“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan,
seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar
ancak zan ve tahminle yalan söylerler”
(En-am 116).
Demokrasi, “en iyisini seçmen bilir” görüşü üzerine
inşâ edilmiş “bâtıl bir seçim ve yönetim-şekli”dir. Fakat “en iyisini seçmen
bilir” sözü yerini hiç-bir zaman bulmaz ve bu nedenle de pratikte işe yaramaz.
Demokraside seçmenler, yönetecek ve kânun yapacak olanlara 4-5 yılda bir destek
verdikten sonra yâni seçilenlerin seçmenlere ihtiyâcı kalmayınca, bir sonraki
seçimde yeniden ihtiyaç duyulana kadar artık hiç kimse halka görüşünü,
düşüncesini ve fikrini sormaz. Hattâ bu düşünülmez bile. Zâten halk da,
kendilerine danışılması düşüncesinde olmadıklarından dolayı 4-5 yılda bir
duygularına-hislerine göre seçim yapmayı yeterli bulurlar. Bu nedenle demokrasi
aslında “uygulanması imkânsız bâtıl bir yöntem”dir. Zîrâ seçim sonucunda aslında
yine “modern bir krallık sistemi” yürürlükte olur. En başta bir kral-pâdişah
(devlet başkanı), sonra “kubbe vezirleri” (bakanlar) ve sonra da hiyerarşiye
göre diğer yetki sâhipleri (bürokrasi) yönetimde olurlar.
Demokrasilerde bilgi ve bilince dayalı bir seçme ve
yönetme şekli yoktur. Seçenler duygularına, seçilenler de hatır-gönül
yakınlığına göre atanırlar ve görev alırlar. Bu nedenle seçilmiş olanlar,
seçilenler tarafından değerlendirilirken; bilgi, bilinç, hak, adâlet, ehliyet
ve liyâkate göre değil, “kendilerinden olma”ya göre değerlendirilirler ve bu
bağlamda yanlışlar bile alâkasız da olsa bir yorumla görmezden gelinir.
İnsanlar
demokratik seçimlerden önce lîderlerin mitinglerde halka hitâp ederken
kendilerine ne söylediklerinden çok, yapılan hitâbetin beklentilerini ne kadar
karşıladığına bakarlar. Zâten bir-zaman sonra artık lîderlerin ne dediğine hiç
bakılmaz ve halk için önemli olan şey, lîderlerin rakiplerine laf sokması, kendilerine
has hareketleri, üslûpları vs. olur. Lîderler da halkın bu beklentisine uygun
konuşmaya başlarlar, böylece körü-körüne de olsa birbirlerine olan bağlılıkları
devâm eder. Evet; halkın lîderlere olan meyli duygulara dayanırken, lîderlerin
halka olan alâkası da duygulara-hislere dayanır ve lîderler de artık hep buna
önem verirler. Hattâ lîderler giyiniş, duruş, konuşa, uslûp gibi konularda
uzmanlardan bu yönde taktik alırlar.
Artık bu lîderlere bağlanan genel halk kitlesine
göre, lîder ne derse-desin, ne yaparsa-yapsın “doğru” demiştir ve “doğru” yapmıştır.
Lîderin aslında dediğini dinlemedikleri için, anlamadıkları yada doğru bir
şekilde değerlendiremedikleri sözleri bile; “vârdır bir bildiği”, “üst akıl”dır,
“biz onlar gibi anlayamayız, bilemeyiz”, “mutlakâ danışmanlarla birlikte
aldıkları doğru bir karar vardır” vs. düşüncesiyle destekleri devâm eder ve böylece
bir-çok yanlış da desteklenmeye başlanır yada destek artarak devâm eder.
Demokrasilerde işleyiş budur. Öyle ki, yapılan hiç-bir uyarı halka fayda
vermez. Zîrâ duygular bir kere o yönde konuşlandırılmıştır. Üstelik modern insanların
duyguları, ilâhî olana değil de seküler olana yaslandığından, modern insanın
değerlendirme yapacak bir ölçüsü de yoktur.
İnsanlar demokrasilerde bilgilerine ve mantıklarına
göre değil, duygularına göre davranırlar ve seçimlerini de duygularına göre
yaparlar. İşin daha kötü yanı ise, insanların genelinin duyguları, bilgi ve
bilince dayanmaz. Doğal da değildir. Modern ideolojiler, teoriler ve sistemler
tarafından empoze edilmiş ve dayatılmış duygulardır insanların duyguları. Yâni
seküler-demokratik sistem ilk önce doğala, normâle ve fıtrata uygun olmayan
sûnî duyguları insanlara empoze eder, sonra da o duyguları kışkırtacak şekilde yaptıkları
propagandalarla insanları etkilerler. İnsanlar da böylece kışkırtılmış ve yönlendirilmiş
duygularla seçimlerini yaparlar ve nihâyet belli bir zihniyete daha çok rağbet
olunca yada insanların duyguları belli bir partiye ve lîdere daha fazla yönelince,
o parti ve lîder yönetimini devâm ettirir.
İnsanların aldığı çoğu karar rasyonel analizlerden
ziyâde, duygusal tepkilere ve anlık sezgilere dayanır.
Demokratik sistem ve demokrasinin lîderleri, halkın, “duygularını
yönetememesinden” faydalanır ve propagandasını daha iyi yapan ve belli bir
furya tutturmuş olan parti ve lîder seçimleri kazanır durur. Çünkü insanlar dînî,
siyâsî, ekonomik ve sosyâl bilgi ve bilince sâhip değildirler ve bu nedenle de
mecbûren kitlesel yönlendirmelere göre düşünürler ve hareket ederler. Zîrâ
Allah’ın, kendilerine “insan olmaktan dolayı” yüklemiş olduğu sorumluluğu göz-ardı
etmişler, akıllarını-mantıklarını kullanmaktan kaçınmışlar ve bu bağlamda
Allah’ın emir ve tavsiyelerini de dinlememişlerdir. Böylece “duygusal” bir
toplum ortaya çıkmış yada çıkartılmıştır. Böylece bu duygusal toplumun
yönetim-şekli demokrasiden başkası olmayacaktır. Yoksa insanlar gerçekten
bilgiye ve bilince dayansalar, “Allah’ın yönettiği tüm kâinatta bir kusursuzluk
var ve süper düzenli ve hatâsız bir işleyiş devâm ediyor, o hâlde Dünyâ’da insanlar
arasındaki yönetim de Allah’ın dediği gibi olmalıdır ki Dünyâ’da da aynen
kâinattaki gibi kusursuz bir düzen hâkim olsun” derlerdi -ki fıtraten buna
meyyâldirler- ve Allah’ın emrettiği gibi yönetecek olanları desteklerlerdi.
Bir keresinde ünlü bir türkücü, bir-kaç konukla
birlikte katıldığı bir müzik programında, sunucu hatırlayamadığı bir türkünün
adını o türkücüye değil de diğer konuklara sorunca ve konuklar da bilemeyince,
o ünlü türkücü haklı olarak şöyle demişti; “niye bana sormuyorsun da onlara
soruyorsun, ben varken bir türkü başkasına sorulur mu?”. Yâni işin uzmanı
varken bir konu hakkında konuyla pek de alâkası olmayan birilerine danışmak
nasıl ki yanlışsa, yönetim konusunda, âlemleri kusursuzca vâr edip yöneten
Allah varken, O’nun dediği gibi değil de, duygularına göre seçenlere ve
duygularına ve de çıkarlarına göre yönetenlere göre Dünyâ yönetilmeye
başlandığında, mutlakâ Dünyâ kaosa sürüklenecek ve bir türlü normâlleşme
olmayacaktır. Noah Harari bu konuda şöyle der:
“Referandum ve seçimler her zaman
insanların duygularıyla ilişkilidir, mantıklarıyla değil. Demokrasi mantıklı
tercihler yapmaya ilişkin bir mesele olsaydı, herkese eşit oy hakkı tanımanın
hattâ belki de herhangi bir oy hakkı tanımanın hiç-bir mantıklı gerekçesi
olmazdı. Öyle yada böyle, seçim ve referandumlar ‘ne düşündüğümüzle’ değil ‘nasıl
hissettiğimizle’ alâkalıdır. Ve iş hislere gelince Einstein ve Dawkins’in hiç
kimseden farkı yoktur. Demokrasiye göre insan duyguları gizemli ve derin bir
kavram olan ‘özgür irâdeyi’ yansıtır, bu ‘özgür irade’ otoritenin temel
kaynağıdır ve kimi insanlar diğerlerinden daha akıllı olsalar da tüm insanlar
eşit derecede özgürdür. Okuma-yazma bilmeyen bir hizmetçinin de Einstein ve
Dawkins kadar özgür irâdesi vardır. Seçim-günü geldiğinde de verdiği oya
yansıyan hisleri herkesinki kadar geçerlidir”.
Bir zamanlar kendini çok akıllı zanneden bir manken,
câhilce, “benim oyum ile dağdaki bir çobanın oyu eşit olamaz, çünkü ben vergi
veriyorum” demişti. Zannediyordu ki, oy vermek vergiyle, bilgiyle ve ünlü
olmakla alâkalıdır. Oy vermek tamâmen körü-körüne olan bağlılıklardan
kaynaklanan duygu ve hislere göre olur ve her insanın duygu ve hisleri aynıdır
ve eşittir. Hiç kimse “benim duygularım daha değerlidir” diyemez. Bu nedenle de
“benim oyum dağdaki çobanın oyuyla bir olmaz” sözü, beş para etmez bir mantık yürüt(eme)medir.
Demokrasi duygulara ve hislere hitâp eder. Zâten insanlar
da bu nedenle, ne olursa-olsun destekledikleri kişileri desteklemeye devâm
ederler. Kendilerine ne kadar mantıklı, bilgiye ve istatistiklere dayanan,
hattâ bâriz ve gözle görülür bir şekilde, destekledikleri partilerin ve lîderlerin
yapmış olduğu yanlış işler gösterilsin, insanlar yine de mantığa ve haklılığa
dayanan bir karâra göre değil, kendilerinde bulunan ve babadan-oğula geçen alışkanlığa
ve duygu durumuna göre hareket edecekler ve yine de zâten her pahasına
destekledikleri partilerine ve lîderlere oy vereceklerdir.
Bir keresinde çok uzun yıllardır il ve ilçe
yönetiminde iktidâr olan bir partinin destekçisi olan İzmir’li bir kadına, “iktidar
partisinin yönettiği şehirler daha çok kalkındı, bir ise yerimizde sayıyoruz,
çünkü bizde yapılan bir şey yok” denilince, mevcut partinin destekçisi kadın, “olsun,
yeter ki iktidardakiler başa gelmesin de biz yine az kalkınalım” demişti. Yâni,
onun için kalkınmak ve iyi işler yapmak değil, duygularının bastırmasıyla
körü-körüne tâkip ettiği parti yönetiminin değişmemesi ve yerinde kalması daha
önemliydi. Aslında zımnen şunu demiş oluyordu; “biz ‘Altınyol’a
(Karşıyaka-Konak arasındaki tek kara ulaşım yolu) mahkûm olalım ve o yolda gün
geçtikçe artan trafiğin içinde sıkışıp kalalım ama mevcut parti yönetimi
değişmesin”. Şimdi bunun bilgiye ve mantığa dayanan bir yanı var mı?. İnsanlar
seçimlerini neye göre yapıyorlar ve yapmalıdırlar ki?. Eğer gerçekten bilgiye,
adâlete ve mantığa dayansalardı, hangi partiden olursa-olsun, en iyi yönetimi
gösteren yada gösterecek olan adaya oylarını verirlerdi. Fakat insanlar, kendi
sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî, yaşam tarzları ve inanışlarına uygun
gördükleri düşünceye, zihniyete ve eyleme sâhip olan partilere ve lîderlere oy
verirler. Meselâ aslında insanların içten-içe hoşlarına gitmesine rağmen, “benimsemedikleri
yada alışık olmadıkları bir partinin adayı” olduğu için pek de sözünü etmedikleri
bir kişi, belediye yönetiminde bir-çok iyi ve doğru uygulamalar yapmış ve iyi
bir yönetim sergilemişti. Hattâ bunun ödülü olarak da ilçe yönetiminden sonra
il yönetimine aday gösterildi ve insanlar da onu destekledi. Fakat insanlar
yine de daha kötü bir yönetim göstermiş olsalar da, duygularının da etkisiyle
bağlı bulundukları partileri ve lîderleri desteklemeye devâm ederler.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı aslında demokrasilerde
akıl ve mantık geçersizdir. Kişiler körü-körüne de olsa, bir şekilde duygularında
yer etmiş olan partilerin adaylarına oy verecekler ve değişen çok da bir şey olmayacaktır.
Türkiye’de de görüldüğü üzere, sağcıların sayısı her zaman daha fazla olduğundan
dolayı, iktidar her dâim sağcılarda kalacaktır. İsterse yönetimleri iyi olmasın
ve diğer tarafın projeleri ve vaâdleri daha iyi olsun.
Lâkin şu da var ki, insanlar
târih boyunca iki şeyi tâkip etmiş ve desteklemiştir ve hattâ bu iki şeye
taparcasına bağlanmış ve sığınmıştır: Para ve silah. Yusuf Kaplan: “Batı,
geliştirdiği fikirlerin sağlamlığıyla değil, geliştirdiği silahların
sağlamlığıyla hâkimiyet kurdu” der. İnsanlar da zâten batı’yı, fikirlerine göre
değil, para ve silah gücüne göre değerlendirmektedirler. Allah’tan kopuk olan
duygu ve düşünceler beşerî güce ayarlıdır. Çünkü silahların yâni gücün
hâkimiyetinde duyguların yönlendirilmesi ve yönetimi çok kolay ve etkili olur. Bu
yüzden eğer çok desteklenen parti ve lîder, halkın ekonomisine zarar verirse,
yâni, halkın parasına dokunursa ve insanların hayat standartlarını belli bir
oranda kötüleştirip düşürürse halk onu ilk seçimde def ediverir. Fakat
demokratik lîderler buna fırsat vermezler ve özellikle medya yoluyla bu sürecin
önünü tıkarlar. Bu konuda N. Harari şunları söyler:
“Demokrasi,
Abraham Lincoln’ın; ‘tüm insanları bir süre kandırabilirsiniz, bir-takım
insanları sürekli kandırabilirsiniz ama tüm insanları sürekli kandıramazsınız’
prensibi üzerine kuruludur. Bir hükümet yozlaşmış ve insanların hayâtını
iyileştirmekten âcizse, eninde-sonunda yeterli sayıda vatandaş durumu idrâk
eder ve bu hükümetin yerine başkasını getirir. Ancak hükümetin medya üzerindeki
kontrôlü Lincoln’ın mantığını boşa çıkarır çünkü bu durum vatandaşların hakîkatin
farkına varmasını engeller. Medyayı tekeline alan oligarşi tüm
başarısızlıklarını tekrar-tekrar başkalarının üzerine atıp dikkati hayâli yada
gerçek-dışı mihraklar üzerine çeker. Böyle bir oligarşide yaşadığınızda
öncelik, sağlık hizmetleri ve çevre kirliliği gibi sıkıcı konular değil her
dâim patlak veren şu veyâ bu krizdir. Millet dış saldırılara yada şeytânî
darbelere mâruzken, dolup-taşan hastâneleri ve kirli dereleri kim kafaya takar
ki?. Yozlaşmış bir oligarşi dur-durak bilmeyen kriz selini bahane ederek
egemenlik süresini dilediğince uzatabilir”.
Demokrasinin lîderleri,
hayâtiyetini sürekli olarak, memleket sanki krizin eşiğindeymiş korkusuyla sürdürürler.
Onlar giderse devlet yıkılacaktır ve bir kaos oluşacaktır. Bundan korkan halk
ise duygularını “düzenin şimdilik değişmemesi yönünde” şartlandırır. Böylece
mevcut hükûmet yönetimini sürdürür. O hâlde demokrasinin, “korkutularak
yönlendirilmiş duygulara” çok ihtiyâcı vardır. Çünkü her-şey yolundaysa
demokrasilerdeki kapışmalar neye dayanacak ki?. O hâlde demokrasilerde mutlakâ
rakipler ve sorunlar olmalıdır. İnsanlar, sözde kriz durumlarında bilgilerine
göre değil, içgüdülerine ve duygularına göre karar verirler. Tabi bu kararlar genelde
doğru olmaz. Çünkü kriz durumlarında olayın tahlili için yeterli süre bulunmaz
fakat halk da zâten böyle tahlillerden hem anlamaz hem de “şimdi sırası mı
bunun” der geçer. Tabi o sıra hiç-bir zaman gelmez. Doğru karar verip doğru
seçimler yapmak, bilgiye ve bilince dayalı olarak “meleke kesbedilmesinin”
sonucunda olur ancak.
Netîcede demokrasi, insanların
seçimlerini yaparken bilgilerine, akıllarına ve mantıklarına değil, duygularına
başvurduğu sistemin adıdır. İnsanlar yüreklerinin sesini dinlediklerini zannederlerken,
aslında duygularının yada nefislerinin seslerini dinleyerek seçimlerini yaptıklarının
farkında değildirler. Zîrâ duygular ve nefisler genelde bilgi, bilinç ve şuurla
değil, çıkarlarla inşâ edilip yönlendirilir. Duygulara yada nefislere yâni çıkarlara
göre verilmiş kararlar ise, ya “tamâmen duygusal”, yada “tamâmen câhilce”dir.
Tabi sünnetullahın bir gereği olarak, câhilce yapılan işler kötü sonuçlar
verecektir. Zîrâ Allah akıllarını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır:
“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme
(imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)
Demokratik seçimler,
duyguların yönettiği insanların seçimlerini “otomat olarak” yaptığı bir yönetim
(daha doğrusu yönetememe) şeklidir.
Demokrasi, duygulardan
dolayı “ön-yargıların seçimi ve yönetim-şekline destek verme”nin adıdır. Ön-yargılar
duyguları şekillendirir ve bu duygularla seçim yapılır. Seçimler ve seçmeler,
düşüncelere göre değil hislere-duygulara göre olur.
“Koyunun olmadığı yerde
keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misâli; İslâmî yönetim-şeklinin hâkim olmadığı
yerlerde demokrasi iyi bir yönetim-şekli gibi gösteriliyor ve insanlar da
kararlarını akıllarına, mantıklarına ve bilgilerine göre değil de, daha çok
duygularına ve hislerine göre verdikleri için demokrasiyi matah bir şey
zannediyorlar. Zîrâ “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz’in vahiy-merkezli olarak
ideâl bir şekilde uyguladığı İslâmî yönetim şekli gözlerden ve zihinlerden, dolayısıyla
da uygulamadan uzak tutulmaktadır. Bu nedenle de genel halk kitlesi demokrasiye
mahkûm olmakta ve seçimlerini -demokrasinin bir gereği olarak- duygularına ve
hislerine göre yapmak zorunda kalmaktadır.
Velhâsılkelam, demokrasi,
insânî duyguların silinip yerine liberâl-hayvânî (evrimsel) duyguların yada
güdülerin hâkim olduğu modern-seküler Dünyâ’da yönetimi elinde tutmaya ve
Dünyâ’yı ifsâd etmeye devâm etmektedir. Bu mevcut durum, insanlar akıllarını
başlarına alınca yada “acı azâbı görünce” kendilerine gelip de mevcut Allah’sız
sistemi eleştiri, îtirâz ve isyân ile sorguladıkları ve nihâyet küfür, şirk ve
zulüm sistemi de büyük bir devrimle devrilinceye kadar” sürecektir:
“.. Zulmetmekte olanlar,
nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” (Şuârâ 227).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir
Hârûn Görmüş
Hazîran 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder