“Biz, daha hayırlısını
veyâ bir benzerini getirinceye (kadar) hiç-bir âyeti neshetmez (hükmünü
yürürlükten kaldırmaz) veyâ unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten her-şeye
güç yetirendir” (Bakara 106).
Nesh lûgatta: “Şer’i bir hükmü
yine şer’i bir emirle kaldırmaktır. Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını
çoğaltmak. İptâl etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. Nakletmek, kaldırmak,
bir şeyi zâil kılmak” anlamlarındadır. Îtikâda âit olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde
nesih olmaz, bunlar sâbit birer hakîkattirler.
Nesh kelimesi bir usûl
terimi olarak, “şer’î bir hükmün daha
sonra gelen şer’î bir delille kaldırılması”nı ifâde eder. Buna göre nesh edilen hüküm “mensuh”,
nesh eden şer’î delil “nâsih” diye adlandırılır.
Nesh denilince genellikle “metni
bâki, hükmü mensuh âyetler” anlaşılır. Fakat metni bâki fakat mânâsı iptâl edilmişse, bâki
olan metnin ne faydası vardır?. Orada bir çelişki olarak mı durmaktadır?.
Nesh aslında, yeni yada
yenilenmiş bir din indiğinde ve peygamber tarafından uygulaması yapıldığında,
“önceki dînin bâzı kurallarının kaldırılması yada değiştirilmesi” anlamındadır. Başta verilen âyet de bundan bahseder. Zâten Bakara
106. âyetini siyak ve sibakıyla birlikte okuduğumuzda, âyetin, önceki kitaplar
ve ümmetlerden bahsettiğini yâni ehl-i kitap bağlamında indiği görülür:
“Kitap Ehlinden olan kâfirler
ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler.
Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sâhibidir. Biz,
daha hayırlısını veyâ bir benzerini getirinceye (kadar) hiç-bir âyeti neshetmez
(hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veyâ unutturmayız. Bilmez misin ki Allah,
gerçekten her-şeye güç yetirendir. (Yine) bilmez misin ki, gerçekten göklerin
ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız
yoktur. Yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği gibi, siz de Resûlünüzü
sorguya mı çekmek istiyorsunuz?. Kim îmânı inkâr ile değişirse, artık o, dümdüz
yoldan sapmış olur. Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli
olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, îmânınızdan sonra
sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah’ın emri gelinceye kadar
onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah,
her-şeye güç yetirendir” (Bakara
105-109).
Nesh, eski şeriatın kaldırılıp,
yeni bir şeriatın getirilmesidir ki bu sâdece Allah’a mahsus bir iştir. Bu nedenle
Allah’tan başkasının nesh etme yetkisi yoktur ve olamaz. Zîrâ şeriatı getiren
O’dur.
Demek ki nesh, önceki
dinlerle yeni dinler arasındaki, îtikâdî olmayan konularda, zamâna ve yöreye
has olan ve değiştirildiğinde insanları çok da etkilemeyecek olan bâzı
konularla ilgilidir. Yoksa nesh, “Kur’ân’daki bir âyetin hükmünün bir-süre
sonra yada Mekke’de inen bir âyetin Medîne’de nesh edildiği yâni iptâl edildiği”
anlamında değildir. Bu bağlamda nesh edilmiş tek bir âyet bile yoktur. Allah,
vahiylerini, sosyo-kültürel bir ortama, dinleri, dilleri ve bir yaşam-şekilleri
olan, canlı insanlara ve bir “yaşanmışlık” üzerine indirir. Hattâ vahiy çoğu zaman,
indiği dönemdeki târihte yaşayanların sorduğu bir soru yada yaşadığı bir sorun
üzerine iner. Yanlış bir düşünce, söz ve uygulamanın değiştirilmesi yada düzenlenmesini
(nesh) konu edinen âyetler olur inen vahiyde. Çünkü vahiy, indiği dönem ve
vahye mutâhap olan insanlar üzerinden tüm zamanlar ve mekânlar için bir “örneklik”
ortaya koymak ister. Zîrâ vahiy bir “hayat tarzı” ve “medeniyet projesi”dir.
Allah’ın, seçtiği
peygamberlere indirdiği vahiylerde, temelde bir değişme, çelişki ve nesh olmaz.
Meselâ “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allah göklerin ve yerin rabbidir”, “rızkı
veren Allah’tır” gibi temel îmânî ve gaybî konularda bir değişmenin ve -hâşâ-
neshin olması söz-konusu bile değildir. Târih boyunca meydana gelen değişimler,
gelişmeler, coğrafyanın ve kültürün etkisi, dilin farklılığı yada bir “cezâ
olarak”, yeni nâzil olan vahiyde, eski vahiydeki bâzı uygulamaların değiştirilmesi
yada düzenlenmesi meselesidir nesh denilen konu. Meselâ bir cezâ ile eski vahiyde
câiz olan bir şey, yeni vahiyde yasaklanabilmektedir:
“Yahudi olanlara her
tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veyâ
bağırsaklarına yapışan veyâ kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara
haram kıldık. ‘Azgınlık ve hakka tecâvüzde bulunmaları’ nedeniyle onları böyle
cezâlandırdık. Biz şüphesiz doğru olanlarız” (En-âm 146)..
Yine meselâ, iki kız-kardeşi aynı-anda birlikte
almak Kur’ân’da yasaklanmıştır: “İki kız kardeşi bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram
kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nîsâ 23).
Fakat bu yasak, “önceleri yapılan fakat artık yapılmaması istenen bir
yasak”tır. Bilindiği gibi İslâm peygamberi Hz. Yâkub, iki kız-kardeşi birlikte
almıştı. Yâni dayısının kızları olan Lea ve Rahel’le (Rahel, Yûsuf ve
Bünyamin’in annesi) aynı-anda evli bulunmuştu. Kur’ân bunu yasaklamıştır ama o
dönemde bunu yapan bir peygamber vardı. Dolayısı ile bu durum o zamanlar
a-normâl olarak görülmüyordu. Zîrâ Hz. İbrâhim’in dîninde iki kız kardeşle
aynı-anda evli olmak câiz idi.
Yine, Hz. Yahyâ’nın yiyecek olarak
çekirge ve yaban-balı yediği söylenir: “Yahyâ’nın abası deve kılındandı,
belinde deri kuşak vardı. Yaban-balı ve çekirge yerdi” (Matta 3:4). Fakat günümüzde
hiç-bir müslüman bu tarz bir beslenme tarzı uygulamaz.
Başka bir örnek ise Hz. Âdem’in
çocuklarının “çapraz evlilik” konusudur. Buna yapılan modern îtirâz, “Hz.
Âdem’in çocukları ensest ilişki mi yaşadılar” şeklindeki anlamsız sorudur.
Şimdi; insanlar yaşadığı zamândan ve
mekândan etkilenir doğal olarak. Modern zamanlarda ise bu etkilenme çok aşırı
gitmiş ve artık insanlar; egemen ideoloji, düşünce, anlayış, bakış-açısı,
konjonktür merkezli bir düşünceye sâhiptirler ve modern düşünce ve eylemlere aykırı
olan düşünce ve eylemleri çok fazla yadırgıyorlar ve yargılıyorlar. Yâni
alışmış ve aşırı şekilde bağlanmış oldukları modern düşünceden farklı bir
düşünceyi kabûl edemiyorlar. Bu durum modern insanların ve de müslümanın bir
hastalığıdır. Modern müslümanlar, modernizm karşısındaki yenilgilerinin
netîcesinde, artık kıyaslamalarını İslâm-merkezli değil, modernizm-merkezli
yapmaya alışmışlardır ve bu merkezde olmayan kıyaslamaları dışlamaktadırlar.
Günümüzde iki kardeş arasında yapılacak evlilik hiç hoş karşılanmayacağı ve
nefretle kınanacağı gibi, zâten Kur’ân’da da yasaklanmıştır. Yâni nesh edilerek
kaldırılmış ve iptâl edilmiş bir konudur bu. Buna kimse îtirâz etmez-edemez.
Çünkü artık mukâyese yapacağımız küresel bir gelenek ve bağlayıcı bir Kitap
vardır. Buna rağmen bir kıyaslama yapmak abestir. Fakat, Hz. Âdem ve Havvâ’dan
başka insanın olmadığı bir Dünyâ’da çocukların birbiriyle evlenmelerinin yanlış
olduğunun kıyası ne ile yapılacaktır?. Eğer Allah yasaklamamış ise Âdem ve
Havvâ bunu niçin “yanlış” olarak görsünler ve böyle bir evliliğe niçin karşı
çıksınlar?. Meselâ şöyle bir şey söyleyelim: Hz. Âdem’in, Hz. Havvâ’da fizîki
olarak beğenmediği bir yer var mıdır?. Meselâ Havvâ’nın kaşlarını almamasını
eleştirebilir ve bundan rahatsız olabilir mi?. Kıyaslama yapacağı kaşlarını
almış ve düzeltmiş başka bir kadın-örneği yoksa bunu nasıl yapsın ki?.
Çocuklarının evlenmesinde de kıyaslama yapacakları bir örnek yoktur ve bu tarz
bir evlilik şeklinin ya Allah’ın vahyi ile yada ilham ile akla geldiği
düşünülebilir. Bu nedenle de gâyet doğal bir durumdur o zamâna göre.
Evet; sorun, mukâyese sorunudur. Biz
kıyaslamayı, günümüz üzerinden, hem de tüm meta-fizik değerleri silip, yerine
seküler-profan alışkanlıkları getiren modernizm üzerinden yapıyoruz. Modernizme
uymayan kıyaslamayı kabûllenemiyoruz ve başlıyoruz aşırı yorumlamalarda
bulunmaya ve olmadık sözler söylemeye. Bu uğurda Kur’ân’ı da didik-didik
ederek, tam da modernizmin istediği şekilde bir yorum bulmaya çalışıyoruz.
Hattâ böyle bir yorum bulmak için bir yerlerimizi yırtıyoruz. Tâ ki modernizme
uyan bir yorum bulana kadar. Son zamanlarda bâzı hocalarımızın bu uğurda
“câilun” kelimesi merkezli yâni “Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı ve bir-çok
insan topluluğunun olduğu” modern yorumları ortalığı bulandırmıştır. Günümüzde
demokrasiden başka yönetim şeklini hayâl edemeyip de eski zamanlardaki başarılı
krallık rejimlerini nefretle ananların yaptıkları gibi. Modern bilimde de öyle;
Newton’un yerçekimi yasası bir-kaç yüzyıl boyunca “mutlak doğru bir yasa”
olarak kabûl edilmesine rağmen, günümüzde ise Einstein’in genel izâfiyet
(kütle-çekim) yasası kabûl ediliyor ve Newton’un yasasını artık kimse
söz-konusu etmiyor. (Hâlbuki -ikisi de yanlış olması bir yana- kanımca Einstein
teorisine göre Newton’un yerçekimi yasası daha doğru ve mantıklıdır). Modern-bilim
Allah’a dayanmadığından ve tam-aksine Allah’ı hesâba katmadığından dolayı
hiç-bir zaman kesinliğe ulaşamaz. Zâten bu nedenle de “yanlışlanabilirlik”
saçmalığından bahsedilir. Sonuç olarak modern-bilim sürekli olarak neshe
uğramak zorundadır. Beşerî sistemlerin kaderidir bu.
Önceki dinlerde kabûl görüp uygulanan
şeylerin yeni dinde değiştirilmesi yada düzenlenmesi, hem zamanla meydana çıkan
farklılıklar ve yenilikler, hem de yeni nâzil olan vahiyle gelen âyetlerde yeni
düşüncelerin ve anlayışların oluşmasıdır. Allah’ın, yeni gelen vahiyle eski
vahiydeki bâzı uygulamaları değiştirmesindeki hikmet, vahiy zamanla, mekânla ve
kültürle alâkalı olduğundan dolayı, yeni vahiyle yasaklananların, önceki
târihte bir kıyaslama yapılamadığından dolayı, yasaklanması için herkesi tatmin
edecek bir gerekçenin olmamasıdır. Zâten nesh edilen uygulamalar “temel”
konular değildir ve insanların yapmaya alıştığı şeylerle alâkalıdır.
Gerek klâsik dönemde gerekse
de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh edildiği
için, yaşadıkları dönemde artık geçerli olmadığını söylemişlerdir. Bir İslâm
toplumu, devleti ve medeniyetinin olmayışı nedeniyle uygulanmayan hükümler ve
davranışlar, “aslâ uygulanamaz” gibi gösterilmektedir. Bunu, aynı yanlışta
birleşen, hem vahyi târihe hapseden “târihselciler”, hem de vahyi modern
telâkkinin nesnesi yapan “evrenselciler” yapmaktadır. Modern müslümanların bir
kısmı, sanki görevlendirilmişçesine, vahyi yâni Kur’ân’ı iptâl etmek yada hükümlerini
geçersiz kılmak için canla-başla çalışmakta ve didinmektedirler. Allah böyle
kişilerden sakınmamızı emreder.
“Gerçek şu ki, dinlerini
parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan
değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını
kendilerine haber verecektir” (En-âm
159).
İktidârın desteklediği
hizip, zamânın en makbûl hizbi olmuştur. “Halk hükümdârın dînindendir” sözü
îcâbınca, insanlar “hükümdar garantili” olan yollara daha rahat katılmış ve o
yolun düşünce ve davranışını benimseyip ona alışmıştır. Böylece ümmetteki
farklılıklar “hayır” olmaktan çıkıp fitneye sebep olmuştur-olmaktadır. Artık
her grup, kendi alıştığını en doğru din zannetmektedir. Öyle bir duruma
gelinmiştir ki, kendi hizbinin-mezhebinin-târikatının-yolunun dediğini haklı
çıkarmak için vahiy bile göz-ardı edilmiş ve hattâ vahyin sözü, bağlı olunan
hizbin sözünün yanında ikinci-üçüncü plânda kalmıştır. Bu uğurda nice âyetler
için, “nesh edilmiştir” yâni “hükmü kalmamıştır” denebilmiştir. Kendi dandik
görüşleri kıyâmete kadar bâki kalarak hükmünü sürdürebilecek ama Allah’ın hükmünü
içeren âyetler nesh edilerek etkisizleştirilecek. Bunu bir îman umdesi olarak
yapmışlardır-yapmaktadırlar. Çünkü savundukları görüşlerine ve düşüncelerine
birebir aykırıdır bu âyetler. Kur’ân bu konuda da bizi ciddî bir şekilde
uyarır:
“….Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Kur’ân’ın hiç-bir âyeti
“belli bir târihe özel” kılınmış değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm
zamanları ve mekânları kapsar. Tabi “her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, ne
olursa-olsun ille de uygulanacak” diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin
ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin
gereği ve anlamı olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa,
-âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve
âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri
olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili
âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş
ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve
hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar,
Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır. Bu nedenle
Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda,
gerektiğinde yeniden gündeme gelecek ve o âyetlerle hükmedilebilecektir. Modern
müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o
âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini
kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu,
tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının
gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez.
Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda
olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz
kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.
Bakara 240. âyetin, yine Bakara 234. âyet ile nesh
edildiği söylenir. Yâni, nesh eden (nasih) âyet, nesh edilecek (mensuh) olan âyetten
önce gelmiştir. Fakat bu uygun bir durum değildir. Burada
neshten söz etmek Allah’ın kelâmına yakışmayan bozuk bir tertibin mevcûdiyetini
kabûl etmek demektir. Bir-önceki âyetle bir-kaç âyet sonra gelen bir âyetin
nesh edildiğini söylemek, Kur’ân’ın önermesi değil, kafasına göre bir din
kurmak isteyenlerin fantezisidir.
Kur’ân, bir boşluğa
inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl
bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın, ilk indiği târihten, coğrafyadan
ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız
ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların
içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı
Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür ettirmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta
hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel
örneklik” denmiştir:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
Modern bir söylem olarak; “Peygamber’in
“resûl” olan yönü bizi bağlar, “nebî” olan yönü bağlamaz” deniliyor. Yâni,
“resûl” ifâdesi ile gelen âyetler bizi bağlarken, “nebî” ifâdesi üzerinden
gönderilen âyetler bizi bağlamıyor mu?. O hâlde desenize Kur’ân’ın bir-çok
âyeti neshedilmiştir ve bizi bağlamaz.. Zâten sorun da bu. Nebî üzerinden
verilen emirleri yerine getirmek istemeyenler yada câhilce bunu savununlar,
Peygamberimiz’in nebî yönünü baltalayarak bu yükümlülüklerden kurtulmak
istiyorlar. Peygamber’in “güzel örnekliği”nin gereklerinin moderniteye uygun
olmaması ve bu tür bir uygulamanın zorluğu ve ağırlığından dolayı yerine
getirmek istememe düşüncesi, “nebî” ifâdesiyle gelen âyetlerin nesh
edilebileceği zannını ve küfrünü doğurmuştur.
Kur’ân’ı modern-merkezli
okumak, Kur’ân’ın “modernizme uygun” anlaşılmasına ve modernizme göre
yorumlanmasına neden olur. Böyle olunca da bir-çok âyet için ya “nesh
edilmiştir” denilir yada “o âyetin anlamı o değil” diyerek mevcut
modern-seküler sisteme uygun yorumlar yapılmakta ve anlamlar verilmektedir.
Tabî ki bu, aşırı zorlayarak yapılan yorumlamalardır. Gerek klâsik dönemde
gerekse de modern dönemde bâzı müslümanlar, Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin nesh
edildiği için, yaşadıkları dönemde geçerli olmadığını söylemişlerdir.
Birileri de, kendi sınırlı
akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün
görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler
neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür”
demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl
edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “gerçekten sen, pek büyük bir
ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet
olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar.
Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl
edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve
arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh
kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl).
İslâm târihinde de
bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia
etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir” yâni
“nas nesh edilir” diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi olması gerektiğini
yada aklın nassı nesh edebileceğini söylerken şöyle der:
“Naklin
zâhir ifâdelerini, aklın kat’i delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil,
aklın feridir (naklin-nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı)
delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i
(nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek
bir çıkış-yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl
etmektir”.
Kerhî örneğinde olduğu gibi,
Sünnet’in Kur’ân’ı nesh etmesi olacak şey değildir. Allah’ın sözünü kimse nesh edemez.
Tam tersine, Allah’ın sözü yâni Kur’ân Sünnet’i, Hadisi ve edilmiş tüm sözleri
nesh eder ki, bu bağlamda Allah bâzen Peygamberimiz’in söylediğini yada
yaptığını yanlış bularak ve o’nu uyararak yani yanlış olan hadisi ve sünneti nesh ederek düzeltmiştir.
Hele bir de; “Sünnet ile nesih, Kitab’ın sâdece
hükmünde câri olur, nazmında olamaz. Zîrâ Sünnet ile Kitab’ın nazmını
değiştirme ve ortadan kaldırma câiz değildir” demiyorlar mı!, doğrusu fitil
oluyorum. Hükmünü kaldırınca nazmı orada kalsa ne işe yarayacak ve ne
değişecek?.
“Elif,
Lâm, Ra. (Bu,) âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sâhibi ve
her-şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ‘birer-birer (bölüm-bölüm)
açıklanmış’ bir Kitap’tır” (Hûd 1).
Kur’ân’ın âyetleri öyle bir sağlamlaştırılmıştır
ki, âyetlerin değiştirilmesi, nesh edilmesi ve aykırı bir şekilde yorumlanması imkânsızdır.
Tüm aykırılıklar Kur’ân tarafından kısa zamanda dışlanır. Allah’ın
sağlamlaştırdığı âyetleri kimsem yürürlükten kaldıramaz. Fakat gelin görün ki
nesh yanlıları Kur’ân hükümlerinin 23 yıl bile dayanmadığını hattâ bâzı âyetler
için konuşursak, bir-iki gün ve bir-kaç saat bile dayanamayarak hemen nesh edildiğini
söylerler. Meselâ “necvâ sadakası” konusunda böyledir.
“Ey örtüsüne bürünen!, az
bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: (Gecenin) Yarısı kadar. Yada ondan
biraz eksilt. Veyâ üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli bir düzen içinde
(tertil üzere) oku. Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy)
bırakacağız. Doğrusu gece-neşesi (gece ibâdeti, insanın iç-dünyâsında
uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır.
Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır. Rabbinin ismini zikret ve
her-şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil 1-8).
“Gerçekten Rabbin, senin
gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için)
kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle
yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu
sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu
hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu,
başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve
diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan
(Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve
Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden
takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak
Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir”
(Müzzemmil 20).
“Gecenin bir kısmında
kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki
Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79)
“Bizim âyetlerimize,
ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini
hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman
eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır.
Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infâk ederler”
(Secde 15-16).
“Yoksa o, gece saatinde
kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden,
âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umûd eden (gibi) midir?. De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt
alıp-düşünürler” (Zümer 9).
Biz namazlarımızın ayrıntılarını
Peygamberimiz’den öğrendik. Fakat niçin Teheccüd namazının ayrıntısını da ondan
öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e bakarak öğrendik ve kılıyoruz.
Onun kıldığı 6. vakit olan Teheccüd namazını niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?.
“Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz.
Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece Peygamberimiz’e
ise, şimdi ne oldu?, yukarıdaki Teheccüdle (gece namazı) ilgili âyetler nesh mi
oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ediyor ve emrederek; “Teheccüd
için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde “tüm Kur’ân Peygamberimiz’e
indirildiğine göre Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor” şeklinde bir
mantığa ulaşırız. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi Teheccüd namazı ile
ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve Teheccüdü emrediyor.
Nesihçiler, nesh edilen
âyetlerin sayısı hakkında bile uzlaşamazlar. Modern nesihçiler ise “Medenî âyetlerin
tamâmı nesh olmuştur” derler. Zâten Mekkî âyetlerin “ilk inen âyetler” olduğu
apaçık olmasına rağmen, Muhammed Mahmud Taha, Mekkî âyetleri “İslâm’ın İkinci
Mesajı” olarak değiştirir ve ikinci mesajın(!) yâni Mekkî âyetlerin, ilk
mesajı(!) yâni Medenî âyetleri nesh ettiğini ve böylelikle de Medenî âyetlerin
bir hükmünün kalmadığını söyleyerek küfre düşer. Bir kısım nesihçiler, Medenî
âyetlerin Mekkî âyetlerden bir çoğunu nesh ettiğini söylerken, Taha, Mekkî
âyetlerin Medenî âyetleri nesh ettiğini söyler. Oysa ortada birbirini nesh eden
tek bir âyet bile yoktur. Söz-konusu edilen neshi ne Allah yapar, ne Peygamber
yapmıştır ne de Kur’ân’ın kendisi yapmıştır. Olan şey, Kur’ân bütünlüğünün,
birilerinin; mezheplerine, meşreplerine, izledikleri yola ve “modern dünyâya
uymadığı için” ve bundan dolayı eziklik duyup komplekse kapılmalarından dolayı,
farklı sayıdaki âyetleri nesh edip hükümsüz bırakma kâfirliğidir. Bu nesh etme
konusu, şeytanın, dostlarına vahyettiği bir vahiyden başkası değildir.
Mesela, “Ey Peygamber!; sana hayırlı işlerde neyi ne
kadar harcayacaklarını soruyorlar!. De ki: İhtiyacınızdan fazlasını harcayın” (Bakara 19) âyetindeki hükmün; “Ey Peygamber!;
sen onların mallarından bir kısmını zekât/sadaka
olarak al!” (Tevbe 113) âyetiyle
nesh edildiğini söylerler. Bu tarz nesh şekli nesihçilerin ve zenginlerin çok
hoşuna gitmektedir ve onlar tarafından desteklenmektedir. Tabi bu düşünceye
göre ilk âyetteki hükmün hiç-bir teşrî
değeri yoktur. Sâdece metni okunmakta, hükmü ise -müslümanların tercihine kalmış bir
tatavvu/nâfile ibâdet olması dışında- hiç-bir yaptırım değeri taşımamaktadır.
Hayâtın değişik durumlarına
göre askıya alınabilecek olan âyetler için “nesh edilmiştir” demek bir cehâlet
gösterisidir. Meselâ ortada sıcak bir savaş yokken savaş esirlerini tartışmanın
bir anlamı olmayacağı gibi, savaş varken de tartışmamak olmaz. Hayat döngü
hâlindedir ve bugün askıya alınmış mesele ve konu, başka bir zaman yeniden
gündem olabilir. 23 yıllık nübüvvet târihinde inen vahiy ve yaşanan hayat, “örnek
bir model”dir. Bu modeldeki örneklikler, son saate kadar sürecek olan hayatta
gündeme gelebilecek olan konularda da örneklik sergilemeye devâm edecektir. Bir
yazıda şöyle denir:
“Kur’ân’ı Kerîm, kıyâmete kadar
geçerli olacağına ve İslâm Dîni belki bir zaman ve mekânla kayıtlı olmadığına
göre, başka zamanlarda da aynı şartların yaşanmayacağını söylemek mümkün mü?.
Benzeri şartlar oluştuğunda nesh edildiği söylenen âyetlerin geçerli
olamayacaklarını nasıl söyleyebiliriz?. O hâlde bu neshin olmadığını
söyleyebiliriz. Mesele zaman ve zemin meselesidir. Aynı şartlar tahakkuk
ettiğinde aynı âyetler geçerli olacaktır”.
Meselâ Peygamberimiz, bir
târihte yaşanan kıtlık nedeniyle, o seneki kurban bayramında etlerin üç gün
içinde dağıtılmasını istemiştir. Zîrâ kıtlıktan kaynaklanan bir muhtaçlık
söz-konusuydu. Böylece herkes kurban etlerini üç gün içinde dağıtmıştı. Diğer
sene ise, Peygamberimiz yine bir kurban bayramı sonrasında bir eve ziyârete
gittiğinde, “kurbandan kalan etlerden getirin de yiyelim” dediği zaman, ev
sâhibi, “biz etleri üç gün içinde dağıttık” demiş, Peygamberimiz bunun sebebini
sorunca, “sen geçen sene bize böyle emretmiştin” cevâbını almıştır.
Peygamberimiz de bunu üzerine, “ben geçen sene kıtlıktan kaynaklanan
muhtaçlığın giderilmesi için böyle demiştim, bu yıl ise kıtlık yok ve bolluk
var. Kıtlık olmadığında böyle yapmanıza gerek yok” demişti. Evet; bu bir
çelişki değildir. Yeniden bir kıtlık yaşanması durumunda etler yine üç gün içinde
dağıtılmalıdır. Fakat bolluk zamânında buna gerek yoktur. Yâni kurban etlerinin
bayramdan sonraki zamanlarda da yenmek üzere saklanması uygulaması nesh edilmemiştir.
Bu olağan-üstü bir durum için geçici bir uygulamaydı. İşte bunun gibi, hayâtın
ne getireceği belli olmaz ve bir zaman için askıya alınmış âyetler ve
uygulamalar, başka bir zaman için yeniden gündeme gelebilir ve uygulanabilir.
“Askıya almak” sözünün Kur’ân
için kullanılması çok uygun değildir. Fakat “askıya almak” sözü, “bir şeyin
her-an yeniden kullanılabilmesi için kolayca alınacak yerde durması”
anlamındadır. Çünkü askıda olan bir şey sık-sık kullanılan bir şeydir. İhtiyaç
olduğun da kolayca alınıp kullanılır. Kur’ân her zaman en şanlı yerindedir ve
kıyâmete kadar da sapasağlam yerinde kalacaktır.
“Haber içeren âyetlerde
nesh câri değildir, emir içeren âyetleri için nesh geçerlidir” denir. Fakat Kur’ân,
bizim bilmediğimiz ve yaşamayacağımız mekanlara, zamanlara ve şartlara de hitâp
eden ve edecek olan bir Kitap olduğundan dolayı, bizim bilemeyeceğimiz-yaşamayacağımız
kim bilir daha ne şartlar ortaya çıkacaktır. O emirler o şartların arana
hükümleri olacaktır belki de. İşte nesh edilerek hükmünün kalktığı zannedilen âyetler
o gün baş-tâcı edilecektir. Bu nedenle nesh edildiği zannedilen âyetler, ya âyetin
şartları yeniden gündeme gelene kadar askıya alınmıştır, yada hükmün kapsamı
benzer durumla karşılaşma olasılığına göre kapsamının daraltılarak sâdece
zihnî-ilmî alana hasredilmiştir. Tabi yeni müslüman olanların yaşayacağı
süreçte ruhsat olarak kullanılması da mümkündür. Yoksa hiç-bir âyetin neshi
söz-konusu değildir. Önceki şeriatlar neshedilir ama yeni şeriat ile
vahyedilmiş âyetler birbirlerini nesh etmezler. Artık başka bir Peygamber ve
vahiy gelmeyeceğine göre neshin olması söz-konusu değildir.
Âyetlerin
geçici olarak askıya alınması ve bir zaman sonra yeniden gündeme gelmesi durumu
tabiatta da görülür ki tabiat da Allah’ın âyetleridir. Tabiatta hiç-bir kevnî
âyet nesh edilemez (çünkü bu kıyâmet olur) fakat hükmü yeniden benzer duruma gelene
kadar askıya alınabilir. Meselâ kış gelir hüküm câri olur ve tüm yeryüzü
kefenini üstüne alır, ama sonra bahar ve yaz gelir kışın hükmü kalkar. Fakat
bir süre sonra yeniden kış gelir ve kışın hükmü yeniden devreye girer. Gece ve
gündüz için de geçerlidir bu. Yâni deverân döndükçe o nesh edildiği zannedilen
âyetler yeniden gündem olur.
Nesihçiler özellikle bâzı
âyetlerin târihte kaldığını ve nesh edildiğini söyler ki bunlar şu âyetlerdir:
“Peygamber, mü’minler için
kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir...” (Ahzâb 6).
Peygamberimiz, Kur’ân’ın her
âyeti ve konusu için “örneklik” göstermiştir. Bu örneklik, “peygamberlerin
vârisleri” olan âlimler yada toplumun sevdiği ve üstün tuttukları “bizden olan”
emir-sâhipleri” olan kişiler için de geçerlidir. Örneklik artık onlar üzerinden
gösterilmektedir. Bir “medeniyet projesi” olan İslâm, Peygamberimiz’in
eşlerinin “annelerimiz” olduğunu söylediği gibi, zımnen; “bizden olan
emir-sâhipleri”nin eşlerini de “annelerimiz” olarak göstermektedir ki bu zâten
doğal olarak da böyledir. Devlet büyüklerinin eşleriyle evlenenleri hiç
görmüyoruz. Çünkü bu durum aslında insanlar tarafından da benimsenmiş bir
şeydir ve baktığımızda sâdece “bizden olan” emir-sâhiplerinin değil, “bizden
olmayan” emir-sâhiplerinin bile eşleriyle evlenildiğini görmeyiz. O hâlde
Kur’ân’ın yaptığı şey, bu doğallaşmış ve benimsenmiş durumu yeniden hatırlatmaktadır.
“Hani sen, Allah’ın
kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini
yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa
vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene
çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle
evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini
kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler
üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 37).
Allah gerçeği söylemekten
çekinmez. İki kere iki dört ise dörttür. Toplumun tamâmı isterse bunu beş
olarak kabûl etsin fark etmez. İşte bu gerçek gibi, evlatlıklar da kişilerin
gerçek çocukları olmadığı için, onların eşleri onlara mahremdir ve icâbında evlatlıklar
eşlerini boşadıklarında, babalıklar tarafından nikâhlanabilir. İşte âyette
bahsedilen şey budur ve Allah’ın hükümlerinin ilk uygulaması Peygamberimiz
tarafından yapılıp örneklendirileceği için Peygamberimiz’i sıkıyordu. Zîrâ
toplum, evlatlıkları “öz evlat” gibi kabûl etmekte ve onların boşadıkları
eşlerle nikâhlanmanın haram olduğuna inanmaktaydı ve bunu kural olarak
benimsenişti. Peygamberimiz bunun mantıksızlığını görüyor ve Allah’ın bu
mantıksızlığı gidermek için bunu kendi üstünden değiştireceğini hissediyordu.
Bu da kendi evlatlığı olan Zeyd’in, geçimsizlik yaşadığı karısı Zeyneb’i
boşadığında, o târihte kadınların bekâr olarak kalma düşüncesi ve durumu olmadığı
için, Zeyneb’i nikâhlamasını emredeceğinden çekiniyordu. Çünkü toplumun ağır
kınamasına mâruz kalacağını biliyordu. O hâlde bu âyetlere gösterilen şey,
evlatlıklarla ilgili uygulamalardan biridir.
“Ey îman edenler!,
(rastgele) Peygamber’in evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille
de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği
yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber’e eziyet
vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak (kı açıklamak)tan
utanmaz. Onlardan (Peygamber’in eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından
isteyin. Bu, sizin kâlpleriniz için de, onların kâlpleri için de daha temizdir.
Allah’ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız size
ebedî olarak (helâl) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir
günah)tır” (Ahzâb 53).
“Ey îman edenler!,
Peygamber’e gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir
sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet (buna imkân)
bulamazsanız, artık şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gizli
konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü?. Çünkü yapmadınız, Allah sizin
tevbelerinizi kabûl etti. Şu-hâlde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve
Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (Mücâdele 12-13).
Bu iki âyet de,
Peygamberimiz üzerinden tüm zamanlar için insanları eğitir ve zamanları daha da
değerli olan lîderleri, âlimleri ve topulumun önde gelenlerinin programlarını,
yaşam-şekillerini olumsuz etkileyebilecek bir davranışta bulunulmasını önler.
Çünkü zaman çok değerlidir ve toplumun önde gelenleri, âlimler ve emir-sâhipleri
için daha da değerli olan vakitlerini olur-olmaz şeylerle (ç)almamak için nasıl
davranılması gerektiğini öğretir. Yine aynı-zamanda toplumun önde gelenlerinin
ve de insanların birbirlerinin evlerinde nasıl davranacağını öğretmektedir.
Çünkü İslâm bir medeniyet perspektifidir ve İslâmî bir kültürü ikâme ederek insanları
medenileştirir. Zâten İslâm bir “medeniyet projesi ve örnekliği”dir.
Bu bağlamda, insanları
eğitmek için ve davranışlarını düzenlemek için müthiş bir çâreye başvurur ve
insanları kırmadan işi çözüme bağlar. Der ki, “eğer gerçekten önemli bir konu
için görüşmek istiyorsanız önce bir sadaka (Necvâ sadakası) verin de hem
konunun önemi hem de sizin ciddiyetiniz anlaşılmış olsun. Böyle olunca insanların
bir-çoğu görüşme nedenlerinin aslında çok da önemli bir sebebinin olmadığını ve
aslında soruyu ve sorunu kendi başlarına yada yakınlarıyla çözebileceklerini
fark etmişlerdir. Kur’ân onlara inisiyatif almayı öğretmiş ve hem akıllarını
kullanmayı, hem de dayanışma içinde bir sorunu ve soruyu çözüme kavuşturacak
yeteneği sağlamıştı. Yâni zımnen, “soru(n)ları biraz da kendiniz çözmeyi
öğrenin” demek istemiştir. Zâten Allah sadaka emrini geçici bir önlem için
söylemiş ve örneklik oluşturmuştur. Yoksa Allah -hâşâ- bir gün önce söylediğini
bir-iki gün sonra değiştirerek ve tam tersini söyleyerek çelişkiye düşecek bir
ilah değildir. Zâten İslâm da çelişkiler içeren bir din değildir. Dolayısı ile
burada bir nesh yoktur ve burada bir örneklik üzerinden tüm zamanların
mü’minleri eğitilir.
Âyetteki maksadı göremeyen yada görmek istemeyenler,
âyetin netîcesinde ne olduğunu da anlayamazlar. Buradan niye; “Peygamber’i ve
‘peygamberlerin vârisleri’ olan âlimleri önemsiz şeyler için rahatsız etmeyin
ve vakitlerini çalmayın” sözü anlaşılmıyor?. Hem emir-sâhipleri hem de âlimler
ve okuyan-yazan kişiler için vaktin ne kadar değerli olduğu mâlûmdur çünkü.
Hattâ günümüzde de halkın çok sevdiği bir âlime soru sormadan önce bir fakire hayır
vermesi uygulanabilir. Söz-konusu âyet zımnen; “siz de buna benzer uygulamalar
yapabilirsiniz” mesajını verir.
O hâlde mesele açığa
kavuşmuştur. Âyette verilmek istenen mesaj; “çok da önemli olmayan konular için,
zamanları çok daha değerli olan Peygamber’i ve günümüzde de emir-sâhiplerini, ‘peygamber
vârisleri’ olan âlimleri olur-olmaz soru(n)lar için rahatsız etmeyin” mesajıdır
ve bu nedenle de âyet nesh olmamıştır ve mânâsı bâkîdir.
Evet; Peygamberimiz “İslâm’ın
güzel örnekliği”dir ve örnekliği sâdece bâzı âyetlerle sınırlı değil, Kur’ân’ın
tamâmı için geçerli olan bir örnekliktir. Kur’ân Peygamberimiz’in özel hayâtı
üzerinden de mesajlar verir ve bu mesajlar sâdece yaşandığı zamanda değil, tüm
zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir. Çünkü bunlar insana has olması gereken âdab
ve kültürel davranış öğretileridir. Peygamberimiz’in bu olaylar karşısından
nasıl davrandığını ve “nasıl olması” gerektiği öğretilir.
“Ey îman edenler!, sağ
ellerinizin mâlik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan
(çocuk)lar, (odalarınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah
namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra.
(Bu) üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir. Bunların dışında size de, onlara da
bir sakınca yoktur; yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında
olabilirsiniz. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklamaktadır. Allah bilendir,
hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nûr 58).
Kur’ân ve İslâm bir “medeniyet
projesi”dir ve bu bağlamda mü’minlerde bir davranış ahlâkı oluşturur. Bu sâdece
evlerde değil, işyerlerinde, devlet kurumlarında ve misâfirlikte de nasıl
davranılacağının bir eğitimi ve öğretisidir. Moderniteye tam uyan ve her davranışı
modernizmin isteklerine ve emirlerine göre olan kişilerin bunu idrâk etmesini
beklemek de abestir. Onlar varsa-yoksa zamâna, mekâna ve târihe takılıp
kalmışlardır. Bu konuda şu rivâyeti gösterirler:
“İbni Abbas
şöyle der: Vaktiyle müslümanların evlerinde kendilerini başlarından gizleyecek
perdeler-örtüler yoktu. Bundan dolayı kimi zaman ev-sâhibi, eşiyle birlikteyken
bir köle yada câriye içeri girebiliyor ve bu durum ciddî sıkıntıya yol
açıyordu. İşte bu sebeple, Allah, üç vakitte köleler ve câriyeler ile
çocukların “izin isteyerek” içeri girmelerini emretti. Ama Allah, zaman içerisinde
müslümanlara mahremiyetlerini koruyacak perde, örtü gibi maddî imkânlar nasip
etti ve böylece söz-konusu problem kendiliğinden çözüldü. Bu yüzden ben de
bugün âyetteki hükmü uygulayan birini görmedim”.
İyi
de, herkesin mi evi örtüsüz ve perdesizdi?. Durumu iyi olanların evlerinde-odalarında
örtüler ve perdeler ve hattâ kapı-pencereler bile vardı. Kapısı-penceresi olan
tam-tekmil evler de vardı: “Evlere
kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz”
(Bakara 189). Yâni o zamânın Mekke’lileri kapı ve pencerenin ne olduğunu gâyet
iyi biliyorlardı. Belki bâzılarının evlerinde yoksulluktan dolayı geçici olarak
kapı ve pencere yoktu ama herkes kapı ve pencereyi yapmak için malzeme
bulabilirdi. Evet; bu âyet evlerinde kapı ve pencere bulunan kişilere de
hitâp ediyordu. “Belli vakitlerde izin isteyin” diyordu. Peygamberimiz hicret
ile Medîne’ye ilk geldiğinde onu misâfir etmek isteyenlerin evleri elbette bir perdeden
kapısı olan evler değildi. Hattâ Peygamberimiz Medîne’ye ilk geldiğinde,
varlıklı olanlar ona dediler ki; “gel benim evimde kal, çünkü benim evim Medîne’nin
en güzel ve konforlu evidir”. Modern insanda, modern-öncesi dönemin çok ilkel
bir dönem ve modern-öncesi insanların da çok ilkel insanlar olduğu zannı
vardır.
Âyetlerin nesh edilmesi diye
bir şey yoktur. Fakat “askıya alınması”
vardır. Hz. Ömer’in, halifeliği döneminde, “anlamsızlaştığı için” hükümleri
geçici olarak askıya alması da böyledir. Yoksa Hz. Ömer’in, âyetleri nesh edip
geçersiz kılması haddine değildir. Çünkü bu âyetlerin içeriği, kıyâmete kadar
bir daha gündeme gelmeyecek konular değildir. Belki “gönlü İslâm’a ısındırılacak
(müellefe-i kulûb)” ve bu nedenle de geçici olarak yâni “gönlü ısınana kadar”
zekât verilmesi gereken insanlar olabilecektir. Mustafa Öztürk bu konuda ilgili
âyetin nesh olduğunu söyleyerek yâni âyetin hükmünün kalktığını söyleyerek küfre
düşer:
“İmam
Maturidi (ö.333/944), hicrî dördüncü yüzyılın ilk yarısında Hz. Ömer’in,
müellefe-i kulûb’la ilgili karârını, ‘ictihad yoluyla nesh’ diye adlandırmıştır
ki bu adlandırma târihsellik söylemiyle anlatılmak istenen bütün her-şeyi iki
kelimeyle özetler mâhiyettedir. Öte yandan nesih meselesinde Serahsi’nin Usul’üne
açıp bakın, İmam Maturidi
ile aynı târihlerde yaşadığı bilinen Şafii
âlim İbn
Süreyc de, ‘Kur’ân
ve sünnet kıyasla nesholur mu?’ sorusuna, ‘neden olmasın,
pekâla olur?’
diye cevap vermiş, bir başka
Şafii âlim Enmâtî
(ö. 538/1143) ise, ‘Kur’ân ve sünnet benzer kıyasla
değil de, asıllardan
istihraç edilmiş
kıyasla nesholur’
demiştir”.
Nesh edildiği söylene âyetin hükmü
sonsuza kadar kaldırıldığında, başka
zamanlarda yeniden benzer bir durum baş-gösterirse çözüm nasıl olacaktır?.
Soruna ne ile çözüm getirilecektir?. Tabî ki aynı süreç işleyecek ve nesh
edildiği sanılan âyetler yeniden devreye girecek ve hükmünü verecektir. Meselâ
“nevcâ sadakası” konusunda, birileri yine sadaka vermekten kaçınacak ve kaçınanlar
ayıklanacaktır.
Âyetlerin
pratik geçerliliğinin olduğu bir mekânda ve zamanda yaşanmadığında, âyetleri nesh
etmek kolaylaşıyor.
Mekan
değiştiğide zaman da değişiyor. Böylece bâzı âyetler bir süre için askıya
alınabiliyor yada kapsamı daraltılıyor. Fakat insanların yaşadığı değişimin,
dönüp-dolaşıp yine Peygamber ve sahabenin yaşadığı şartlara hiç-bir zaman dönmeyeceğinin
bir garantisi var mıdır?. Târihe bakıldığında târihin sürekli olarak tekerrür
ettiğini görüyoruz. Belki de târih, ders alınmadığı için tekerrür ediyordur ve
hiç-bir zaman ders alınmayacağı için tekerrür etmeye devâm edecektir. Varlığın
formatı döngü ve tekrâra dayalıdır. Sürekli olarak lineer bir ilerleme yoktur
ve bir döngü vardır. Meselâ Yunan ve Roma sapkınlığı modern zamanlarda yeniden
hortlamıştır. Bu deverândan dolayı yapılacak olan şey âyetleri nesh etmek yâni
inkâr etmek değil, o âyetlerin yeniden hükmedeceği zamanların gelebileceği ihtimâlini
düşünmektir. Hattâ aslında müslümanlar, Kur’ân’ın âyetlerinin hâkim olacağı ve
yaşanacağı bir mekânı ve dolayısıyla da zamânı ortaya çıkarmak için
uğraşmalıdırlar. Aksi-hâlde Kur’ân’da “mekân ve zaman değişiyor” bahanesiyle
nesh edilmeyecek âyet kalmayacaktır. Ahlâkî-dînî âyetler bile yeni zamânın
şartlarında yeni etiklerle değişebilecek ve böylece vahiy târihe gömülmüş
olacaktır. Tabi ki böyle bir şeyin olması Allah’ın vahyi koruma garantisi
nedeniyle mümkün değildir ama müslümanların bu süreçte Kur’ân’dan iyice
uzaklaşmaları kaçınılmaz olacaktır.
Şu da var ki, neshte, vahiy değil,
verili durum merkeze alınmaktadır. Nedense hiç kimse vahye göre bir mekân ve zaman
düşünmüyor da, mekâna ve zamâna göre bir vahiy yorumu düşünüyor. Fakat mekân ve
zaman her zaman Allah’ın râzı olduğu gibi değişmiyor ki?.
İçtihad yada kıyas yoluyla nesh yapan yâni “âyetlerin
hükmü bitmiştir ve artık bu âyetler ebediyyen geçersizdir” diyen kişi açık bir
şekilde kâfirdir. Zâten Kur’ân’ın “kâfirlik” olarak görüp hem Dünyâ’da hem de
âhirette azapla cezâlandıracağını söylediği konu budur (Bakara 85). Fakat âyetleri
belli bir zamanda “uygulama alanı olmadığı için”, “içtihad yoluyla askıya almak”
mümkündür.
Kur’ân modern müslümanların
yaptığı gibi çağdaş dünyânın verileriyle de neshedilemez. İnsan bir karar vermeli; vahye mi uyacak ve sünneti mi
örnek mi alacak, yoksa modern-liberâl-kapitâlist-şerefsiz-sapık-dinsiz ideolojilere
göre mi düşünecek ve yaşayacak..
Ey târihselciler ve
nesihçiler!; şimdi insanlar ne yapsın?. “Göğün İslâm aleyhine alçaldığı bir
zaman”da dâvâsına sıkı-sıkıya bağlanmak ve günün birinde İslâm’ın hâkimiyetinin
geleceğini istemekten başka ne yapsın?. Sizin gibi dirâyetsizlik gösterip de
“moderniteye ve zamâna uymuyor” diye âyetleri iptâl edip geçersiz mi kılsın?.
Peki nereye kadar?. Tabî ki sonuna kadar.. Zîrâ bir sınır yoksa hiç-bir sınır
olmaz. Tek bir âyetin bile nesh edilip geçersiz kılınması, ardından tüm
Kur’ân’ın nesh edilip geçersiz kılınmasına neden olacaktır. Zîrâ sapıklık ve
kâfirlik bir kere başladığında ve uygulama alanı bulduğunda hiç-bir sınır
tanımaz ve sonuna kadar gider.
Bâzı sûreler ve âyetler diğer
bâzı sûre ve âyetlerden daha fazîletli olabilir. Fakat bu, daha fazîletli olanların
daha az fazîletli olanları nesh edeceği anlamına gelmez.
Peygamber’den, “şu âyet nesh
olmuştur” diye bir söz gelmemiştir. Kur’ân’ın bahsettiği nesh ise, “önceki
dinlerin bâzı uygulamalarının çeşitli nedenlerle kaldırılması yada
değiştirilmesi” konusundadır. İslâm târihindeki âlimlerin bir-çok âyet için “nesh oldu” demesi, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve
Peygamber’i bağlamaz ve bu söylem sâdece onların câhilliklerini, günahlarını ve
hattâ küfrünü gösterir. Mezhep, meşrep, zaman ve ideoloji bağlılığından kaynaklanan
tutkuların sonucunda açığa çıkan nesh teorilerinin alayı, “şeytan-işi pislik” düşüncelerdir.
Maksat gözetilmediği ve
maksadı târihin her zamânında hâkim kılma yoluna gidilmediği için,
târihselcilikle, evrenselcilikle ve nesihcilikle insanlar İslâm’dan saptırılıyor.
Peygamberimiz’in “son peygamber”
olması ve artık ondan sonra bir peygamberin gelmeyecek olması, hiç-bir âyetin
nesh edilmediğinin ve edilemeyeceğinin delîlidir. Zâten Kur’ân bir bütün olarak
toplanıp mushaflaştırılmıştı ki, bu, Kur’ân’ın tamâmının nesihten beri olduğunu
gösterir. Çünkü eğer Peygamberimiz zamânında nesh edilen âyetler olsaydı, o zaman
o âyetler niçin iptâl edilmemiştir de kitaba konmuştur?. Böyle olmasına rağmen,
Kur’ân’dan tek bir âyetin bile nesh edildiğin söylemek hiç kimsenin haddine
değildir.
Nesh de, Allah’ın
hükümlerinin kaldırılması yada kâlplere-vicdanlara hapsedilmesidir. Kur’ân’ı
hayattan uzaklaştırıp kâlplere-vicdanlara hapsetmek, “Kur’ân’ın tamâmının
neshedildiğini söylemek” anlamına gelir. Zîrâ Kur’ân, sâdece bâzı ahlâkî
konularla ilgili âyetleriyle değil, “bütünlüğü ile” bir hayat kitabıdır, yaşam
kılavuzudur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme