“Allah,
dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz
kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz,
İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir”
(Şûrâ 13).
Bu âyet İslâm’ın niçin vâr olduğunu gösteren apaçık
ve muhteşem bir âyettir. Hem gelenekçilere, hem de târihselci ve modernistlere
tokat gibi çarpan bir âyettir bu. Müslümanlara; “Dünyâ’nın altını üstüne
getirin de, İslâm’ı, yâni adâleti Dünyâ’ya hâkim kılın” emrini hem zihinlere
hem de gönüllere rabteder. Âyet o kadar açıktır ki, aslında üzerinde yorum
yapmaya ve tefsir etmeye bile gerek yoktur. Buna rağmen, zamânın şeytâni
ideolojilerine, fikirlerine, ürünlerine müptelâ olmuş olan müşrik ve münâfık
karakterli olanlar, bu âyeti canını çıkarırcasına yorumlamaya, te’vil ve tefsir
etmeye pek meraklı ve isteklidirler. Zîrâ bu âyet onların tüm seküler
plânlarını bozmaktadır.
Bu âyet, hem vahyi, hem de sünneti ortaya koyar. Hem
de tüm peygamberlerin sünnetini. Allah’ın en önemli emrinin ne olduğunu ve
peygamberlerin ne ile mükellef tutulduklarını çok açık olarak anlatır.
Peygamberimize ve dolayısı ile bize de bu emri ve sünneti uygulamamızı emreder.
Der ki: İslâm dîni, yolu, yöntemi, hayat-düsturu; tâ Hz. Nûh’tan beri; Hz.
İbrâhim’e, Hz. Mûsâ’ya, Hz. Îsâ’ya ve nihâyet Hz. Muhammed’e yâni
peygamberlerin en büyüklerinin örnekliği üzerinden tüm peygamberlere ve
müslümanlara apaçık olarak şunu söylüyor: “Allah’ın dînini hayâta egemen
(hâkim) kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda
görüş ayrılığına da düşmeyin, üstelik bunu bir ‘hayat düsturu’ yapın. Bu
merkezde düşünün ve amel-eylemde bulunun. Hayâliniz ve hedefiniz bu olsun. Allah
tüm peygamberleri bunun için seçtiği gibi, sizi de bunun için seçmiştir. Zâten
bu hayat-düsturu gerçek tevhid-erleri olan mü’minler dışındaki
müşriklere-kâfirlere-münâfıklara ağır gelir. Bu emri hayat-düsturu yapanlar, ‘Allah
tarafından seçilmiş mü’minler’dir. Bu nedenle de Allah bu yolda olanlara yardım
edecek ve onları en doğru yola yöneltecektir”. İslâm’ı hayâta hâkim kılmak,
Allah’ın tüm mü’minlere emri, peygamberlerin de vasiyetidir.
Meâllerde bu âyeti; “dîni dosdoğru ayakta tutun” diye
çeviriyorlar. “Dîni dosdoğru ayakta tutmak” ne demektir?. Dîni ayakta tutmak,
“dîni yerde tutmanın zıddı yada tersi” midir yâni?. Tabî ki de hayır!. Dîni
dosdoğru ayakta tutmak, yâni “dîni ikâme etmek”, “dîni hayatta hâkim kılmak”
demektir. Allah; “dîni hayatta hâkim kılın” diyor. Bir şeyi ikâme etmek, “o
şeyin gereğini yerine getirmek” demektir. “Dîni ikâme etmek” demek ise, “dînin
gereğini yapın ve onu hayatta hâkim kılın” demektir. Zâten dînin “gereği” yapıldığında
yâni ikâme edildiğinde mutlakâ hayâta hâkim olacaktır. Dînin hayâta hâkim
olmamasının nedeni, onun gereğinin yapılmaması ve onun hakkıyla yaşanmaması
nedeniyledir. İşte peygamberler, dîni hakkıyla yaşamayan ve dolayısı ile onu
hayâta hâkim kılmayan toplumlara, dîni hakkıyla yaşatmak ve onu hayâta hâkim
kılmak için gönderilmişler ve bunun için görevlendirilmişlerdir. Bu, tâ Hz. Nûh’tan
bêri böyledir. Çünkü Hz. Nûh ile birlikte şirk kurumsallaşmış ve zulmü ortaya
çıkarmıştır.
“Bir de:
Namazı kılın (ekîmûs salât) ve O’ndan
korkup-sakının (diye de emrolunduk.) Huzûruna (götürülüp) toplanacağınız O’dur” (En-âm 72).
“Ekîmûd dîn”, yâni “dîni ikâme etmek”; “ekîmûs salât”,
yâni “salâtı-namazı ikâmet etmek” gibidir. Bir şeyi “ikâme etmek”, onu “hayatta
diriltmek ve hâkim kılmak” anlamındadır. Meselâ namaz-salât diriltildiğinde
artık hayâtın düzenleyicisi olur. Hayat namaza göre düzenlenir ve zamân namaza
uydurulur. Böylece namaz-salât hayâta ve zamâna hâkim olur. Bu,
“salâtın-namazın hayâta hâkim olması” demektir. İşte aynen namaz gibi; “dîni de
ikâme edin, onu hayâtın düzenleyicisi yapın, zamânı ona göre ayarlayın, yâni
dîni hayâta hâkim kılın” emrini veriyor Şûrâ 13. âyet. Bir mü’min için nasıl ki
hayat, dînin sâdece bir parçası olan namaza göre düzenlenebiliyorsa (ekîmûs
salât), dînin tamâmına göre yâni vahye-İslâm’a göre de düzenlenebilir ve
düzenlenmelidir. (ekîmûd dîn).
Salât; namaz-duâ-destek şeklinde en fazla üç anlama
gelir. Salâtın açılımı; namaz ile kişinin kendi içinde bir disiplin sağlaması,
arkasından “hedef” için yalvara-yakara duâ etmesi ve bu hazırlıktan sonra da
Kur’ân’ın emrine ve Peygamberin misyonuna destek vermesidir. Bu misyon,
“İslâm’ın hayâta hâkim olması” şeklindedir. Bu süreç; kişinin kendisini “namaz
ve sabırla” yetiştirmesi, o “büyük hedef” için duâ etmesi ve bu hazırlıktan
sonra da Peygamber(ler)in misyonuna destek olarak “İslâm’ı devlet-medeniyet
şeklinde hayâta hâkim kılmak” şeklindedir.
“Ekîmûs salât”=”salâtı ikâme etmek”
demek, “salâtın-namazın hakkını yerine getirmek” demektir. Peki salâtın-namazın
hakkını yerine getirmek ne demektir?. “Namazı ikâme etmek” demektir. İkâme, “bir şeyin gereğini
yerine getirmek”, “onu en iyi şekilde yapmak” anlamındadır. Namazın gereği ise,
“namazı-salâtı yâni Kur’ân’ın emrini ve Peygamberin misyonunu, dolayısı ile
İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namazı hayatta ikâme etmeden yâni
diriltmeden, İslâm’ı da hayâta hâkim kılamazsınız. Namazın ikâmesi, “namazı
hayâta hâkim kılmak” demektir. Namaz hayâta hâkim kılındığında salât ikâme
edilmiş ve Kur’ân’ın emri ve Peygamberin misyonu-sünneti yerine gelmiş ve İslâm
hayâta hâkim kılınmış demektir. Dolayısı ile salât-namaz, “İslâm’ı hayâta
hâkim kılma provası”dır. Namazı hayâta hâkim kıldığınızda namaz “dînin direği”
olmuş olur. Dîni hayâta “direk” yapmak, “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir.
Namazı sâdece şeklen kılıp da duâ ile ve Peygambere destek olmakla İslâm’ı
hayâta hâkim kılma düşüncesi, hedefi ve gayreti olmadığında, namaz dînin direği
değil, sâdece nüsûku-ritüeli olmuş olur.
“İkâme etmek” şeklinde olan ifâde
hem namaz hem de dîn için aynıdır: “Salâtı-namazı ikâmet etmek”; “dîni ikâme
etmek”. İşte bu, Nûr 55 ve Şûrâ 13’te en net ifâdesini bulan, “İslâm’ı hayâta
hâkim kılmak” demektir. Tüm peygamberler bunun için uğraşmıştır. Namazı ikâme
ettiklerinde yâni hayâta hâkim kıldıklarında, dîni de ikâme etmişler, yâni
hayâta hâkim kılmışlardır. İşte bu nedenle de namaz-salât, “dînin direği”dir.
Hemen söyleyelim ki İslâm’ın bir devlet talebi kesinlikle
vardır ve hem de bu devlet “Dünyâ Devleti”, “Dünyâ İslâm Devleti” olmak
şeklindedir. Nasıl ki göklerde İslâm tam olarak hakîmiyetini yürütüyorsa,
yeryüzünde de tam adâletli olarak müslümanca bir yönetimin olması; zulmün
olmaması ve bitmesi için şarttır ve bu nedenle de bir İslâm Devleti’nin
bulunması elzemdir. Çünkü İslâm sâdece gönüllerde-zihinlerde tutulabilecek bir
din değildir. İslâm bir hayat-dînidir. Salt bir ahlâk dîni değildir. Felsefe
değildir. Sâdece bir söz ve sohbet dîni de değildir. İnsanlara “terapi” olsun
için gönderilmemiştir sâdece. Hayattaki zulme yâni İslâm’sızlığa bir isyândır
ve hayâtı aynen göklerde olduğu gibi İslâm’a yâni Allah’a göre düzenlemenin ve
yönetmenin pratiğidir. Bu yönetim, bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet
aşamalarıyla kendini gösterir.
“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun” söylemini çok
yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece yüreklere
hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan bir
devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir faydası
olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada yüreklere hapsedilmiş)
olan devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve
hattâ sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların
ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece gönüllerde kurmak yetmez. Fakat
deniyorsa ki, “ilk-önce yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm
Devleti ilk-önce yüreklerde kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş
bir devlet yeryüzünde kurulup hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve
gayret netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.
Peygamberler, âyeti yâni Allah’ın
emrini yerine getirerek salâtı-namazı ve dîni ikâme etmişler ve İslâm’ı hayâta
hâkim kılmışlardır yada dînin hayâta hâkim kılınmasına yardımcı olmuşlardır.
İşte Kur’ân, bunun tekrârını bizim de yapmamızı istemekte-emretmekte ve şöyle
demektedir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
Allah’ın emri; bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet
sürecinin sonunda, aynen göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’ın
sözünün-dîninin hâkim olmasıdır. Zâten ancak bu şekilde Dünyâ, cennete bir
köprü kurarak cennetin bir “şûbesi” olabilir ve insanlar ancak İslâm Devleti ve
Medeniyeti gerçekleştiğinde -Dünyâ’nın doğal zorlukları hâriç- diğer
zorluklardan-zulümlerden kurtulabilir ve insan gibi yaşayıp mutlu-huzurlu
olabilir.
Devlet; “dîn-u devlet”tir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder