, dalından koparıp yalayan bir kişi kadar bilgiye ulaşamaz. Limonun kesin bilgisine, okumakla-araştırmakla değil, onun görmek, dokunmak ve tatmakla varılabilir. Araştırıp-incelemek ise o şeyin ne olduğunu söyleyemeyeceği gibi yanlış söyler. Artık limon hakkında çeşitli zan ve kuruntulara sâhip olunur. Limonu ve diğer varlıkları, gören ve tadan kişi zâten onun bilgisini tam anlamıyla bilmiş oluyor. O bilginin üzerine katılacak bir şey de yoktur, olamaz. Görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak, duyarak edinilen bilginin ötesinde bir bilgi yoktur. Daha ileri bilgi ve araştırma, insan zarar verecek şeyler ortaya çıkarır, çıkarabilir. Demek ki bilmek, yapmayla-yaşamayla olan bir şeydir. Çünkü bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Hiç-bir araştırma ve inceleme, araştırılan şeyin gerçek bilgisini veremez.  

Bilmek, araştırmakla değil, yapmakla, edip-eylemekle olur. İnsanın; görüp durduğu, duyup durduğu, tadıp durduğu, dokunup durduğu ve koklayıp durduğu şeyi araştırması çok anlamsızdır. Hiç gerek yoktur. İnsan ne kadar araştırırsa değil, ne kadar hayâtın içinde ise o kadar bilir. Amel-eylem ile bilmek gerçek bir bilmedir. Yaparak bilmek, bilmenin “sâdece bilgisi” değildir. Gerçek bilgi hem bilmek hem de yapmakla olur. Hele ki bu yapma Allah rızâsı içinse işte o zaman insan “âlim” olmuş olur. Yoksa âlim, bir köşede oturup da sürekli okuyup araştıran kişi değildir. Onlara “entelektüel” denir. Âlim olmak için bilme ile yapma birlikte olmalı yada bilme, yapmayla tamamlanıp kemâle ermelidir, yoksa entelektüel anlamda sonsuz bilgilerin içinde hiç-bir netliğe varamadan araştırma-inceleme içinde boğulup gidilir.

Allah’ın dediği âlim; okumayı, bilmeyi, düşünmeyi, amel ve eylemi birlikte yapanlardır. Allah’tan en çok korkanlar işte bunlardır. Yoksa köşesinde oturup duran entelektüelin hiç-bir şeyden korkusu yoktur. Zîrâ o gerçek bir bilmeye ulaşamamıştır. Bilmekten ziyâde bilmemekle uğraşmaktadır, çünkü aşırı araştırma o şeyi bilmekten ziyâde bilmemeye götürür. Zîrâ kâinâtın formatı bir şey ne ise o şekilde bilmeye uygundur. Bir şeyi aşırı inceleyip parçalayarak -bâzı mâlûmatlara ulaşılsa- da “bilme”ye ulaşılamaz.

İnsanın bir şeyi aşırı araştırıp incelemesi yâni o şeyi parçalaması aslında kendini parçalaması ve insan olmaktan çıkarmasıdır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek için araştırdığında yâni parçaladığında karşısına doğal olmayan şeyler çıkacaktır, çünkü parçalanan şeyin doğallığı bozulur. Bu durum insanın doğal olmayan bilgiyle karşılaşmasına ve her-şeyi buna göre yorumlamasına neden olacaktır ki, bu bilgi insanı da netsizliğe ve parçalanmaya götürür. Net yâni bütün olmayan şey “parça”dır ve parçalar. Modern insanın ürettiği bilim ve ortaya koyduğu teknoloji işte bu parçalanmış ve doğallığından ve normâlden yâni fıtrattan kopup parçalanmış doğal olmayan bilgiye dayanır. O yüzden de doğal olana, fıtrata, dîne, normâl olana ve Yaratıcı’ya düşmandır. Bu düşmanlıktan dolayı Allah’ı, dîni ve mâneviyatı hiç hesâba katmaz. Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmeyen modern insan, Dünyâ’yı küçük mutlu azınlık için madden iyi ama fıtraten kötü, Dünyâ’nın büyük çoğunluğu için ise hem madden hem de mânen kötü bir duruma getirmiştir. İnsanın bunu yapması, kendisini “Tanrı gibi” görmesinden dolayıdır. Kendisi de -hâşâ- Tanrı olunca, Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmemeyi hoş ve doğru görmektedir. Üstelik Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmeyi ilkellik, yobazlık ve hattâ teröristlik olarak kabûl etmektedir.

Kendisini Tanrı gibi gören ve Allah’tan kopuk aklını “kesin gerçeğe ulaşabilen cevher” zanneden modern insan, artık sûnî olan parçalanmış bilgiyi doğru, doğal ve kendinde bilgiyi ise ilkel görmektedir. Rûha ve fıtrata hitâp eden bilgiyi ilkel; nefsi kışkırtan ve şeytanı keyf içinde bırakan bilgiyi ise “hakîkat” olarak sunmaktadır. Modern insan artık şeytanın dayattığı parçalanmış nesnenin bilgisine tapmaktadır. Modern insan bu bilgiyi hakîkat olarak görür ve gösterirken, hakîkatin bilgisini ise “hurâfe” olarak göstermektedir. Fakat asıl hurâfe, parçalanmış nesnenin bilgisi ve bu bilgiden doğan ürünlerdir. Bu bağlamda teknoloji (teknik değil) modern çağın en büyük hurâfesidir.

Modern insan göz-önünde duran gerçeklik yerine, parçalanmış nesnelerin derininde duran şeyleri baz almaktadır. Hakîkati ters-yüz etmiştir ve böylece kendisi de ters-yüz olmuştur. Artık hakîkate göre değil, şeytana, nefse ve de tâğutlara göre düşünmekte ve edip-eylemektedir. Artık modern insan, doğal ve normâl olan hiç-bir şeyi parçalamadan doğru ve hakîkat olarak kabûl edememekte ve düşünememektedir. Bu nedenle de sürekli olarak parçalamayı derinleştirmektedir. Böylelikle maddenin özüne ulaşıp hakîkate varacağını zannetmektedir. Oysa maddenin özü, maddenin bütünlüğüdür. Bir şeyin özü, “Allah’ın yarattığı gibi” olandır. Parçalandığında o şeyin özüne inmiş olunmaz, o şey  “o” olmaktan çıkarılmış olur. Çünkü parçalandığında artık yeniden orijinâl hâline getirilip de o olmaz. Çünkü “bütün”, parçaların toplamından daha fazlasıdır. Orijinâl olanla tatmin bulamayanlar, sûnî olanı “orijinâl” zannederek kutsarlar.

Madde, sâdece maddesiyle varlık değildir tabi. Varlık, maddesi, kendine has enerjisi ve büyüsüyle maddedir. Modern insan maddeyi parçalayarak büyüsünü bozmakta ve varlığın bilgisini değiştirmek istemektedir. Zîrâ varlığın tamâmı Allah’ı hatırlatır ve Allah’sız modern insan bundan nefret etmektedir. Zîrâ kışkırtılmış nefsi bu hatırlatmaya dayanamamaktadır.

Büyüsü bozulmuş olan madde ve varlık modern insana farklı ve yanlış yâni doğala, normâle ve fıtrata uygun olmayan bir bilgi vermektedir. Parçalanmış bilgi parçalayıcı bilgi açığa çıkartmaktadır. Bu nedenle de modern bilgi parçalayıcı ve yıkıcıdır. Dünyâ’yı yakıp-yıkmalarının ve bunu normâl ve meşrû görmelerinin nedeni budur. Çünkü parçalandığında madde ile insan arasında bir fark kalmamakta, maddeyi parçaladıkları gibi insanı da parçalayabilmektedirler. Descartes madde ile rûhu ayırınca “büyünün bozulmasını” başlatmıştır. Oysa varlık ikisinin bütünlüğünde “büyülü” olur. Orijinâllik budur ve zâten ancak bu şekilde anlamlı ve Allah’lı olur. Dünyâ’nın büyüsünün bozulması, Allah’ın bildirdiğinden başkasını ve fazlasını bilmek isteğidir. Madde ve rûh ayrılınca bir şeyi bilme ile yapma da ayrılmıştır. Artık bir şeyi bilme “daha fazla ve aşırı bilme”ye dönüşmüştür. Sonuçta da bilme “yapma”dan daha önemli hâle gelmiştir. Böyle olunca da bilen ama yap(a)mayan insanlar doldurmuştur Dünyâ’yı.

Parçalamanın sonu yoktur ve madden parçalama bir yerden sonra “matematik ile parçalama” noktasına gelir. Atom-altı, matematik ile parçalanır. Matematik, madde üzerinde çalışır ve mânâyı ve rûhu yok sayar. O yüzden modern insan ruhsuzlaşmış, merhâmet ve vicdandan uzaklaşmıştır. Artık kendinden başkası onun umurunda bile değildir. Matematiksel parçalama, modern insan için parçalamayı meşrûlaştırmaktadır. Netîcede de sürekli olarak şeytânî hesaplamalarla uğraşır durur.

Doğal olanın bilgisi apaçıktır, zîrâ bilgisini apaçık olarak üzerinde taşır. İçinde pozitif olmayan ve aslında insana yakın-uzak vâdede zarar da verecek olan bir bilgi de vardır ama o bilginin açığa çıkmasına gerek yoktur ve zâten insanlar binlerce yıl boyunca bu bilgiden habersiz yaşamışlardır ve hayatları şimdiki gibi perişân olmamıştır. Çünkü doğallık, insanı yıkacak ve yıpratacak şeyleri açığa çıkarmaz. Bu aşırı bilginin olmayışı, klâsik insanın günümüze kadar gelmiş olan şaheserler yapmasını engellememiştir. Muhteşem sanat, düşünce ve kültürlerin gelişmesine engel olmamıştır.

İnsan doğal olanın dışına çıkınca “gizlilik” başlar ve araştırma isteği olur. Araştırdıkça o şey parçalanır ve doğal olmayan bilgiye ulaşılır. Zîrâ doğal olan, mevcut bütünlüğü ile doğaldır. Doğal olanı parçalamak onun doğallığını bozar. O hâlde aşırı araştırma ve inceleme o şeyi doğal olmaktan çıkarır. Doğal olmaktan çıkan şey ise doğal ve doğru bilgi vermez ve doğal olmayan bilgi de insana yakın-uzak vâdede mutlakâ zarar verir.

Aşırı merak şeytandandır. Şeytan insanda günah açığa çıkarmak için detaylar ortaya koyar ve merak oluşturur. Aşırı merak, bilinmesi ve yapılması gerekeni blôke edebilir. Doğal olanın bilgisine ulaşmak ve ondan pozitif anlamda yaralanabilmek için ise üzerinde düşünmek yeterlidir. Doğal olan üzerine düşünülünce îmâna ermek kolay olur. Îmâna erenlerin ise amele dönmeleri zor olmaz. “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” sözü, “îmân etmek ve sâlih amelde bulunmak”tan başka ulaşılacak bir şey olmadığının bilmektir.

Doğal bilgi doğal gücü açığa çıkarır, şeytânî bilgi ise şeytânî gücü. Doğal güç iyiliğe ve hayra dönükken, şeytânî bilgi ve güç kötülüğe ve şerre döktür. Şerre dönük, parçalanmışlıktan gelen bilginin ortaya koyduğu teknoloji (teknik değil) ancak yıkım getirmektedir. Oysa doğal bilginin ortaya koyduğu teknik de doğaldır ve zarar vermez.

Modern insan her-şeyi bilebileceğini ve hattâ bildiğini zannediyor. Bilim ve teknoloji ile doğaya ve insana hâkim olabileceğini zannediyor. Oysa depremler, seller, yangınlar vs. bir-anda ortaya çıkan şeyleri bilemediği için perişân olup durmaktadır. Böyle olmasına rağmen yine de doğayı kontrôl altına aldığını ve bilinmesi gereken her-şeyi bildiğini söyleyip duruyor. Bu büyük bir kibirdir.

Dünyâ’nın ve varlığın o kendine has gizemi hiç-bir zaman bozulmayacak ve Allah’ın bildirdiğinden başka ve fazla bilinemeyecektir. Fakat Allah’ın bildirdikleri de mutlakâ ve mutlakâ bilinmelidir. Allah’ın bildirdiklerini bilmek için ne yapılması gerekiyorsa gayret ve azimle yapılmalıdır.

Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz elbette. Fakat yaşayanlarla yaşamayanlar da bir olmaz. Bilenler bilmeyenlerden üstün olduğu gibi, yaşayanlar da yaşamayanlardan üstündür. Şu da var ki yaşayanlar, “bilenler”den de üstündür. Sanatta olduğu gibi ahlâkta da bilmek pek bir şey değildir, bütün iş “yapmak” ve yaşamaktadır.

İnsan, hayâtı ancak vahiy-merkezli gözlemlediğinde, düşündüğünde ve yaşadığında ancak kendine-has ve en doğru bir şekilde bilecektir. Bildiği ve yaptığı şeyin doğru olup-olmadığı, “îman edip sâlih amelde bulunup-bulunmamasıyla” ilgilidir. Çünkü bir tek “îman edenler ve sâlih amelde bulunanlar” hüsranda değildir. Zîrâ onlar Allah’ın bildirdiği kadar bilmekle ve bildiklerini amele-eyleme geçirmekle tatmin olurlar. O hâlde bilmek, “îman edip sâlih amel işlemek” demektir. İnsan için bu yeterlidir. Çünkü her zaman diyoruz ya:

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2020



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder