“İşte bu (Kur’ân),
önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri
uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar.
Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-am 92).
“Kendilerinden önce o
yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret
edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç
(arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini)
öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’
korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).
Kur’ân’ın hiç-bir âyeti
“belli bir târihe özel” değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve
mekânları kapsar. Tabi her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, “ne olursa-olsun ille
de uygulanacak” diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve
uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği
olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa, -âyetleri anlamak için
okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve âyetleri ortaya
dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri olağan-üstü bir
şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda
bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış”
olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği
bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle
çözümlenebilecek meseleler olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın
tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde
ortaya konacak ve o âyetlerle hükmedilecektir.
Modern müslümanların yada
İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi
mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek”
anlamına gelir ki, bu, tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün
için uygulanmasının gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı
anlamına gelmez. Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi
hükmünün, “bu zamanda olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra
hırsızlığa mâruz kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile
getirmişlerdir.
Kur’ân, bir boşluğa
inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl
bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan
ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız
ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların
içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı
Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde yaşayıp
hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe
“güzel örneklik” denmiştir:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
Bu “güzel örneklik”in
uygulamasının yapıldığı yer tabî ki Mekke ve Medîne şehirlerini içine alan
Hicaz’dır. (Hicaz=Arabistan’da Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’nin
bulunduğu mıntıka). O hâlde Hicaz’ın bu târihini ve genel durumunu iyi bilmek
gerekir ki Kur’ân iyi idrâk edilebilsin ve bu mekânda-dönemde uygulanan “güzel
örneklik” üzerinden günümüzde de İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna
girilebilsin.
Mekke
dönemi, müslümanların tebliğe ve dâvete ilk başladıkları yerdir. Müslümanlar bu
süreçte ilk başlarda alaya alındıktan ve önemsiz görüldükten sonra iş, “putların
bir hiç olduğu”nu söylemeye gelince hakâret ve kavgalar başlamış, sonra da
müslümanlar boykota uğrayarak belli bir süre çok zor durumda kalmışlardır. İşte
bu dönemde nâzil olan âyetler hep sabırdan, katlanmaktan, hoşgörüden, mevcut
durumda ahlâklı davranmaktan bahseder. Mekke’liler müslümanların sürekli olarak
böyle savunmada ve zor durumda kalmasını ve sosyal, kültürel, ekonomik ve siyâsi
bir güce kavuş(a)mamasını istiyorlardı. Çünkü güçlüler her zaman bunu isterler.
Şirk ile, küfür ile, zulüm ile, alavere-dalavere ile zenginliğe ve hâkimiyete
kavuşanlar, dümenlerini bozacak hiç-bir yapının güç kazanmasını istemezler.
Allah
müslümanları bu zor durumda yetiştirmek ve çürükleri ayıklamak istemiştir. Târih
boyunca peygamberler ve mü’minler bu sınavdan geçmişlerdir. Bu süreç,
mü’minlerin kaderidir. Çünkü sünnetullah olarak da bu süreç her zaman
geçerlidir. Hak ve hakîkatin hâkim olması -ki bu ‘İslâm’ın hâkim olması’
demektir- için böyle zor dönemlerden ve imtihanlardan geçmek şarttır. Çünkü bu
din çürüğün-çarığın taşıyabileceği bir din değildir. Onlara yaraşmaz da.
Dolayısı ile böyle zamanlar mutlakâ olacaktır ve Peygamberimiz ve ilk kurucu
nesil olan sahabelerin o zor zamanda kendilerine inen Mekkî âyetleri baş-tâcı
yaptıkları gibi, tüm zamanlardaki ve mekânlardaki müslümanlar da bu âyetleri en
azından iç-âlemlerinde ezelî ve ebedî düşmanları olan şeytana karşı kullanmak
için baş-tâcı yapmalıdır. Fakat Kur’ân’ın âyetleri iç-âlemleri inşâ ettikten
sonra dış-âlemi de inşâ etmesi için indiğinden dolayı, Mekkî âyetlerle yetinmemek
ve Medenî sûre ve âyetleri de hesâba katarak, Kur’ân’ın tamâmını tüm zamanlarda
baş-tâcı yapmak elzemdir. Lâkin birileri için “sorun” da işte burada
başlamaktadır..
Moğollar
zamânında da yapılan yıkımlar ve işgâller, müslümanları galeyâna getirmesin
diye, “Moğollara yalakalık yapan birileri” sürekli olarak; sabır, katlanma,
hoşgörü gibi savunmada kalan âyetler olan Mekkî âyetleri öne çıkarmış ve gündem
etmiştir. Bunu yapanlar, Moğollar’ın sözcülüğü ve taşeronluğunu yapan tasavvufçulardır
ki, bu tasavvufçular, “felsefî tasavvufçular” denilen kesimdir. Zîrâ Moğollar’a
karşı koyan “amelî tasavvufçular” da vardı. Bu bağlamda Moğollar’a câsusluk
yapan Celâleddin Rûmi de, müslümanları Moğollar’a karşı koymaktan alıkoymak
için canla-başla çalışmış, oğlunun da dâhil olduğu müslümanlar Moğollar’a karşı
direnip savaşırken, Celâleddin ise Şems ile “mânevi âlemler” yapmıştır. Tabi
tüm bunlardan sonra Moğollar Celâleddin’i “baş şeyh” îlan ederek ve maddîyatla ihyâ
ederek ödüllendirmişlerdir. Bu durum tüm zamanlarda işgâlcilerin câsusları
ödüllendirmesi şeklinde olduğu gibi, günümüzde de modern bir şekilde
tekrarlanmaktadır. Zâten hırsızlıkla âbâd olan sömürgeci batı’lıların
Celâleddin’e düşkünlükleri de bu yüzdendir. Zîrâ Celâleddin, işgalcilere karşı
direnmekten vazgeçilmesinin sözcülüğünü yapmıştır ve sömürgeciler de bundan pek
memnun olmuştur. Modern sömürgenler olan batı’lıların “Mevlana yılı” ve “Yunus
yılı” gibi tiyatrolar düzenlemeleri bu yüzdendir.
Zamânında halk, Haçlıların
ve Moğolların işgâlleri altındayken ve çeşitli şekillerde zulüm görürlerken;
herkesin “büyük âlim” zannettiği tasavvuf önderleri(!), sapık düşünceler
üretiyor, zulmü yapan zâlimleri; velî, kutlu kişi ve hattâ peygamber îlan
ediyorlardı. İbn-i Teymiye gibi âlimler ise, yalın-kılıç savaş meydanlarında
cenk ediyorlardı. Moğolların-Haçlıların işgâllerini, yıkımlarını,
tecâvüzlerini; “kader”, “Allah’ın sopası” vs. olarak görenler, onları
“potansiyel müslümanlar olarak değerlendirip, lîderlerini velilik ve hattâ
peygamberlik konumuna sokuyorlardı. Bu hâl el-an devâm etmektedir.
Entelektüeller zâlimlere alan açıp uşaklık yaparken, gerçek âlimler ise, mallarıyla
ve canlarıyla cihad etmişlerdir-etmektedirler tüm zamanlarda. Celâleddin Rûmi,
müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan Moğolların
komutanı Baycu Noyan’ı “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak
göstermiştir. Bu bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır. O
hâlde Celâleddin Rûmi’yi Moğol, İbn-i Arâbi’yi “haçlı ajanı” olarak
suçlayanların haklılık payları vardır.
İşte
günümüzde de modernite tüm Dünyâ’ya hâkim olmuştur ve an îtibârıyla ona karşı
çıkan tek güç ise İslâm’dır. Bundan son derece rahatsız olan batı ve modernite,
İslâm’ı yok edemeyeceğini anlayınca ve zâten gücünün de yetmeyeceğini bildiği
için, onun sâdece; sabır, katlanma, hoşgörü ve yanlış kader inancı oluşturan
âyetlerini daha fazla içeren Mekkî âyetlerini gündeme taşıyacak kişileri
desteklemektedir. Pasif bir dînî düşünce oluşturacak olanları desteklemekte, onları
gündeme ve ekrana taşımakta, târihselcilik, nesihçilik ve modernistlik ile, insanların
“İslâm’ı hayâta hâkim kılma” düşüncesini baltalayıp blôke etmektedirler.
Muhammed Taha, Mekkî âyetlerin “İslâm’ın hakîki ve
geçerli olan âyetleri” olduğunu, Medenî âyetlerin ise “ilkel ve bu yüzden de
nesh edilmiş, hükmü kalmamış ve geçersiz âyetler” olduğunu söyleyerek küfre
düşer. Târihselci Mustafa Öztürk bu konuda şunları söyler:
“Mekkî âyetleri , 1985’te Sudan’daki
Nümeyri rejimi tarafından irtidât suçlamasıyla îdam edilen
Muhammed Taha’ya göre İslâm ‘iki mesajlı bir din’dir. Kur’ân vahyinin Mekke
döneminde nâzil olan kısmı dînin “ikinci” (asli-nihâi) mesajını, Medîne
döneminde nâzil olan kısmı ise dînin birinci (fer’i-ibtidâi=ilkel) mesajını
içerir. Mekkî sûrelerdeki en temel konu tevhide îman, Allah’a teslîmiyettir.
Dolayısıyla Mekkî sûreler aslî olandan söz ederken, Medenî sûreler tâli-fer’i
hükümler içerir. Başka bir ifâdeyle, Mekke döneminde nâzil olan sûreler ve âyetler
târih-üstü mesajlarla ilgilidir. Medîne döneminde nâzil olan sûreler ve
âyetlerdeki hukûkî-siyâsî hükümler ise konjonktüreldir”.
Mahmut
Muhammed Taha hiç utanmadan ve câhilce ve kâfirce şöyle der:
“İslâm’ın Mekke dönemi asıl ve sâbit dindir; Medîne dönemi ise
geçersizdir. Zîrâ Mekke dönemi, Medîne dönemini neshetmiştir. Dînî hükümlerin
tamâmı târihseldir. Tesettür dâhil bütün dînî hükümler yeniden
yorumlanmalıdır”.
Bütün mesele, İslâm’ın hükümlerinin günümüze yâni
moderniteye uymamasıdır. Bu hükümlerin uygulanması için bir toplum, bir devlet
ve devlet teşkilâtı olmalıdır ve eğer böyle bir yapılanma yoksa, hükümler “şimdilik”
kastıyla uygulanamaz ve uygulanacak bir zaman, mekân ve durum için çaba
gösterilir. Fakat; “günümüzde uygulanamaz, o hâlde bunlar yâni hüküm içeren
Medenî âyetler nesh olmuştur ve artık geçersizdir” demek küfürdür. Târihselciler
bunu modern kuşatmanın ağırlığı ve baskısı altında hükümleri târihe hapsederek
savunurlar.
Modern ilahiyatçılar ve
medyatik hocaların düşünceleri ve yorumları nedense hep
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-modern sisteme uygun
düşüyor. Hep bu Allah’sız sistem lehine çalışıyorlar. Bir kere de modern zulme
karşı bir ses yükselttikleri görülmüyor. Çünkü Mekke süreci tam da
emperyâl-küresel tâğutların istediği şeydir. Tâğutlar “Mekke süreci”nin
sürekliliğini istiyorlar ve moderniteye râm ve meftûn olmuş olan hocalar da
buna çanak tutmaktadırlar. Medîne dönemi ise tâğutların ödünü koparmakta,
onları dehşete düşürmektedir. İşte sisteme çanak tutan modern hocalar da, sanki
dinsiz sistemin mêmurluğunu yapıyor gibi her yorumları sisteme uygun oluyor.
Küresel tâğutî sistem
istiyor ki, müslümanlar hep savunmada yâni Mekke’de kalsın ve sabrı ve
hoşgörüyü din edinsin. Yine kendilerine yapılan her türlü zulmü hoş görsün ve
buna sabretsin. Bir direnişte bulunmasın. Eleştirsin ama isyân etmesin. Tabi
bu-arada da tâğutlar zulümlerinin gölgesinde servetlerine servet katsınlar.
Çünkü Medîne’ye bir hicret edilirse sistemleri sarsılacak ve çok da uzun
olmayan bir süre sonra 1.000 yıl süreyle yerin dibini boylayacaklardır.
Oryantâlistlere yalakalık
yapma uğruna, zulmü bitirecek olan Medîne sürecini göz-ardı etmek ve Medîne sürecini
yok saymak “alçak bir kâfirlik”tir. Çünkü “Mekke’nin imtihanı ve hakkı
verildikten sonra Medîne’ye gidilmelidir” gibi bir söz edilmemekte, sürekli Mekke’de
kalınması ve Medîne’ye hiç geçilmemesi istenmektedir. Zâten Medenî sûre ve
âyetlerin Allah’ın vahyi değil, “Peygamber’in çıkarımı” olduğu gibi şerefsizce
bir sözü söylemektedirler ki, bunu hiç sakınmadan söyleme cesâretini, yalakalık
yaptıkları tâğutların koruması ve modernitenin hâkimiyeti altında bulmaktadırlar.
Mekke’yi kabûl edip de
Medîne’yi kabûl etmeyenler, aslında Hz. Muhammed’in “peygamberliğini” kabûl
etmelerine rağmen o’nu aynı-zamanda “devlet başkanı” oluşunu ve daha geniş
açıdan baktığımızda ise İslâm’ın devlet talebini ve siyâsete hâkim olmak
isteğini kabûl etmek istemiyorlar. Asıl dertleri bu.
Mazlumlar ki genelde
müslümanlardır, kendilerine karşı yapılan zulme ve saldırıya karşı durduklarında
“terörist” olarak gösteriliyor ve modernite yalakaları olan dalkavuk hocalar da
bu direnişi “terör” olarak isimlendiriyorlar. Direnişi terörizm ile
aynılaştırıyorlar. Zâlimlerin ağır kuşatması, baskısı ve saldırısına karşı
ağzını açacak cesâreti gösteremeyen bu dalkavuklar ve “modernite yağdanlıkları”,
sıra garibanın, mazlumun ve mâsumun direnişine gelince, bunu şiddet ve terör olarak
gösteriyorlar ve bunun kaynağını da Medenî âyetler merkezinde olan tefsir ve
fıkha bağlıyorlar.
Târihselciler
ve modern hocalar, İslâm’ın sâdece ahlâkilik içeren âyetlerinin evrensel
olduğunu söylüyorlar fakat ne gariptir ki târihte bıraktıkları asıl konu
ahlâkiliktir. Çünkü târihselcilik, ne Kur’ân’dan, ne sünnetten ne de sahabe ve
tabiinden bir dayanak bulamaz. Görüşlerini belki de sâdece bâtınîliğin şaz ve
sapık görüşlerine dayandırabilir ki onların da zâten Kur’ân ve Sünnet
bütünlüğünden bakıldığında bir değeri yoktur. Dolayısı ile târihselcilik ve
nesihçilik “türedi” bir düşünce ve modern sapıklılardan bir sapıklıktır. Târihselcilik
tabî ki özgün bir konu değildir ve modern kuşatmanın ve ağır seküler baskının,
psikolojilerde tahribat meydana getirmesi ve meydana çıkan eziklik kompleksi
dolayısıyla böyle bir düşünceye kapılmanın bir netîcesidir. Tek dayanakları,
İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Sünnetin moderniteyle uyuşmamasıdır. Yapılan şey,
modernitenin İslâm’dan ve dinden daha üstün olduğunu güyâ ispatlamakla vazîfeli
olan oryantâlistlerin düşüncelerine, yazılarına ve kitaplarına şerh düşmek ve tefsir
yapmaktır.
Târihselcilerin,
nesihçilerin ve ultra-modernlerin sonunda varıp-dayanacakları yer, “modernite
İslâm ve tüm dinleri nesh etmiştir” noktası olacaktır. Çünkü zâten “modern
nesihçi” olan târihselciler neshi kabûl ve baş-tâcı ederler. Zîrâ Kur’ân’ın en
azından Medenî âyetlerini kendilerince geçersiz kılmak istiyorlar. Oysa Kur’ân,
23 yıllık târihî süreçte örnek bir model ortaya koymuştur ve bu işin
başlangıcı, süreci ve sonucu “asr-ı saadet dönemi” olarak adlandırılmıştır.
Kur’ân’da bir neshin olup-olmadığı en yi
bilecek olanlar tabî ki de başta Peygamberimiz olmak üzere sahabelerdir ama
sahabelerden böyle bir söz çıkmamıştır. Zîrâ onlar Kur’ân’ın tümünü baş-tâcı
ederek tüm zamanlar ve mekânlar için örnek bir model oluşturmuşlardır.
Kur’ân’da
nesh edilen ve târihsel olan âyetler var ise, Peygamberimiz ve Ebu Bekir ile
başlayan ve Hz. Ömer ile tamamlanan “vahyi mushaflaştırma süreci”nde, Peygamberimiz
ve sahabe, güyâ nesh edilen âyetleri niçin mushafa almışlardır?. Mâdem artık
onların bir hükmü kalmadı düşüncesi oluşmuştur, o hâlde sözde nesh edilen
âyetlerin mushafa alınmasının nedeni nedir ki?. Fitne çıkarmak mı?. Tabi ki de
hayır!. Çünkü Kur’ân’da nesh falan yoktur. Kur’ân 23 yıllık örnek bir târihte,
vahyin tümünü hayâta hâkim kılma ideâlini gerçekleştirmiştir. Kur’ân da zâten
bu ideâlin tüm zamanlar ve mekânlarda uygulanması için kitaplaştırılmış hâlidir.
Modernitenin maddî ve rûhî kuşatmasından ve baskısından bunalan ama bir zaman
sonra da bu bunalımı içselleştirip moderniteye meftûn olanların ortaya koyduğu
fitnenin sonucunda istedikleri şey, “İslâmî hedeften ve iddiâdan” vazgeçerek,
İslâm’a değil de moderniteye uygun olarak, en azından Medenî âyetleri yâni
hükümleri târihe hapsetmekten başkası değildir. Kur’ân’da bir nesihten
bahsedilecekse bu, “tüm bâtılların neshi” olabilir.
Gayb ile
ilgili âyetleri herkesin tam da lafzen bahsedildiği gibi anlaması gerekmez.
Cenneti herkes kendi zevkleri üzerinden düşünebilir. Fakat Dünyâ’ya âit olan
âyetlerin tamâmı el-an geçerlidir. Lâkin gelin görün ki, târihselciler “târihselcilik”
hatırına âyetleri saptırıp çarpıtıyorlar. Bununla da kalmıyorlar ve âyetlerin
günümüzde geçersiz olduğunu söyleyebiliyorlar. En azından artık o hükümlerin
bizi bağlamadığından bahsediyorlar. Mustafa Öztürk nesh konusunda şunları söyler
ve güyâ târihselciliğe dayanak bulur:
“Nesh olgusu bize şunu
gösteriyor: Allah
ilk muhâtapların içinde bulundukları ahvâl ve şerâite
yada moda tâbirle
konjonktüre göre toplumsal düzen ve pratik hayatla ilgili hükümlerini değiştiriyor
veyâ kimi zaman yeni
bir hükümle öncekini ilgâ ediyor yahut yürürlükteki bir hükmün en azından
kapsamını
daraltıyor yada kayıtlıyor.
Bunun böyle olduğu
gün gibi âşikârken,
ilginçtir, modern
dönemde nesh konusuna karşı genel bir mesâfeli duruş
veyâ kimi-zaman
da çok ölçüsüz ve pervâsız bir karşı
çıkış söz-konusudur.
Nesh meselesiyle ilgili olarak Cassas’ın (ö.370/981) el-Fusûl’ünü veyâ
Serahsi’nin (ö. 483/1090) UsûI’ünü açıp baktığınızda, ‘Kur’ân’da nesh yoktur’ diyen kişinin
kâle alınmayacağı,
hattâ böyle bir görüşü
dillendiren
kimsenin müslümanlıkla ilişkisinin sorgulanacağı
anlamına gelen
ifâdelerle karşılaşılır. Fakat ne tuhaftır
ki bugün ‘Kur’ân’da
nesh vardır’ diyen kişinin Kur’ân’a ve İslâm’a
sadâkatinden şüphe
duyulur hâle gelinmiştir”.
Târihselcilik
ve de târihselciler, en azından “şeytanın bir projesi”dirler. Hiç gerek ve lüzûm
yokken böyle bir fitneyi ortaya atmışlardır ve târihselciliğe yapılan
eleştiriye de katlanamıyorlar. Yaptıkları şey işgüzarlıktan başka bir şey
değildir. Kendilerine iş aramışlardır. Yapılması gereken işleri yapmadıkları
için, -bir cezâ olarak- yapılmaması gereken işleri yapmaya başlamışlardır.
Kur’ân’ın
hükümlerinin tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olmadığını söylemek, -hâşâ-
İslâm’ın basit ve güdük olduğunu söylemek anlamına gelir ki, bundan sonra “İslâm’a
artık gerek yoktur” demek sorun olmaz. Mustafa Öztürk şunu diyebilmektedir:
“Târihselci yaklaşım
şu iddiâyı da
savunur: Kur’ân’daki fıkhî ahkam, hukuk kodu gibi okunmak ve tüm
zamanların, tüm insanların tüm tikel meselelerini çözüme kavuşturmak
maksadıyla vâz edilmiş
değildir. Kaldı ki
Kur’ân’ın bize metin olarak intikâlini Hz. Ömer’in hassâsiyetine borçlu olduğumuz
müsellemdir”.
Güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Peygamberimiz, hem
Mekke hem de Medîne için güzel örnektir. Hem direnişin, hem de devletin ve
gücün güzel örnekliğini göstermiştir. Sâdece Mekke’nin örnekliğini yapmamıştır
ve evrensel olan âyetler ve sûreler de sâdece Mekkî sûreler ve âyetler değildir.
Batı’lılar, modernite ve onların sözde müslüman
taşeronları her ne kadar da özellikle Medenî âyetlere düşman olsa da, Kur’ân
bir bütündür ve tüm zamanlardaki ve mekânlardaki müslümanlar, Mekkî âyetlerle
iç-âlemlerini inşâ edip çürük-çarık ayıklandıktan sonra, Medenî âyetlerle de
bir toplum-devlet-medeniyet süreciyle İslâm’ı hayâta hâkim kılmakla
mükelleftirler.
Tasavvuf da Mekke’yi esas
alır ve Medîne’yi görmezden gelir. Zîrâ Mekkî âyetlerde yoğun bir rûhânî
tecrübe ve söylem olmasına rağmen, Medenî âyetlerde bâriz bir amel-eylem emri
vardır ki tasavvufta bu pek konu edilmez. Çünkü tasavvufçular aradıkları
malzemeyi Medîne’de bulamazlar. Mekkî âyetler yoğun bir soyutluğa sâhip âyetler
olduğundan, bu âyetler üzerinden kendilerine göre yorum yapmaları kolay
olmaktadır. Tasavvufçular, modernistler ve târihselciler, İslâm’ın Medîne ile
birlikte sağlam bir şeriat yâni her alanda “güzel örneklik” ile pratiğe dökülen
kânunlar vâz etmesini bir türlü hazmedememektedirler. Zîrâ bu durum onların kafa
ve beden konforlarını fenâ hâlde bozmaktadırlar. O nedenle de sürekli olarak Mekkî
âyetleri ön-plâna çıkarmak ve Medenî âyetleri gözden uzak tutmak ve hattâ iptal
etmekle uğraşmaktadırlar. Çünkü mevcut durum Medîne’ye karşı alerjisi olanların
îmânî zaaflarını da açığa çıkarmaktadır.
Mekke ve Medîne yâni asr-ı saadet süreci, târihin bir
döneminde ve 23 yıllık bir diliminde ortaya konan tüm zamanlarda
içselleştirilebilecek “doğal bir örnekliktir” ki zâten 1.400 yıl önce yaşayan Peygamber
örnekliği de işte bu nedenle Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir.
Kur’ân, tüm zamanlar ve mekânlar için, “güzel
örneklik” ile de pratikliği gösterilmiş bir şekilde bütünüyle uygulanmak için
mü’minlerini beklemektedir. Tabi bu bir süreçtir ve süreç Mekke’den başlayacak,
liyâkatini ispât eden ve Allah’ın rızâsını kazanan müslümanlar, Allah’ın
yardımını da hak etmiş olarak, İslâm’ı, bir toplum-devlet-medeniyet süreciyle
hayâta yeniden hâkim kılabilecekler ve Medîne’yi kendi zamanlarında ve
mekânlarında yeniden inşâ edebileceklerdir. Bu süreç, Mekke’nin bâki kılınıp
Medîne’nin blôke edilmesiyle baltalanmak istenmektedir. İşte bu nedenle Allah,
tüm zamanlardaki ve mekânlardaki vahyin muhâtaplarına soruyor ve onları şu
şekilde uyarıyor:
“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder