16 Haziran 2019 Pazar

Mekke ve Medîne


“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-am 92).

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

Kur’ân’ın hiç-bir âyeti “belli bir târihe özel” değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Tabi her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, “ne olursa-olsun ille de uygulanacak” diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde ortaya konacak ve o âyetlerle hükmedilecektir.

 

Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu, tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez. Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde yaşayıp hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Bu “güzel örneklik”in uygulamasının yapıldığı yer tabî ki Mekke ve Medîne şehirlerini içine alan Hicaz’dır. (Hicaz=Arabistan’da Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’nin bulunduğu mıntıka). O hâlde Hicaz’ın bu târihini ve genel durumunu iyi bilmek gerekir ki Kur’ân iyi idrâk edilebilsin ve bu mekânda-dönemde uygulanan “güzel örneklik” üzerinden günümüzde de İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilebilsin.

 

Mekke dönemi, müslümanların tebliğe ve dâvete ilk başladıkları yerdir. Müslümanlar bu süreçte ilk başlarda alaya alındıktan ve önemsiz görüldükten sonra iş, “putların bir hiç olduğu”nu söylemeye gelince hakâret ve kavgalar başlamış, sonra da müslümanlar boykota uğrayarak belli bir süre çok zor durumda kalmışlardır. İşte bu dönemde nâzil olan âyetler hep sabırdan, katlanmaktan, hoşgörüden, mevcut durumda ahlâklı davranmaktan bahseder. Mekke’liler müslümanların sürekli olarak böyle savunmada ve zor durumda kalmasını ve sosyal, kültürel, ekonomik ve siyâsi bir güce kavuş(a)mamasını istiyorlardı. Çünkü güçlüler her zaman bunu isterler. Şirk ile, küfür ile, zulüm ile, alavere-dalavere ile zenginliğe ve hâkimiyete kavuşanlar, dümenlerini bozacak hiç-bir yapının güç kazanmasını istemezler.

 

Allah müslümanları bu zor durumda yetiştirmek ve çürükleri ayıklamak istemiştir. Târih boyunca peygamberler ve mü’minler bu sınavdan geçmişlerdir. Bu süreç, mü’minlerin kaderidir. Çünkü sünnetullah olarak da bu süreç her zaman geçerlidir. Hak ve hakîkatin hâkim olması -ki bu ‘İslâm’ın hâkim olması’ demektir- için böyle zor dönemlerden ve imtihanlardan geçmek şarttır. Çünkü bu din çürüğün-çarığın taşıyabileceği bir din değildir. Onlara yaraşmaz da. Dolayısı ile böyle zamanlar mutlakâ olacaktır ve Peygamberimiz ve ilk kurucu nesil olan sahabelerin o zor zamanda kendilerine inen Mekkî âyetleri baş-tâcı yaptıkları gibi, tüm zamanlardaki ve mekânlardaki müslümanlar da bu âyetleri en azından iç-âlemlerinde ezelî ve ebedî düşmanları olan şeytana karşı kullanmak için baş-tâcı yapmalıdır. Fakat Kur’ân’ın âyetleri iç-âlemleri inşâ ettikten sonra dış-âlemi de inşâ etmesi için indiğinden dolayı, Mekkî âyetlerle yetinmemek ve Medenî sûre ve âyetleri de hesâba katarak, Kur’ân’ın tamâmını tüm zamanlarda baş-tâcı yapmak elzemdir. Lâkin birileri için “sorun” da işte burada başlamaktadır..

 

Moğollar zamânında da yapılan yıkımlar ve işgâller, müslümanları galeyâna getirmesin diye, “Moğollara yalakalık yapan birileri” sürekli olarak; sabır, katlanma, hoşgörü gibi savunmada kalan âyetler olan Mekkî âyetleri öne çıkarmış ve gündem etmiştir. Bunu yapanlar, Moğollar’ın sözcülüğü ve taşeronluğunu yapan tasavvufçulardır ki, bu tasavvufçular, “felsefî tasavvufçular” denilen kesimdir. Zîrâ Moğollar’a karşı koyan “amelî tasavvufçular” da vardı. Bu bağlamda Moğollar’a câsusluk yapan Celâleddin Rûmi de, müslümanları Moğollar’a karşı koymaktan alıkoymak için canla-başla çalışmış, oğlunun da dâhil olduğu müslümanlar Moğollar’a karşı direnip savaşırken, Celâleddin ise Şems ile “mânevi âlemler” yapmıştır. Tabi tüm bunlardan sonra Moğollar Celâleddin’i “baş şeyh” îlan ederek ve maddîyatla ihyâ ederek ödüllendirmişlerdir. Bu durum tüm zamanlarda işgâlcilerin câsusları ödüllendirmesi şeklinde olduğu gibi, günümüzde de modern bir şekilde tekrarlanmaktadır. Zâten hırsızlıkla âbâd olan sömürgeci batı’lıların Celâleddin’e düşkünlükleri de bu yüzdendir. Zîrâ Celâleddin, işgalcilere karşı direnmekten vazgeçilmesinin sözcülüğünü yapmıştır ve sömürgeciler de bundan pek memnun olmuştur. Modern sömürgenler olan batı’lıların “Mevlana yılı” ve “Yunus yılı” gibi tiyatrolar düzenlemeleri bu yüzdendir.

 

Zamânında halk, Haçlıların ve Moğolların işgâlleri altındayken ve çeşitli şekillerde zulüm görürlerken; herkesin “büyük âlim” zannettiği tasavvuf önderleri(!), sapık düşünceler üretiyor, zulmü yapan zâlimleri; velî, kutlu kişi ve hattâ peygamber îlan ediyorlardı. İbn-i Teymiye gibi âlimler ise, yalın-kılıç savaş meydanlarında cenk ediyorlardı. Moğolların-Haçlıların işgâllerini, yıkımlarını, tecâvüzlerini; “kader”, “Allah’ın sopası” vs. olarak görenler, onları “potansiyel müslümanlar olarak değerlendirip, lîderlerini velilik ve hattâ peygamberlik konumuna sokuyorlardı. Bu hâl el-an devâm etmektedir. Entelektüeller zâlimlere alan açıp uşaklık yaparken, gerçek âlimler ise, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmişlerdir-etmektedirler tüm zamanlarda. Celâleddin Rûmi, müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan Moğolların komutanı Baycu Noyan’ı “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak göstermiştir. Bu bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır. O hâlde Celâleddin Rûmi’yi Moğol, İbn-i Arâbi’yi “haçlı ajanı” olarak suçlayanların haklılık payları vardır.

 

İşte günümüzde de modernite tüm Dünyâ’ya hâkim olmuştur ve an îtibârıyla ona karşı çıkan tek güç ise İslâm’dır. Bundan son derece rahatsız olan batı ve modernite, İslâm’ı yok edemeyeceğini anlayınca ve zâten gücünün de yetmeyeceğini bildiği için, onun sâdece; sabır, katlanma, hoşgörü ve yanlış kader inancı oluşturan âyetlerini daha fazla içeren Mekkî âyetlerini gündeme taşıyacak kişileri desteklemektedir. Pasif bir dînî düşünce oluşturacak olanları desteklemekte, onları gündeme ve ekrana taşımakta, târihselcilik, nesihçilik ve modernistlik ile, insanların “İslâm’ı hayâta hâkim kılma” düşüncesini baltalayıp blôke etmektedirler.

 

Muhammed Taha, Mekkî âyetlerin “İslâm’ın hakîki ve geçerli olan âyetleri” olduğunu, Medenî âyetlerin ise “ilkel ve bu yüzden de nesh edilmiş, hükmü kalmamış ve geçersiz âyetler” olduğunu söyleyerek küfre düşer. Târihselci Mustafa Öztürk bu konuda şunları söyler:

 

“Mekkî âyetleri , 1985’te Sudan’daki Nümeyri rejimi tarafından irtidât suçlamasıyla îdam edilen Muhammed Taha’ya göre İslâm ‘iki mesajlı bir din’dir. Kur’ân vahyinin Mekke döneminde nâzil olan kısmı dînin “ikinci” (asli-nihâi) mesajını, Medîne döneminde nâzil olan kısmı ise dînin birinci (fer’i-ibtidâi=ilkel) mesajını içerir. Mekkî sûrelerdeki en temel konu tevhide îman, Allah’a teslîmiyettir. Dolayısıyla Mekkî sûreler aslî olandan söz ederken, Medenî sûreler tâli-fer’i hükümler içerir. Başka bir ifâdeyle, Mekke döneminde nâzil olan sûreler ve âyetler târih-üstü mesajlarla ilgilidir. Medîne döneminde nâzil olan sûreler ve âyetlerdeki hukûkî-siyâsî hükümler ise konjonktüreldir”.

 

Mahmut Muhammed Taha hiç utanmadan ve câhilce ve kâfirce şöyle der:

 

“İslâm’ın Mekke dönemi asıl ve sâbit dindir; Medîne dönemi ise geçersizdir. Zîrâ Mekke dönemi, Medîne dönemini neshetmiştir. Dînî hükümlerin tamâmı târihseldir. Tesettür dâhil bütün dînî hükümler yeniden yorumlanmalıdır”.

 

Bütün mesele, İslâm’ın hükümlerinin günümüze yâni moderniteye uymamasıdır. Bu hükümlerin uygulanması için bir toplum, bir devlet ve devlet teşkilâtı olmalıdır ve eğer böyle bir yapılanma yoksa, hükümler “şimdilik” kastıyla uygulanamaz ve uygulanacak bir zaman, mekân ve durum için çaba gösterilir. Fakat; “günümüzde uygulanamaz, o hâlde bunlar yâni hüküm içeren Medenî âyetler nesh olmuştur ve artık geçersizdir” demek küfürdür. Târihselciler bunu modern kuşatmanın ağırlığı ve baskısı altında hükümleri târihe hapsederek savunurlar.

 

Modern ilahiyatçılar ve medyatik hocaların düşünceleri ve yorumları nedense hep lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-modern sisteme uygun düşüyor. Hep bu Allah’sız sistem lehine çalışıyorlar. Bir kere de modern zulme karşı bir ses yükselttikleri görülmüyor. Çünkü Mekke süreci tam da emperyâl-küresel tâğutların istediği şeydir. Tâğutlar “Mekke süreci”nin sürekliliğini istiyorlar ve moderniteye râm ve meftûn olmuş olan hocalar da buna çanak tutmaktadırlar. Medîne dönemi ise tâğutların ödünü koparmakta, onları dehşete düşürmektedir. İşte sisteme çanak tutan modern hocalar da, sanki dinsiz sistemin mêmurluğunu yapıyor gibi her yorumları sisteme uygun oluyor.

 

Küresel tâğutî sistem istiyor ki, müslümanlar hep savunmada yâni Mekke’de kalsın ve sabrı ve hoşgörüyü din edinsin. Yine kendilerine yapılan her türlü zulmü hoş görsün ve buna sabretsin. Bir direnişte bulunmasın. Eleştirsin ama isyân etmesin. Tabi bu-arada da tâğutlar zulümlerinin gölgesinde servetlerine servet katsınlar. Çünkü Medîne’ye bir hicret edilirse sistemleri sarsılacak ve çok da uzun olmayan bir süre sonra 1.000 yıl süreyle yerin dibini boylayacaklardır.

 

Oryantâlistlere yalakalık yapma uğruna, zulmü bitirecek olan Medîne sürecini göz-ardı etmek ve Medîne sürecini yok saymak “alçak bir kâfirlik”tir. Çünkü “Mekke’nin imtihanı ve hakkı verildikten sonra Medîne’ye gidilmelidir” gibi bir söz edilmemekte, sürekli Mekke’de kalınması ve Medîne’ye hiç geçilmemesi istenmektedir. Zâten Medenî sûre ve âyetlerin Allah’ın vahyi değil, “Peygamber’in çıkarımı” olduğu gibi şerefsizce bir sözü söylemektedirler ki, bunu hiç sakınmadan söyleme cesâretini, yalakalık yaptıkları tâğutların koruması ve modernitenin hâkimiyeti altında bulmaktadırlar.

 

Mekke’yi kabûl edip de Medîne’yi kabûl etmeyenler, aslında Hz. Muhammed’in “peygamberliğini” kabûl etmelerine rağmen o’nu aynı-zamanda “devlet başkanı” oluşunu ve daha geniş açıdan baktığımızda ise İslâm’ın devlet talebini ve siyâsete hâkim olmak isteğini kabûl etmek istemiyorlar. Asıl dertleri bu.

 

Mazlumlar ki genelde müslümanlardır, kendilerine karşı yapılan zulme ve saldırıya karşı durduklarında “terörist” olarak gösteriliyor ve modernite yalakaları olan dalkavuk hocalar da bu direnişi “terör” olarak isimlendiriyorlar. Direnişi terörizm ile aynılaştırıyorlar. Zâlimlerin ağır kuşatması, baskısı ve saldırısına karşı ağzını açacak cesâreti gösteremeyen bu dalkavuklar ve “modernite yağdanlıkları”, sıra garibanın, mazlumun ve mâsumun direnişine gelince, bunu şiddet ve terör olarak gösteriyorlar ve bunun kaynağını da Medenî âyetler merkezinde olan tefsir ve fıkha bağlıyorlar.

 

Târihselciler ve modern hocalar, İslâm’ın sâdece ahlâkilik içeren âyetlerinin evrensel olduğunu söylüyorlar fakat ne gariptir ki târihte bıraktıkları asıl konu ahlâkiliktir. Çünkü târihselcilik, ne Kur’ân’dan, ne sünnetten ne de sahabe ve tabiinden bir dayanak bulamaz. Görüşlerini belki de sâdece bâtınîliğin şaz ve sapık görüşlerine dayandırabilir ki onların da zâten Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünden bakıldığında bir değeri yoktur. Dolayısı ile târihselcilik ve nesihçilik “türedi” bir düşünce ve modern sapıklılardan bir sapıklıktır. Târihselcilik tabî ki özgün bir konu değildir ve modern kuşatmanın ve ağır seküler baskının, psikolojilerde tahribat meydana getirmesi ve meydana çıkan eziklik kompleksi dolayısıyla böyle bir düşünceye kapılmanın bir netîcesidir. Tek dayanakları, İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Sünnetin moderniteyle uyuşmamasıdır. Yapılan şey, modernitenin İslâm’dan ve dinden daha üstün olduğunu güyâ ispatlamakla vazîfeli olan oryantâlistlerin düşüncelerine, yazılarına ve kitaplarına şerh düşmek ve tefsir yapmaktır.

 

Târihselcilerin, nesihçilerin ve ultra-modernlerin sonunda varıp-dayanacakları yer, “modernite İslâm ve tüm dinleri nesh etmiştir” noktası olacaktır. Çünkü zâten “modern nesihçi” olan târihselciler neshi kabûl ve baş-tâcı ederler. Zîrâ Kur’ân’ın en azından Medenî âyetlerini kendilerince geçersiz kılmak istiyorlar. Oysa Kur’ân, 23 yıllık târihî süreçte örnek bir model ortaya koymuştur ve bu işin başlangıcı, süreci ve sonucu “asr-ı saadet dönemi” olarak adlandırılmıştır. Kur’ân’da  bir neshin olup-olmadığı en yi bilecek olanlar tabî ki de başta Peygamberimiz olmak üzere sahabelerdir ama sahabelerden böyle bir söz çıkmamıştır. Zîrâ onlar Kur’ân’ın tümünü baş-tâcı ederek tüm zamanlar ve mekânlar için örnek bir model oluşturmuşlardır.

 

Kur’ân’da nesh edilen ve târihsel olan âyetler var ise, Peygamberimiz ve Ebu Bekir ile başlayan ve Hz. Ömer ile tamamlanan “vahyi mushaflaştırma süreci”nde, Peygamberimiz ve sahabe, güyâ nesh edilen âyetleri niçin mushafa almışlardır?. Mâdem artık onların bir hükmü kalmadı düşüncesi oluşmuştur, o hâlde sözde nesh edilen âyetlerin mushafa alınmasının nedeni nedir ki?. Fitne çıkarmak mı?. Tabi ki de hayır!. Çünkü Kur’ân’da nesh falan yoktur. Kur’ân 23 yıllık örnek bir târihte, vahyin tümünü hayâta hâkim kılma ideâlini gerçekleştirmiştir. Kur’ân da zâten bu ideâlin tüm zamanlar ve mekânlarda uygulanması için kitaplaştırılmış hâlidir. Modernitenin maddî ve rûhî kuşatmasından ve baskısından bunalan ama bir zaman sonra da bu bunalımı içselleştirip moderniteye meftûn olanların ortaya koyduğu fitnenin sonucunda istedikleri şey, “İslâmî hedeften ve iddiâdan” vazgeçerek, İslâm’a değil de moderniteye uygun olarak, en azından Medenî âyetleri yâni hükümleri târihe hapsetmekten başkası değildir. Kur’ân’da bir nesihten bahsedilecekse bu, “tüm bâtılların neshi” olabilir.

 

Gayb ile ilgili âyetleri herkesin tam da lafzen bahsedildiği gibi anlaması gerekmez. Cenneti herkes kendi zevkleri üzerinden düşünebilir. Fakat Dünyâ’ya âit olan âyetlerin tamâmı el-an geçerlidir. Lâkin gelin görün ki, târihselciler “târihselcilik” hatırına âyetleri saptırıp çarpıtıyorlar. Bununla da kalmıyorlar ve âyetlerin günümüzde geçersiz olduğunu söyleyebiliyorlar. En azından artık o hükümlerin bizi bağlamadığından bahsediyorlar. Mustafa Öztürk nesh konusunda şunları söyler ve güyâ târihselciliğe dayanak bulur:

 

“Nesh olgusu bize şunu gösteriyor: Allah ilk muhâtapların içinde bulundukları ahvâl ve şerâite yada moda tâbirle konjonktüre göre toplumsal düzen ve pratik hayatla ilgili hükümlerini değiştiriyor veyâ kimi zaman yeni bir hükümle öncekini ilgâ ediyor yahut yürürlükteki bir hükmün en azından kapsamını daraltıyor yada kayıtlıyor. Bunun böyle olduğu gün gibi âşikârken, ilginçtir, modern dönemde nesh konusuna karşı genel bir mesâfeli duruş veyâ kimi-zaman da çok ölçüsüz ve pervâsız bir karşı çıkış söz-konusudur. Nesh meselesiyle ilgili olarak Cassas’ın (ö.370/981) el-Fusûl’ünü veyâ Serahsi’nin (ö. 483/1090) UsûI’ünü açıp baktığınızda, ‘Kur’ân’da nesh yoktur’ diyen kişinin kâle alınmayacağı, hattâ böyle bir görüşü dillendiren kimsenin müslümanlıkla ilişkisinin sorgulanacağı anlamına gelen ifâdelerle karşılaşılır. Fakat ne tuhaftır ki bugün ‘Kur’ân’da nesh vardır’ diyen kişinin Kur’ân’a ve İslâm’a sadâkatinden şüphe duyulur hâle gelinmiştir”.

 

Târihselcilik ve de târihselciler, en azından “şeytanın bir projesi”dirler. Hiç gerek ve lüzûm yokken böyle bir fitneyi ortaya atmışlardır ve târihselciliğe yapılan eleştiriye de katlanamıyorlar. Yaptıkları şey işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Kendilerine iş aramışlardır. Yapılması gereken işleri yapmadıkları için, -bir cezâ olarak- yapılmaması gereken işleri yapmaya başlamışlardır.  

 

Kur’ân’ın hükümlerinin tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olmadığını söylemek, -hâşâ- İslâm’ın basit ve güdük olduğunu söylemek anlamına gelir ki, bundan sonra “İslâm’a artık gerek yoktur” demek sorun olmaz. Mustafa Öztürk şunu diyebilmektedir:

 

“Târihselci yaklaşım şu iddiâyı da savunur: Kur’ân’daki fıkhî ahkam, hukuk kodu gibi okunmak ve tüm zamanların, tüm insanların tüm tikel meselelerini çözüme kavuşturmak maksadıyla vâz edilmiş değildir. Kaldı ki Kur’ân’ın bize metin olarak intikâlini Hz. Ömer’in hassâsiyetine borçlu olduğumuz müsellemdir”.

 

Güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Peygamberimiz, hem Mekke hem de Medîne için güzel örnektir. Hem direnişin, hem de devletin ve gücün güzel örnekliğini göstermiştir. Sâdece Mekke’nin örnekliğini yapmamıştır ve evrensel olan âyetler ve sûreler de sâdece Mekkî sûreler ve âyetler değildir.

 

Batı’lılar, modernite ve onların sözde müslüman taşeronları her ne kadar da özellikle Medenî âyetlere düşman olsa da, Kur’ân bir bütündür ve tüm zamanlardaki ve mekânlardaki müslümanlar, Mekkî âyetlerle iç-âlemlerini inşâ edip çürük-çarık ayıklandıktan sonra, Medenî âyetlerle de bir toplum-devlet-medeniyet süreciyle İslâm’ı hayâta hâkim kılmakla mükelleftirler.

 

Tasavvuf da Mekke’yi esas alır ve Medîne’yi görmezden gelir. Zîrâ Mekkî âyetlerde yoğun bir rûhânî tecrübe ve söylem olmasına rağmen, Medenî âyetlerde bâriz bir amel-eylem emri vardır ki tasavvufta bu pek konu edilmez. Çünkü tasavvufçular aradıkları malzemeyi Medîne’de bulamazlar. Mekkî âyetler yoğun bir soyutluğa sâhip âyetler olduğundan, bu âyetler üzerinden kendilerine göre yorum yapmaları kolay olmaktadır. Tasavvufçular, modernistler ve târihselciler, İslâm’ın Medîne ile birlikte sağlam bir şeriat yâni her alanda “güzel örneklik” ile pratiğe dökülen kânunlar vâz etmesini bir türlü hazmedememektedirler. Zîrâ bu durum onların kafa ve beden konforlarını fenâ hâlde bozmaktadırlar. O nedenle de sürekli olarak Mekkî âyetleri ön-plâna çıkarmak ve Medenî âyetleri gözden uzak tutmak ve hattâ iptal etmekle uğraşmaktadırlar. Çünkü mevcut durum Medîne’ye karşı alerjisi olanların îmânî zaaflarını da açığa çıkarmaktadır.

 

Mekke ve Medîne yâni asr-ı saadet süreci, târihin bir döneminde ve 23 yıllık bir diliminde ortaya konan tüm zamanlarda içselleştirilebilecek “doğal bir örnekliktir” ki zâten 1.400 yıl önce yaşayan Peygamber örnekliği de işte bu nedenle Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir.

 

Kur’ân, tüm zamanlar ve mekânlar için, “güzel örneklik” ile de pratikliği gösterilmiş bir şekilde bütünüyle uygulanmak için mü’minlerini beklemektedir. Tabi bu bir süreçtir ve süreç Mekke’den başlayacak, liyâkatini ispât eden ve Allah’ın rızâsını kazanan müslümanlar, Allah’ın yardımını da hak etmiş olarak, İslâm’ı, bir toplum-devlet-medeniyet süreciyle hayâta yeniden hâkim kılabilecekler ve Medîne’yi kendi zamanlarında ve mekânlarında yeniden inşâ edebileceklerdir. Bu süreç, Mekke’nin bâki kılınıp Medîne’nin blôke edilmesiyle baltalanmak istenmektedir. İşte bu nedenle Allah, tüm zamanlardaki ve mekânlardaki vahyin muhâtaplarına soruyor ve onları şu şekilde uyarıyor:

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder