“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Târihselcilik, “Kur’ân’ın
bir bölümüne (Mekke) inanıp bir bölümünü (Medîne) ise târihte bırakmak”
demektir ki aslında bu, Kur’ân’daki çoğu âyeti “tınlamamak” anlamına gelir.
Zâten târihselciler çoğunlukla Medenî âyetlerden oluşan bu âyetlere “ölü
âyetler” demektedirler.
Târihselcilik, “Kur’ân’ın
belli bir târihî dönemde indiği, o târihe hitâp ettiği, indiği zamâna uygun bir
metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin tamâmının tüm zamanlar
ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece ahlâkî yada Mekkî
sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin -ki özellikle
Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği târihle ve Mekke
ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl önceki hükümlerin
çağımızda bir uygulama alanı olmadığından dolayı artık nesh olduğu ve
geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve söylemektir. Buna göre Kur’ân’ın
hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup anlaşılacak ve sâdece mânâsı
(lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma tâbi tutulup günümüze
taşınabilecektir. Fakat târihselcilere göre bu, çoğu âyet için geçerli değildir
ve buna lüzum ve gerek de yoktur.
Bu düşünce modern bir
düşüncedir. Zâten modernitenin ağır baskısı ve kuşatması altında savunmacı
(apolejetik) bir düşünce olarak gelişmiştir. Bu görüşü savunanlar, batı’dan ve
moderniteden, müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler ve -hâşâ-
Allah’ı böyle bir metin indirerek “başımızı belâya soktuğu için” ve batı
karşısında ezik duruma soktuğu için kınayacaklardır.
Bu süreç, hristiyan batı’nın,
dinden kopması ve protestanlaşması, lâikleşmesi, demokratikleşmesi ve nihâyet
de kapitâlist-liberâl-beşerî politikaları dinleştirerek, dîni kâlplere ve
vicdanlara hapsetmesi sürecidir. Batı’nın peşinden adım-adım gidiliyor ve
modern müslümanlar da buna çanak tutuyor:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Ebu
Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine
kulacı-kulacına, arşını-arşınına ve karışı-karışına muhakkak tıpa-tıp
uyacaksınız. Hattâ onlar, daracık bir keler deliğine girseler, oraya siz de
gireceksiniz”. Oradakiler, “Ey Allah’ın Resûlü!. (Onlar) yahudiler ve
hristiyanlar mı?” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bunlar değilse kimler
olur?” buyurdular” (Kütüb-ü Sitte 7162).
Müslümanların
dînî çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine,
yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın
üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. İslâm
ve Kur’ân, modern-bilimin nesnesi hâline de getiriliyor. İslâm ve Kur’ân, “şeytanın-tâğutların
sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay verme dîni” değildir.
O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini kültürünü düşüncesini vs. kurar. Onun bir
devlet-medeniyet potansiyeli ve projesi vardır ve bu medeniyet potansiyeli ve
projesi yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini,
Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi, mühürdârı hâline getirmek ağır bir
şerefsizliktir. Eğer bu şeytânî paradigmaya karşı İslâmî bir paradigma
geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız çeklin ve
defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, sünneti maskaraya çevirmeyin.
Onu şamar-oğlanı yapmayın.
İslâm
hayattan koparılıp sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getirildi. İslâm
salt bir inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü
olan, bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet projesidir. Hem de bu,
adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir
sistem değildir modern paradigma gibi. Fakat modern zamanlarda bu düşünce
tersine çevrilmiştir. Bassam Tibi, “bir müslümanın iyi müslüman mı, kötü müslüman
mı olduğunu soran Amerikalı bir komutana, ‘iyi müslümanı’ şu şekilde anlatmış:
“Karşına aldığın bir müslüman’a “İslâm nedir” diye sorduğunda eğer ‘İslâm bir
inanç sistemidir’ diyorsa iyi bir müslüman’dır. Yok eğer İslâm bir ‘yönetim
sistemidir’ diyorsa o İslâmcıdır, dolayısıyla zararlıdır”.
İşte
durum bu noktaya kadar gelmiştir. Batı’yı ve batı paradigmasını memnûn etmek
için söylenen şerefsizce bir sözdür bu. “Paradigmanın kulu-kölesi, hattâ
iti-köpeği olmak” budur işte!.
Peygamberimiz “güzel
örnekliği” tüm Kur’ân için yaptığından dolayı, Kur’ân’ın hiç-bir âyeti târihte
bırakılamayacak ve Peygamber’in örnekliği hem mânâ hem de maksadı da
içerdiğinden dolayı, “sâdece maksadı güne taşımak” düşüncesi boşa çıkacaktır.
Târihselciliği ortaya
çıkaran şey modernizmdir. Bu bakımdan târihselcilik sözde meşrûiyetini de
moderniteden almaktadır. Bu bağlamda Ömer Özsoy şunları söyler:
“Müslümanlar
verili durumla Kur’ân’ın hitâbı arasındaki örtüşmezliği ancak moderniteyle
birlikte, şimdiki kadar net teşhis edebilmişlerdir. Kur’ân’ın verili durumunun
sorunları, çağdaş müslümanın sorunlarından farklıdır. O hâlde Kur’ân’dan modern
durumun sorunlarına yönelik çözümleri nasıl çıkarabiliriz?. Ayrışma noktası
işte bu soruya verilen cevaplarda belirmektedir”.
Görüldüğü gibi
târihselciler, velînîmetleri olan moderniteye, İslâm’ın târihsel olduğu ve
âyetlerinin çok büyük bir bölümünün artık nesh olduğu yâni geçerliliğini
kaybettiği için târihte kalması gerektiğini öğrettiği için şükranlarını sunacak
ve sonsuz teşekkürler edecek noktaya gelmişlerdir. Oysa Kur’ân, tüm âyetleriyle
tüm zamanları ve mekânları aydınlatmak için geldiğini haykırmaktadır:
“Elif. Lam. Mim. O kitap
(Kur’ân); Onda aslâ şüphe yoktur. O, muttakîler için yol göstericidir” (Bakara 1-2).
“O, âlemler için yalnızca
bir öğüt ve hatırlatmadır” (Yusûf
104).
Âyetteki “âlemin” lâfzından,
“bütün insanlık ve top-yekün varlık âlemi” anlaşılmaktadır. Buna göre Kur’ân,
sâdece insanlara değil, bütün varlıklara; ins, cin ve melek gibi yaratıklara da
mesajdır.
“Âlemlere uyarıcı olsun
diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).
“Biz seni âlemler için
yalnızca bir rahmet olarak gönderdik”
(Enbiyâ 107).
“De ki: Şâhidlik
bakımından hangi şey daha büyüktür?. De ki: Allah benimle aranızda şâhiddir.
Sizi -ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahyedildi.
Gerçekten Allah’la berâber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şâhidlik
ediyorsunuz?. De ki: Ben şehâdet etmem. De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır ve
gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım” (En-âm 19).
“O (Kur’ân), âlemler için
yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir” (Sâd 87).
Kur’ân’ın hiç-bir âyetinde
şüphe yoktur ve tüm zamanlardaki müttakîlere yol gösterir. Ne gariptir ki, Kur’ân
kendisinde hiç-bir şüphe olmadığını söyleyip dururken, târihselciler onun
çelişkilerle dolu bir Kitap olduğunu söyleyip durmaktadırlar.
Bir müslümanın vahyi târihe
gömmesi ve hapsetmesi olacak şey değildir. Târihselciler, “maksat-merkezli
mesajı günümüze taşımaktır gâye” diyorlar. Fakat bu yolda neyi merkeze
aldıkları tartışma konusudur. Bu taşımayı mevcut zamâna göre yâni seküler moderniteye
göre yapmak, vahyi ve İslâm’ı mutlakâ tahrife yol açacaktır ve açmaktadır da.
Zîrâ bu, Peygamber örnekliğini blôke etmektedir. Oysa sünnet-merkezli bir uygulama-taşıma
metoduna başvurmak “doğru” olandır ki işte o zaman Peygamber tüm Kur’ân’ın
örnekliğin yapmış olur. Aksi-hâlde Peygamber’e, tüm Kur’ân’ın güzel örnekliğini
yapmadığı iftirâsı atılmak zorunda kalınacaktır.
Târihselciler vahyi 1.400
yıl öncesine hapsediyorlar. Fakat Kur’ân 1.400 yıl öncesini “karanlık” olarak
söylüyor ve kendisinin, insanları “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için”
geldiğini söylüyor:
“O’dur ki, sizi
karanlıklardan nûra çıkarmak için size rahmet etmekte; melekleri de (size duâ
etmektedir). O, mü’minleri çok esirgeyicidir” (Ahzâb 43).
Kur’ân 1.400 yıl önceki “klâsik
putperestleri” karanlıklardan aydınlığa nasıl çıkardıysa, şimdi de “modern
putperestleri” karanlıklardan aydınlığa çıkarabilecek tek Kitap’tır.
Târihselciler, “âyetin
kendisi kaldırılmıyor ama uygulaması kaldırılıyor” diyorlar. İyi de âyet zâten
uygulandığında vardır, uygulanmayan âyet ne işe yarar ki?. Olsa ne olur olmasa
ne olur?. Modern zamanlara yâni 200-250 yıl öncesine kadar gelene kadar “uygulanabilir”
olan âyetler, sıra küresel bir sapma olan moderniteye gelince “artık uygulanamayacağı”
söyleniyor. Mustafa İslamoğlu; “târihsellik, ‘Allah ve Kur’ân söyleyeceğini
söyledi, Peygamber de yapacağını yaptı, şimdi sıra bizde’ anlamına gelir” der.
Kur’ân’ın çağa uymayan
âyetlerini târihe ve o zamanki insanlara has kılmak, böylece “modern
eleştiriden” kurtulmak çabası İslâmî değildir. İslâmî olan şey, Kur’ân’ı çağa
uydurmak değil, çağı, gerekirse altını üstüne getirerek İslâm’a uydurmaya
çalışmaktır.
Kur’ân, Allah Rêsûlü’nün “güzel
örneklik” ile (Ahzâb 21) evrenselliğine işâret ettiği gibi, bizzat kendileri de
bu evrensel boyut üzerinde durmuşlardır. Nitekim Resûlullah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
“Her peygamber sâdece kendi
kavmine münhasır olarak gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlığa peygamber
olarak gönderildim” (Buhârî, Salât, 65; Nesâî Gusül, 26).
“Ben kırmızı ve siyah bütün
insanlık için elçi olarak gönderildim” (Müslim, Mesâcid, 3; Dârimi,Siyer, 26).
Kur’ân’ın sâdece bâzı âyetleri
değil, tamâmı tüm zamanlar, mekânlar ve tüm insanlar içindir. Fakat âyetler,
şartlar oluştukça hüküm-fermâ olur. Vahyin her âyeti tüm zamanlarda ve tüm
mekânlarda uygulanması gerekmeyebilir ama ilmî değerlendirme bâkîdir.
Kurân’daki “ey insanlar!”
lafzı kıyâmete kadar yaşayacak olan tüm insanları yâni tüm zamanlardaki ve
mekânlardaki insanları kapsar.
Târihselcilikte ibâdetlerin de aşırı yoruma tâbi
tutularak ve târihselliğe hapsedilerek târihte bırakmak düşüncesi vardır.
Zekeriya Pak bu konuda şunları söyler:
“Târihselci düşünceye
göre, toplumsal
ve kültürel değişimin sürekliliği bu sonuca varmayı
zorunlu kılar.
Çünkü, ilk
Peygamber’den son Peygamber’e kadar bütün elçiler aracılığıyla
Allah’ın insanlığa sunduğu ‘din’ değişmezken, dînin müesses hâlini ifade eden ‘şeriat’
her bir peygamber
döneminde, o dönemin kendi târihi şartIarı doğrultusunda
değişkenlik arz
edebilmektedir. Şu-hâlde peygamberlerin getirdiği
mesajların bir ‘değişmeyen’
boyutu, bir de ‘değişebilir’
özellik taşıyan
boyutu bulunmaktadır.
Değişebilir kısımların değişkenliğini ‘târihsel şartlar’ belirlemektedir. Târihsel
değişim ise süreklidir. Hz. Peygamber’in getirdiği şeriat da, Kur’ân’ın nüzûl
döneminin târihsel şartları içerisinde şekillenmiştir. Bu sebeple zamanın değişimiyle
değişebilecektir.
Öyleyse
yapılacak iş, Kur’ân’ın değişmeyen ve evrensel ‘din’ boyutu çerçevesinde,
değişebilir olan ‘şeriat’ kısmını farklı târihsellikler ortamında yeniden üretmektir.
Dolayısıyla, yorumcuya düşen görev ‘hükümlerin vâzediliş esprisini kavramak ve
Allah gibi yeni hükümler koymak’ olacaktır. İlhami Güler’in şu tespiti bu
konudaki fikri çerçeveyi özetler mahiyettedir:
‘Şeriatların
değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için
veren nihâi, ebedî ve evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal
yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına
bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubûdiyet) Din’dir;
fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat’tır. Mirâsı adil bir
şekilde paylaştırmak Din’dir. Fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı
şeriat’tır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinânın kötü (ahlâksızlık) olarak
nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezâlandırılması gerektiği Din’dir; fakat
bu suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriat'tır. Sosyâl ve siyâsi ahlâk
Din’dir; fakat sosyâl ve siyâsi kurumlaşmalar şeriat’tır. O hâlde, Din
sâbittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir’.
Mesela Kur’ân, ‘Kısasta
sizin için hayat vardır’
(Bakara 179) derken,
buradaki ‘siz’ biz değiliz, 7. yüzyıl
Arabıdır.
Burada Kur’ân’ın
‘ne dediği’
târihseldir ve
nüzûl dönemi toplumunu göz-önünde bulundurduğumuzda, gerçekten kısasta
hayat vardır.
Bugün, bu âyetin
bize ‘ne demek istediği’ önemlidir. Yine bugün, kasten adam
öldürmeye verilecek ve mevcut toplumsal yapı içinde ‘hayat’ değerini
taşıyacak cezâlandırma alternatiflerinden biri de belki kısas olabilir; ancak bunlardan
hangisinin toplum için hayat değerini taşıyacağının
tespitinde,
Kur’’an’ın genel maksatları çerçevesinde bu günün şartları
belirleyici
olacaktır.
Kur’ân’ın
tüm ‘dedikleri’nin, târihsel bağlamın değişimiyle birlikte ‘demek
istedikleri’ne dönüştürülmesi gerektiği ilkesi, târihselci yorum anlayışının
temel hareket noktasıdır. Ancak evrensel din açısından bâzı değişmezlerin de,
değişebilir olanlara temel ve hareket noktası teşkil etmesi açısından tespit
edilmesi gerekmektedir.
Meselâ nikâhta aranan şartların,
nikâhı zinâdan ayırt
etmek için arandığını,
mîrastaki payların,
vârislerin ölüye yakınlığı
ile bağlantılı
olduğunu, kadının boşanma veyâ kocasının ölümü nedeniyle iddet beklemesinin
neslin karışmaması için bir önlem olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak bu bilgimiz
bunlar üzerine kıyas yapmaya ve bunlarda herhangi bir değişikliğe
gitmeye yeterli değildir.
Meselâ, başka
şeyler nikâhın zinâdan
ayrılmasını sağlayabiliyorsa, söz-konusu şartlar
gerekli
olmayabilir veyâ rahmin temiz olduğu başka yollarla tespit edilebiliyorsa iddet
beklemenin bir anlamı olmaz, şeklinde yorumlara gitmek doğru
olmaz.
Kur’an’daki tüm emir ve yasaklar,
nüzûl döneminin târihsel şartları içerisinde değerlendirildiğinde,
‘Kur’ân’daki
yasama ile ilgili ayetlerin Arap toplumunun örfü ve tatbikâta ilişkin
kuralları ile bağlantısı
içinde doğuşu’
gibi, ibâdetlerin nitelik ve niceliklerini belirleyen târihsel veriler yakalanabilir
ve onlar farklı sosyâl ortamlarda yeni formatlara dönüştürülebilir. Târihselci
yöntem buna rahatlıkla kapı aralamaktadır.
Namazdaki kıraat
unsurunda ısrâr
etmek, günümüz târihselliğini dikkate almadan nüzûl dönemi târihselliğini
bu güne taşıma
anlamına gelmektedir.
Târihselci anlayışa göre namazda Kur’ân okuma zorunluluğu
kendi târihsel bağlamında
anlamlı olmakla
birlikte günümüz târihselliğinde pek fazla bir anlam ifâde etmemelidir”.
Târihselcilik,
vahyi târihe hapsedip, modern târihi dinleştirmektir. Târihselcilik, dîni güyâ
sâbit tutup şeriatı değiştirecektir ama şeriatı neye göre değiştirecektir?.
Tabî ki de hayran kaldığı mevcut modern zamâna göre. Peki mevcut zamânı
şekillendiren telâkki nedir?. Allah’ı yok sayan, dîni kâlplere-vicdanlara
hapseden, lâik-seküler din-dışı modernitedir. Böylece “değişmez” dedikleri din,
modernitenin emrine girecek ve modernitenin lehine değişecek, sonunda da
modernitenin nesnesi olacaktır. Bu durum “tersinden” evrenselcilik için de
geçerlidir. Onlar da târihi tamâmen reddedip vahyi mevcut zamânda okuma ve
yorumlama yoluna girmişler ama bu yorumlamayı da, mevcut zamânı baskılayan,
kuşatan ve şekillendiren moderniteye uygun olarak yapmaktadırlar. O hâlde târihselcilik
ve evrenselcilik aynı yanlışta ve sapıklıkta birleşerek “mevcut modern zamânı
ve moderniteyi dinleştirmek” görevini yüklenmiştir. Bunu da Mecelle’nin otuz dokuzuncu maddesindeki:
“Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” yâni; “zaman değişmesi
ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” diyerek ve zamânı özne, ahkâmı ise
nesne durumuna düşürerek yaparlar. İstedikleri
tek şey, dînin hükümleri iptâl edip seküler-modern hükümleri dinleştirmektir. Kur’ân’ın
hükümlerinin bu çağda “uygulanamaz” olduğunun sanılmasını nedeni, İslâm’ı-Kur’ân’ı
değil de, modernitenin merkeze alınmasından dolayıdır.
Bir yazıda Fazlurrahman’ın
târihselciliği bağlamında özetle şunlar söylenir:
“Fazlurrahman;
Vahyi Peygamber’de vâr olan bir ‘sezgi gücü’ olarak tanımlar. Kur’ân’ın Hz.
Peygamber’in zihninde bir kuvve hâlinde bulunduğunu ve olaylar meydana geldikçe
kuvve hâlindeki vahyin şuur alanına çıkarak Peygamberimiz tarafından söze
döküldüğünü belirtir. Kur’ân’ın Peygamber’in kâlbine toplu olarak yerleştirildiğini
ve Peygamber’in Allah tarafından kendisine gönderilen Rûhûl-Kudüs ile âyetleri
söyleyebilecek gücü bulduğunu, Cebrâil’in ise, Peygamber’in içinde mevcut bir
meleke olup, onun sâdece bir melek olmadığını söyler. ‘Kur’ân yanılmaz ve
hatâdan kesinlikle uzak olması îtibârıyla tamâmen Allah Kelâmı’dır; fakat,
Peygamber’in kâlbine, sonra da diline gelmesi îtibârıyla da Kur’ân,
aynı-zamanda, ‘sıradan anlamda’, tamamen Peygamber’in sözüdür, vahiy aslında
Allah katından Peygamber’in zihnine gelmişse de toplumsal mesaj hâline gelişi,
Peygamber’in anlama melekelerinden süzülerek gerçekleşmesidir. Yâni alınan söz
ilâhî olsa da söylenen söz (Kur’ân) Peygamber’in yorumudur, ‘anlam-mânâ
Allah’ındır, lafız ise Peygamber’in derlemesidir’ der.
Fazlurrahman’a
göre, Hz. Muhammed’in, Mekke halkının dînî, ekonomik, sosyâl her türlü
sorunuyla meşgûl olan zihni, bu sıkıntılara cevap aradığı sırada bir-anda
‘Allah’ın Rûhu’ (Vahiy Ruhu) ile irtibat kurar. Vahyin ne demek istediğini
anlar ve bunu ‘kendi dili’ ile söyleyip toplumsal dinamikler doğrultusunda
uygulamaya koyar. Bu irtibâtın içselliğinden dolayı kendi dili, ‘ilâhî dil’;
uygulaması da ‘ilâhî uygulama’ hâlini alır. Bu nedenle de Kur’ân’ın yirminci
asır müslümanları için anlamı, yedinci asır Araplarınınkiyle aynı olmayabilir.
Ona göre bu yaklaşım Kur’ân’ın geçerliliğini o asra özgü kılmak değildir.
Fazlurrahman’a göre, ‘çağdaş anlam’ çıkarmanın tek yolu vahyin ne kast
ettiğinin anlaşılmasıdır.
Fazlurrahman,
‘Allah’ın Kur’ân üzerinden gerçekleştirmek istediği ideâlleri hayâta taşımak
O’nun lafzî tâlimatlarını bire bir uygulamakla aynı şey değildir’ der. Bu
Fazlurrahman’ın en ciddi iddiası olarak kabul edilir. ‘Kur’ân’ın hükümleri
Kur’ân’da yazıldığı şekliyle uygulanamaz. Kur’ân âyetleri ‘kânun’ değildir.
Âyetin amacına bakmak gerekir. Têsis edilmek istenen sosyâl düzen önemlidir.
Ezelî geçerlilik Kur’ân’ın tekillerine değil, onların dayanağını oluşturan
genel ilke ve hedeflere âittir. Kur’ân’ın bâzı metafiziksel ifâdeleri hâriç,
bütün toplumsal âyetleri fiilen karşılaşılan soru ve sorunlara cevap, çözüm ve
yol gösterme olarak ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın beyanları, nihâi sözler
değildir. Müslüman, Kur’ân’da geçen âyetlerden bir ipucu yakalar ve onu ideâlize
eder’ der.
Fazlurrahman,
vahye mazhar olmayı, Peygamber’in beşeriyetten sıyrılarak, hakîkatle
bütünleşmeyi, tekil olmaktan tümele dönüşmeyi, varlığın tamamıyla özdeş hâle
gelmeyi, Allah’ın kelâmı olan vahiyle Allah’ın kelâmı olduğu zâti hâliyle
bütünleşmeyi ve Allah’ın vahyine mazhar olduğunda vahyin Allah’ın kelâmı olarak
ezeliliği ve ebediliği içinde her neyse onu idrâk ettiğini vahyin bir alma
değil bir idrâk olduğunu bu îtibarla vahye mazhar olmanın vahyi idrâk anlamına
geldiğini, vahyi idrâk etmenin ise vahyin bütün zaman-dışı boyutta bütün
göndermelerini almak ve anlamak olduğunu, bu îtibarla da Peygamber kendisine
bir vahiy geldiğinde Peygamber’in bu vahyin tüm kapsamını birden algılayıp,
anlayıp gördüğünü iddiâ eder. Hz. Muhammed’in vahye sadece bir söz olarak
mazhar olmadığını, vahyin talepleriyle açılımlarıyla, gâye ve amaçlarıyla
birlikte mazhar olduğunu savunur. Peygamber, vahyi bütünüyle algılar.
Peygamber, bütün olarak algıladığı vahyi, Arap diline dönüştürür ve tebliğ
eder. Peygamber, bütün tekâmül sürecinde aldığı vahyi hayâta tatbik edilmesi
noktasına gelindiğinde, o vahyi kendi târihsel koşulları içerisinde o günkü
uygulama alanını gösterir.
Bugün,
müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu şey Kur’ân’a gitmek ve onun ilkelerine
göre yaşamaktır. Onun ilkelerine göre yaşamak ise, Kur’ân’ı bir ‘kânunlar
kitabı’ değil, ‘ahlâkî ideâller metni’ olarak ele alacak bir yöntemle
mümkündür. Yapılması gereken, âyetlerden İslâm’ın temel değer ve normlarını
çıkarmak ve onları günümüz şartlarında uygulamaktır. Bu değerler tespit edilip
canlandırıldıktan sonra, modern bir yapıya kavuşturulacaktır. Fazlurrahman’a
göre, Kur’ân, bir kânun ve hukuk kitabı değildir. Allah koyduğu emirlere göre
insanların yaşamasını istemekle birlikte bu emirler esas îtibâriyle hukûkî
değil, ahlâkîdir”.
Bu düşüncede; siyâset,
kânun, ekonomi, sosyâl hayat, eğitim vs. düzenlemeleri hep moderniteye, seküler-beşerî
ideolojilere ve sistemlere yâni şeytana ve tâğutlara bırakılıyor. Müslümanlara
ise -bu şeytânî sistemler içinde kalmak koşuluyla- sâdece “ahlâklı davranmak”
kalıyor. Bu ise “İslâm’ı ahlâka, vicdâna ve mânâya indirgemek” anlamına
geliyor.
Kur’ân’ın
ne demek istediği, “ne dediği”dir. En azından Kur’ân’ın “ne demek istediği” ile
“ne dediği” arasında bir çelişki olmaz.
Peygamberimiz pratiğin temsilcisidir.
Kur’ân onu tüm çağlar için “güzel örneklik” olarak takdim eder. Peki Peygamberimiz
neyin örnekliğini yapmıştır?. Vahyin bahsettiği her-şeyin tabî ki. Bu durumda
Peygamber’i örnek almak, “vahyi tüm zamanlarda ve mekânlarda birebir anlamak ve
uygulamak” anlamına gelecektir.
Sapma aslâ
başladığı yerde durmaz ve açı gittikçe açılır. Öyle ki, dokunulmaz olanlara
bile dokunulmaya başlanabilir.
İslâm’ın getirdikleri şeyler yeni şeyler değildir.
Kur’ân daha önceki peygamberlerin uygulamaları ve kitaplarından da bahseder.
Önceki kitapların farzlarından da bahseder. Kur’ân ile düzeltilen ve yeni konan
hükümler de vardı tabi: “Ve hiç şüphesiz, o (Kur’ân), geçmişlerin
kitaplarında da vardır” (Şuârâ 196) âyetinden, müslümanların 1.400 yıl önceki
uygulamalarından bâzılarının, önceki kitaplarda olan şeyler olduğunu ve zâten Peygamberimiz’e
de: “Sonra sana vahyettik: Hanif (muvahhid) olan İbrâhim’in dînine uy. O,
müşriklerden değildi” (Nâhl 123) dendiğine göre, Peygamberimiz ve
sahabelerin bu emri dinlediğini ve buna göre itaat edip ibâdet ettiklerini
anlarız. Peki Peygamberimiz ve sahabe, 1.400 yıl önce, bu âyetleri niçin târihsel
bulup da “uygulama-dışı” bırakmamışlar?. Çünkü bu âyetler eski târihteki bir
âyetten, uygulamadan ve farzdan bahsetmektedir. Bırakmadılar ve bırakmazlardı
da. Zîrâ namaz, oruç, hac, zekât, kurban ve kısaca Kur’ân’da bahsedilen
her-şey, tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm insanlar için geçerlidir ve farzdır.
Eğer söz-konusu âyet gündeme gelmişse bu âyet için, “târihte kaldığı için artık
uygulanamaz” denemez. Çünkü Allah’ın âyetleri hep aynı ve değişmez kânunlar ve
değerler içerir.
Kur’ân, kendisinden önceki vahiyleri “târihseldir”
diye târihte bırakmamış ve Kitab’a geçirerek evrenselleştirmiştir. Çünkü:
“(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında
(uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir
değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder