“Dediler ki: Sen
yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen,
her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
Gerçek
âlim olan Allah’tır. Hattâ Allah’tan başka âlim yoktur. Bu nedenle de bir şeyi
hakkıyla tam anlamıyla ve kesin olarak bilebilecek olan sâdece Allah’tır. Biz
ise ancak O’nun bildirdiği kadarını bilebiliriz. O’nun bildirmediğini yada
bilmemize imkân olmayan şeyleri ne kadar araştırıp incelersek-inceleyelim yine
de bilemeyiz. Bilemeyeceğimiz konularda bütün Dünyâ bir-araya gelse, yine de
bir adım bile yol alamayız. Çünkü bir şeyi araştırıp inceledikçe o şey “o”
olmaktan çıkacağı için onun bilmek daha da zorlaşacak ve sonunda da
imkânsızlaşacaktır. Meselâ içip durduğumuz suyu araştırıp bilmeye çalışmanın
bir anlamı yoktur. Suyun,
formül olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu
bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur. Suyun, formülünün H2O
(iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmek, “suyun ne olduğunu bilmek” değildir. Suyu zâten içip
duruyoruz ve içmekle ve kullanmakla suyu bilinebilecek en iyi şekilde bilmiş
oluyoruz.
İnsan,
görüp-durduğu bir varlığı kusursuz bir şekilde tanımlayamaz. İş bilgiye ve
anlamaya dönünce, en basit bir varlığın bile ne olduğu “sorun” hâline geliyor. Bir
varlığı çok fazla açıklamaya çalışınca o varlık başka bir şeye dönüyor. Aşırı
şekilde açıklanmaya çalışılan şey “o” olmaktan çıkıyor. İnsan bir varlık
hakkında; dokunarak, görerek ve yiyip-içerek edindiği bilgiyi, onu araştırarak
ve inceleyerek edinemez.
Epistemoloji,
belli bir noktadan sonra bir yere getirmez insanı. Şeytan modern insanı
epistemoloji ile oyalamaktadır. Çünkü bir şeyi aslında “araştırarak bilmek”
mümkün değildir. Bir şeyi bilmek; onu görmek, dokunmak, koklamak, duymak,
yiyip-içmek-tatmak vs. ile olur. Araştırma ve incelemeyle bir şey hakkında daha
ileri bir bilgiye ulaşılamaz. Gördüğümüz, dokunduğumuz ve ne olduğunu
bildiğimiz bir şeyi araştırdığımızda ve bilmeye çalıştığımızda o şeyi hiç-bir zaman
tam anlamıyla bilemeyeceğimiz için o şeyi bilmiş olmayız, tam-tersine bilememiş
oluruz.
Modern insan
bilmeye çalıştıkça câhilleşiyor. Her-şey “kesin” olmaktan çıkıyor. Çünkü bir
şey “ne ise odur” ve onu araştırmak yâni parçalamak, o şeyi “o” olmaktan çıkaracağı
için bilinen şey “o” olmaktan çıkmış oluyor. Çünkü aşırı araştırmayla parçalanan
şey “o” olmaktan çıkar. Bir şey bütünlüğünde ne ise, o şeyin en doğru bilgisi
odur. Bir şeyi araştırıp incelemek onu parçalamak ve “parçalarına ayırmak” demek
olacağı için onu araştırmak onu bilmeye değil bilmemeye götürür. “İlim bir
noktaydı câhiller onu çoğalttı” sözüne gelinir. Bir şey ne kadar araştırılıp
incelenirse o şey o kadar bilinemez. Bilinen şey o olmaz. Meselâ dediğimiz
gibi, suyun ne olduğunu herkes zâten bilir. Onu araştırıp da incelemenin ve
sonra da suyun,
formülünün H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. “Bakın
suyu araştırdık ve H2O
(iki hidrojen bir oksijen) olduğunu gördük” dediğinizde, karşıdaki kişi; “eee, ne yapalım yâni?” dediğinde ne
diyeceksiniz?. Zâten laboratuvarda iki hidrojen ve bir oksijen
birleştirildiğinde su oluşmuyor. Suyun oluşması için özel bir ortam ve durum
vardır ki insan bu ortamı ve durumu sağlayamaz.
Bir şeyi
araştırıp incelemek yarar yerine zarar verir. Şeytan ayrıntıda saklıdır ve
amacı, “Allah’ın yarattığı gibi olan her-şeyi değiştirmeyi ve varlığın pozitif
yönlerini örtüp negatif yönlerini açığa çıkartarak, insana doğal ve doğru olmayan
şeyleri yaptırmaktır” ki atom-bombası meselâ varlığı aşırı araştırmanın ve
değiştirmenin bir sonucudur. Bir şeyi Allah’ın yarattığından daha farklı bir
duruma çevirmenin bir hayrı yoktur ve yakın-uzak vâdede mutlakâ zarâra yol açar.
Allah orijinâl varlığın yapısının değiştirilmesini yasaklar, şeytan ise
tam-tersine, insanları kandırarak her-şeyi değiştirmelerini emreder:
“Allah, onu
lânetlemiştir. O da (şöyle) dedi: ‘Andolsun, senin kullarından miktarları
tesbit edilmiş bir grubu (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun-
şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin
olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın
yarattığını değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı
dost (velî) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 118-119).
Bir şeyi yazıya
geçirmek ise, o şeyin yaygınlaştırmasını sağlasa da o şeyi ifâde etmede ânında
bir eksiklik oluşturur. Yazmak, konuşmak gibi değildir yâni. Bu bağlamda video-konferanslar
bir şeyi ifâde etmede bir nebze daha etkili olabiliyor.
Bilen ve bilinmesi
gerek şey çoğaldıkça cehâlet de çoğalıyor ve bilmemek çoğalıyor. Aslında bir
şeyi bilmekle değil de bilememekle daha iyi idrâk edebiliriz. Hz. Ali; “Allah’ı
bilememekle bildim” der meselâ.
İnsan bir nesneyi
ve varlığı tüm yönlerden aynı-anda göremez. Bu yüzden de onu tam anlamıyla ve
hakkıyla bilemez. Bir şeyi tam olarak bilmenin yolu, o şeyi tüm boyutları ve
yönleriyle aynı-anda görmekle olur. Bir şeyin ön-yüzüne bakarken aynı-anda
arka-yüzünü göremediğimizden dolayı o şeyin tüm bilgisine aynı-anda erişemeyiz.
Bu bir şeyin bilgisine hiç-bir zaman hakkıyla erişilemeyeceği anlamına gelir. İnsan
bir şeyi aynı-anda tüm boyutları ve yönleriyle kuşatamayacağı için onu hakkıyla
bilemez.
Varlık,
“görünür olan”, “mevcut olan”, “vâr olan” anlamındadır. Varlık çok görünür-zâhir
olmasına rağmen aslında mahremiyet ile çevrelenmiştir. Yada varlık, mahremiyet
ile korunmaktadır. Öyle ki, aslında insanlar (ve tabî ki hayvanlar) varlığı,
tamâmını kuşatacak şekilde göremezler. Bu, basit olarak, “gözle görme”
anlamında da böyledir, “inceleyip araştırma” anlamında da böyledir. Bunun nedeni,
Yaratıcı’nın varlığa bir mahremiyet koymuş olmasından ve varlığı o mahremiyet
ile korumuş olmasındandır. Bu mahremiyetin delinmesini de istememektedir. Zîrâ
mahremiyetin delinmesi insana yakın-uzak vâdede mutlaka zarar vermeye başlar.
Allah
varlığın aşırı bir şekilde gözlenmesini ve incelenmesini istememektedir. Bir
sınır olmalıdır yâni. İşte o sınır “mahremiyete kadar olan”dır. Her varlığın
mahremiyet sınırı, onun doğal ve normâl olarak görülebilecek ve
görüntülenebilecek olanı kadardır. İnsan, yaptığı gözlemde ve incelemede,
varlıktaki bu mahrem nedeniyle varlığı ancak belli bir sınıra kadar
gözleyebilir ve inceleyebilir. Zâten daha çıplak gözle ve basit bir bakışta
bile bu mahremiyeti fark ederiz. Hiç-bir varlığı aynı-anda tüm yönleriyle ve
boyutlarıyla görebilmemiz mümkün değildir. Yâni herhangi bir nesnenin, önünü-arkasını,
altını-üstünü, sağını-solunu hep birlikte ve aynı-anda göremeyiz. Baktığımız
yüzünü görebiliriz fakat aynı-zamanda ve aynı-anda arka yüzünü yada alt tarafını
birlikte göremeyiz. Yâni biz varlığın tamâmını bir-anda göremeyiz. Mutlakâ
göremediğimiz bir yüzü-yönü olur. Bu durum insana, “haddini bil, varlığı
kuşatamazsın, sınırı aşma!” mesajını verir.
Evren de
böyledir. Sürekli hareket eden ve döngü hâlinde olan bir yapıyı tam anlamıyla
bilmemiz mümkün olmaz. Meselâ yıldızların gerçek yerinin neresi olduğu
bilinemez. Çünkü gözüktüğü yer yıldızın bize uzaklığı oranındaki zaman kadar
önceki yeridir. An îtibârıyla ise yıldızın gerçek yeri belli değildir. Baktığımız
anda yıldızın gerçek yerinin neresi olduğunu bilemeyiz. Yine Heisenberg’in
“Belirsizlik İlkesi”ne göre bir elektronun hem hızını hem de yerini aynı-anda
bilmek imkânsızdır.
Meselâ tıp, baş-ağrısını
istediği kadar araştırsın ve açıklasın, baş-ağrısını onu çeken kadar bilemez,
zîrâ baş-ağrısını yaşayan kadar bir bilgiye ulaşamaz. Zâten baş-ağrısının nedenini
ve nasıl olduğunu açıklaması baş-ağrısı çekene fayda vermez. Zâten yaptığı
açıklama baş-ağrısının ne olduğunu karşı tarafa tam yansıtamaz. Baş-ağrısının
ne olduğu onu çeken tarafından bilinebilir ancak. Bir-çok şey ve belki de
her-şey en iyi şekilde, ancak yaşayarak anlaşılıp bilinebilir. Zâten baş-ağrısının
ne olduğu değil, baş-ağrısını geçirecek olan şey önemlidir o ağrıyı çeken kişi
için. Yâni bilgi doğal hayatta çok da işe yaramaz. O hâlde eski insanları ayrıntılı
bilgiye ulaşamadıkları için suçlamak anlamsızdır.
Kâinât süper anlamlı bir
yapıdır. Bu, onun kompleksliğinde açıkça görülür. “İndirgenemez komplekslik”te
olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta. Böyle bir âlemde her-şeyin en doğrusunu
“sâdece Allah” bilir. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom
sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun
temel parçacığı olan elektron bile “belirsizlik ilkesi” nedeniyle
gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz.
“Mary’nin Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için
kesin-bilgiye ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark
etmez. Zâten araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Aşırı
incelemede, incelediğiniz şey “o” olmaktan çıkar. Artık varsayımları inceliyorsunuzdur
ve bulduğunuz yada daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara
“teori” diyorsunuzdur.
Bir kişi doğduğu
günden bêri kapalı kaldığı penceresiz bir odada, yıllarca “kırmızı renk” ile
ilgili araştırma yapsa, binlerce kitap okusa ve kırmızı renk ile ilgili bir-çok
konuşma dinlese, yine de kırmızı rengi bizzat görmedikçe kırmızının ne olduğunu
anlayamaz, bilemez. Aslında kırmızı renk hakkında hiç-bir şey öğrenmiş olmaz.
Çünkü kırmızı rengin tam bilgisi, ona sâdece bakıvermekle edinilebilecek bir
bilgidir. Yoksa kırmızı rengin frekansını ve dalga-boyunu bilmek “kırmızı rengi
bilmek” anlamına gelmez.
Yine meselâ hayâtında
hiç limon görmemiş bir insan, limon ile ilgili bin tâne kitap okumuş olsa ve
bin tâne de video izlemiş olsa, limonu görüp, dalından koparıp yalayan bir kişi
kadar bilgiye ulaşamaz. Limonun kesin bilgisine, okumakla-araştırmakla değil,
onun görmek, dokunmak ve tatmakla varılabilir. Araştırıp-incelemek ise o şeyin
ne olduğunu söyleyemeyeceği gibi yanlış söyler. Artık limon hakkında çeşitli
zan ve kuruntulara sâhip olunur. Limonu ve diğer varlıkları, gören ve tadan
kişi zâten onun bilgisini tam anlamıyla bilmiş oluyor. O bilginin üzerine
katılacak bir şey de yoktur, olamaz. Görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak,
duyarak edinilen bilginin ötesinde bir bilgi yoktur. Daha ileri bilgi ve
araştırma, insan zarar verecek şeyler ortaya çıkarır, çıkarabilir. Demek ki
bilmek, yapmayla-yaşamayla olan bir şeydir. Çünkü bir şeyin bilgisi o şeyin
kendisi değildir. Hiç-bir araştırma ve inceleme, araştırılan şeyin gerçek
bilgisini veremez.
Bilmek, araştırmakla
değil, yapmakla, edip-eylemekle olur. İnsanın; görüp durduğu, duyup durduğu,
tadıp durduğu, dokunup durduğu ve koklayıp durduğu şeyi araştırması çok
anlamsızdır. Hiç gerek yoktur. İnsan ne kadar araştırırsa değil, ne kadar
hayâtın içinde ise o kadar bilir. Amel-eylem ile bilmek gerçek bir bilmedir. Yaparak
bilmek, bilmenin “sâdece bilgisi” değildir. Gerçek bilgi hem bilmek hem de
yapmakla olur. Hele ki bu yapma Allah rızâsı içinse işte o zaman insan “âlim”
olmuş olur. Yoksa âlim, bir köşede oturup da sürekli okuyup araştıran kişi değildir.
Onlara “entelektüel” denir. Âlim olmak için bilme ile yapma birlikte olmalı
yada bilme, yapmayla tamamlanıp kemâle ermelidir, yoksa entelektüel anlamda sonsuz
bilgilerin içinde hiç-bir netliğe varamadan araştırma-inceleme içinde boğulup
gidilir.
Allah’ın dediği
âlim; okumayı, bilmeyi, düşünmeyi, amel ve eylemi birlikte yapanlardır. Allah’tan
en çok korkanlar işte bunlardır. Yoksa köşesinde oturup duran entelektüelin hiç-bir
şeyden korkusu yoktur. Zîrâ o gerçek bir bilmeye ulaşamamıştır. Bilmekten ziyâde
bilmemekle uğraşmaktadır, çünkü aşırı araştırma o şeyi bilmekten ziyâde bilmemeye
götürür. Zîrâ kâinâtın formatı bir şey ne ise o şekilde bilmeye uygundur. Bir
şeyi aşırı inceleyip parçalayarak -bâzı mâlûmatlara ulaşılsa- da “bilme”ye ulaşılamaz.
İnsanın bir şeyi
aşırı araştırıp incelemesi yâni o şeyi parçalaması aslında kendini parçalaması
ve insan olmaktan çıkarmasıdır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek için araştırdığında
yâni parçaladığında karşısına doğal olmayan şeyler çıkacaktır, çünkü parçalanan
şeyin doğallığı bozulur. Bu durum insanın doğal olmayan bilgiyle karşılaşmasına
ve her-şeyi buna göre yorumlamasına neden olacaktır ki, bu bilgi insanı da netsizliğe
ve parçalanmaya götürür. Net yâni bütün olmayan şey “parça”dır ve parçalar. Modern
insanın ürettiği bilim ve ortaya koyduğu teknoloji işte bu parçalanmış ve
doğallığından ve normâlden yâni fıtrattan kopup parçalanmış doğal olmayan bilgiye
dayanır. O yüzden de doğal olana, fıtrata, dîne, normâl olana ve Yaratıcı’ya
düşmandır. Bu düşmanlıktan dolayı Allah’ı, dîni ve mâneviyatı hiç hesâba
katmaz. Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmeyen modern insan, Dünyâ’yı küçük
mutlu azınlık için madden iyi ama fıtraten kötü, Dünyâ’nın büyük çoğunluğu için
ise hem madden hem de mânen kötü bir duruma getirmiştir. İnsanın bunu yapması,
kendisini “Tanrı gibi” görmesinden dolayıdır. Kendisi de -hâşâ- Tanrı olunca,
Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmemeyi hoş ve doğru görmektedir. Üstelik
Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmeyi ilkellik, yobazlık ve hattâ teröristlik
olarak kabûl etmektedir.
Kendisini Tanrı gibi
gören ve Allah’tan kopuk aklını “kesin gerçeğe ulaşabilen cevher” zanneden
modern insan, artık sûnî olan parçalanmış bilgiyi doğru, doğal ve kendinde
bilgiyi ise ilkel görmektedir. Rûha ve fıtrata hitâp eden bilgiyi ilkel; nefsi
kışkırtan ve şeytanı keyf içinde bırakan bilgiyi ise “hakîkat” olarak
sunmaktadır. Modern insan artık şeytanın dayattığı parçalanmış nesnenin bilgisine
tapmaktadır. Modern insan bu bilgiyi hakîkat olarak görür ve gösterirken, hakîkatin
bilgisini ise “hurâfe” olarak göstermektedir. Fakat asıl hurâfe, parçalanmış
nesnenin bilgisi ve bu bilgiden doğan ürünlerdir. Bu bağlamda teknoloji (teknik
değil) modern çağın en büyük hurâfesidir.
Modern insan
göz-önünde duran gerçeklik yerine, parçalanmış nesnelerin derininde duran
şeyleri baz almaktadır. Hakîkati ters-yüz etmiştir ve böylece kendisi de
ters-yüz olmuştur. Artık hakîkate göre değil, şeytana, nefse ve de tâğutlara
göre düşünmekte ve edip-eylemektedir. Artık modern insan, doğal ve normâl olan
hiç-bir şeyi parçalamadan doğru ve hakîkat olarak kabûl edememekte ve
düşünememektedir. Bu nedenle de sürekli olarak parçalamayı derinleştirmektedir.
Böylelikle maddenin özüne ulaşıp hakîkate varacağını zannetmektedir. Oysa
maddenin özü, maddenin bütünlüğüdür. Bir şeyin özü, “Allah’ın yarattığı gibi”
olandır. Parçalandığında o şeyin özüne inmiş olunmaz, o şey “o” olmaktan çıkarılmış olur. Çünkü parçalandığında
artık yeniden orijinâl hâline getirilip de o olmaz. Çünkü “bütün”, parçaların
toplamından daha fazlasıdır. Orijinâl olanla tatmin bulamayanlar, sûnî olanı “orijinâl”
zannederek kutsarlar.
Madde, sâdece
maddesiyle varlık değildir tabi. Varlık, maddesi, kendine has enerjisi ve büyüsüyle
maddedir. Modern insan maddeyi parçalayarak büyüsünü bozmakta ve varlığın bilgisini
değiştirmek istemektedir. Zîrâ varlığın tamâmı Allah’ı hatırlatır ve Allah’sız
modern insan bundan nefret etmektedir. Zîrâ kışkırtılmış nefsi bu hatırlatmaya
dayanamamaktadır.
Büyüsü bozulmuş
olan madde ve varlık modern insana farklı ve yanlış yâni doğala, normâle ve
fıtrata uygun olmayan bir bilgi vermektedir. Parçalanmış bilgi parçalayıcı
bilgi açığa çıkartmaktadır. Bu nedenle de modern bilgi parçalayıcı ve
yıkıcıdır. Dünyâ’yı yakıp-yıkmalarının ve bunu normâl ve meşrû görmelerinin
nedeni budur. Çünkü parçalandığında madde ile insan arasında bir fark
kalmamakta, maddeyi parçaladıkları gibi insanı da parçalayabilmektedirler. Descartes
madde ile rûhu ayırınca “büyünün bozulmasını” başlatmıştır. Oysa varlık
ikisinin bütünlüğünde “büyülü” olur. Orijinâllik budur ve zâten ancak bu
şekilde anlamlı ve Allah’lı olur. Dünyâ’nın büyüsünün bozulması, Allah’ın
bildirdiğinden başkasını ve fazlasını bilmek isteğidir. Madde ve rûh ayrılınca
bir şeyi bilme ile yapma da ayrılmıştır. Artık bir şeyi bilme “daha fazla ve
aşırı bilme”ye dönüşmüştür. Sonuçta da bilme “yapma”dan daha önemli hâle
gelmiştir. Böyle olunca da bilen ama yap(a)mayan insanlar doldurmuştur Dünyâ’yı.
Parçalamanın sonu
yoktur ve madden parçalama bir yerden sonra “matematik ile parçalama” noktasına
gelir. Atom-altı, matematik ile parçalanır. Matematik, madde üzerinde çalışır
ve mânâyı ve rûhu yok sayar. O yüzden modern insan ruhsuzlaşmış, merhâmet ve
vicdandan uzaklaşmıştır. Artık kendinden başkası onun umurunda bile değildir.
Matematiksel parçalama, modern insan için parçalamayı meşrûlaştırmaktadır. Netîcede
de sürekli olarak şeytânî hesaplamalarla uğraşır durur.
Doğal olanın
bilgisi apaçıktır, zîrâ bilgisini apaçık olarak üzerinde taşır. İçinde pozitif
olmayan ve aslında insana yakın-uzak vâdede zarar da verecek olan bir bilgi de
vardır ama o bilginin açığa çıkmasına gerek yoktur ve zâten insanlar binlerce yıl
boyunca bu bilgiden habersiz yaşamışlardır ve hayatları şimdiki gibi perişân
olmamıştır. Çünkü doğallık, insanı yıkacak ve yıpratacak şeyleri açığa
çıkarmaz. Bu aşırı bilginin olmayışı, klâsik insanın günümüze kadar gelmiş olan
şaheserler yapmasını engellememiştir. Muhteşem sanat, düşünce ve kültürlerin gelişmesine
engel olmamıştır.
İnsan doğal olanın
dışına çıkınca “gizlilik” başlar ve araştırma isteği olur. Araştırdıkça o şey
parçalanır ve doğal olmayan bilgiye ulaşılır. Zîrâ doğal olan, mevcut bütünlüğü
ile doğaldır. Doğal olanı parçalamak onun doğallığını bozar. O hâlde aşırı
araştırma ve inceleme o şeyi doğal olmaktan çıkarır. Doğal olmaktan çıkan şey ise
doğal ve doğru bilgi vermez ve doğal olmayan bilgi de insana yakın-uzak vâdede
mutlakâ zarar verir.
Aşırı merak
şeytandandır. Şeytan insanda günah açığa çıkarmak için detaylar ortaya koyar ve
merak oluşturur. Aşırı merak, bilinmesi ve yapılması gerekeni blôke edebilir. Doğal
olanın bilgisine ulaşmak ve ondan pozitif anlamda yaralanabilmek için ise üzerinde
düşünmek yeterlidir. Doğal olan üzerine düşünülünce îmâna ermek kolay olur.
Îmâna erenlerin ise amele dönmeleri zor olmaz. “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz”
sözü, “îmân etmek ve sâlih amelde bulunmak”tan başka ulaşılacak bir şey olmadığının
bilmektir.
Doğal bilgi doğal
gücü açığa çıkarır, şeytânî bilgi ise şeytânî gücü. Doğal güç iyiliğe ve hayra
dönükken, şeytânî bilgi ve güç kötülüğe ve şerre döktür. Şerre dönük,
parçalanmışlıktan gelen bilginin ortaya koyduğu teknoloji (teknik değil) ancak
yıkım getirmektedir. Oysa doğal bilginin ortaya koyduğu teknik de doğaldır ve
zarar vermez.
Modern insan
her-şeyi bilebileceğini ve hattâ bildiğini zannediyor. Bilim ve teknoloji ile
doğaya ve insana hâkim olabileceğini zannediyor. Oysa depremler, seller, yangınlar
vs. bir-anda ortaya çıkan şeyleri bilemediği için perişân olup durmaktadır.
Böyle olmasına rağmen yine de doğayı kontrôl altına aldığını ve bilinmesi gereken
her-şeyi bildiğini söyleyip duruyor. Bu büyük bir kibirdir.
Dünyâ’nın ve
varlığın o kendine has gizemi hiç-bir zaman bozulmayacak ve Allah’ın
bildirdiğinden başka ve fazla bilinemeyecektir. Fakat Allah’ın bildirdikleri de
mutlakâ ve mutlakâ bilinmelidir. Allah’ın bildirdiklerini bilmek için ne
yapılması gerekiyorsa gayret ve azimle yapılmalıdır.
Bilenlerle
bilmeyenler bir olmaz elbette. Fakat yaşayanlarla yaşamayanlar da bir olmaz.
Bilenler bilmeyenlerden üstün olduğu gibi, yaşayanlar da yaşamayanlardan üstündür.
Şu da var ki yaşayanlar, “bilenler”den de üstündür. Sanatta olduğu gibi ahlâkta
da bilmek pek bir şey değildir, bütün iş “yapmak” ve yaşamaktadır.
İnsan, hayâtı
ancak vahiy-merkezli gözlemlediğinde, düşündüğünde ve yaşadığında ancak
kendine-has ve en doğru bir şekilde bilecektir. Bildiği ve yaptığı şeyin doğru
olup-olmadığı, “îman edip sâlih amelde bulunup-bulunmamasıyla” ilgilidir. Çünkü
bir tek “îman edenler ve sâlih amelde bulunanlar” hüsranda değildir. Zîrâ onlar
Allah’ın bildirdiği kadar bilmekle ve bildiklerini amele-eyleme geçirmekle
tatmin olurlar. O hâlde bilmek, “îman edip sâlih amel işlemek” demektir. İnsan
için bu yeterlidir. Çünkü her zaman diyoruz ya:
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder