“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu sâhip) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar (mustaz’af) adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Mustaz’af: “Haklı iken haksızlaştırılmış; haksızlaştırılmış/güçsüzleştirilmiş
olmasına karşı istikâmetinden geri durmayan/şaşmayan topluluk. Câhiliye
toplumlarında toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz
bırakılmış halk tabakası” anlamındadır.
Bir yazıda mustaz’afın târifi şöyle yapılır: “Mustaz’af,
“za-u-fe (zayıf oldu)” fiilinin istif’al babından ism-i mef’uldür. “Za-u-fe”
kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan “za’f-zayıflık” nefiste ve bedende
olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re’yde de olur”.
İnsanlık târihi; tâ Hâbil-Kâbil’den bêri
müstekbirlerin mustaz’aflara baskı kurduğu; onları ezdiği, sömürdüğü, zayıf
bıraktığı ve zulmettiği târihtir. Mustaz’aflar ilk başta “sakınma”dan kaynaklanan
bir pasiflik hâlindedirler. Fakat zamanla bu pasiflik meleke hâline gelir ve mustaz’aflar
artık müstekbirlerin güdümüne-kontrôllerine girerler ve zamanla da
müstekbirleri ilahlaştırırlar. Müstekbirliği ve mustaz’aflığı, -târih boyunca
böyle sürüp geldiğinden- “kader” olarak görürler. Hâlbuki bu, şeytanın ve tâğutların,
değişivermesinden çok korktukları, hattâ en fazla korktukları sûni bir durumdur.
Bu durum Allah’tan değil, şeytandan ve tâğuttandır.
Dünyâ’daki zulmün ve kötü durumun nedeni, müstekbirlerin
iktidarlarını ne olursa-olursa mutlakâ sürdürme isteğidir ve bunu
sürdürebilmelerinin olmazsa-olmazı da çoğunluğun mustaz’af olarak kalmasıdır. Tabi
bu bir zulümdür ve bu zulüm yüzünden Dünyâ hiç-bir zaman bir barış ve huzur
ortamı olamıyor. Mevcut durum sâdece peygamberler ile birlikte onların
zamânında değişmiş ve farklı bir kulvara girmiştir. Hak yeniden hâkim olduğunda
müstekbirler yer-altına çekilmek zorunda kalmıştır. İşte böyle zamanlarda
hak-hakîkat-huzur net bir şekilde açığa çıkmıştır. Baskı ortadan kalkıp
fıtratlar serbest kalınca insanlar İslâm’ın, barışın, huzûrun, adâletin ne
olduğunu görerek sünetullaha uygun yaşamaya başlarlar ve İslâm’a sıkıca
sarılırlar. O hâlde hak ve hakîkat, mustaz’afların gözünden bakınca daha net
görülür. Dünyâ’ya mustaz’afların gözünden bakmak farklı ama doğru sonuçlar ortaya
koyar. Bu bakış “İslâm’a uygun olan bakış”tır ve buna göre oluşturulacak
toplumsal düzende zulüm ve “zayıf bırakılmışlık” (mustaz’af) boşa çıkar.
Allah Rahmân ve Rahîm olduğu için zayıflardan-mazlumlardan
yanadır. Bu nedenle müstekbirlerin ağır bir devrim ile devrileceklerini ve
Dünyâ’nın mîrâsının mustaz’afların olduğunu söyler. Allah biraz da bu nedenle olsa
gerek, Kur’ân’da, belki de canlıların en zayıfı-mustaz’afı olan bir sivrisineği
bile örnek vermekten çekinmez:
“Şüphesiz
Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek
vermekten çekinmez. Böylece îman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir
gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’
derler. (Oysa Allah,) Bununla bir-çoğunu saptırır, bir-çoğunu da hidâyete
erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını saptırmaz” (Bakara 26).
Allah yardımını göndermesi için
güce-mala-mülke-imkâna değil; samîmiyete, îmâna, fedâkârlığa, cesârete, dirâyete,
güvene, sabra ve direnişe bakar. Allah, bu özelliklere sâhip -görece- zayıf
olan mü’minlere Bedir’de de yardım etmişti:
“Andolsun,
siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu hâlde Allah’tan
sakının, O’na şükredebilesiniz” (Âl-i
İmran 123).
Allah, zayıf bırakılmış mustaz’aflardan, kendilerine
gelmelerini, boyun eğmemelerini ve dik durup sabırla mücâdele etmelerini ister.
Allah ancak böylelerini sever:
“Nice
peygamberle birlikte bir-çok Rabbâni (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah
yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik
gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever” (Bakara 146).
İnsan sâdece “Allah’a karşı” zayıflığının bilincinde
olmalıdır. İnsanlara karşı gösterdiği zayıflık, kula kulluğu yanında getirir.
Belli bir dönemde zayıflığa düşmek belki insan için iyi olabilir. Sorun olan
şey sürekli bir zayıflık ve mustaz’aflık durumudur. Geçici mustaz’aflık durumu
ise, “gerçek kudret sâhibinin sâdece Allah olduğu”nu göstermesi bakımından
önemli olabilir. İnsan zayıf olarak doğar ve zayıf olarak ölür. Fakat zayıf
(mustaz’af) olarak yaşamak zorunda değildir:
“Allah,
sizi bir zaaftan yarattı, sonra (bu) zaafın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu
kuvvetin ardından da bir zaaf ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O,
bilendir, güç yetirendir” (Rûm 54).
“Allah
(ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) İnsan zayıf olarak
yaratılmıştır” (Nîsâ 28).
Mustaz’afları mustaz’af yapan ve mustaz’afların
bâzılarını âhirette sonsuz azâba dûçar eden şey, bu mustaz’afların müstekbirlere
ve tâğutlara karşı olan pasiflikleridir. Bu durum onların Dünyâ’da zor bir
hayat yaşamalarına neden olduğu gibi, onları âhirette de azâba sürükler. Âhiretteki
mustaz’aflarla müstekbirler arasında şöyle bir diyalog yaşanır:
“..Sen o
zulmedenleri, Rableri huzûrunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları)
birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Zaafa uğratılan
(mustaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız,
gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk’. Büyüklük taslayanlar, zaafa
uğratılan (mustaz’af)lara dediler ki: ‘Size hidâyet geldikten sonra, sizi biz
mi ondan alıkoyduk?. Hayır, siz (zâten) suçlu-günahkârlardınız’. Zaafa
uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, siz gece ve gündüz hîleli
düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize
emrediyordunuz’ dediler. Azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını saklarlar; biz de
inkâr edenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başkasıyla
mı cezâlandırılacaklardı?” (Sebe’
31-33).
Mustaz’afları “sürekli mustaz’af” yapan şey,
müstekbirlere kulluk yapmalarıdır. Onları gözlerinde fazla büyütmüşler ve
onların seviyesine ulaşamayacaklarını düşündüklerinden, mevcut zayıf durumlarını
bir kader olarak görmüşler, onlara tam itaat ile uymuşlardır. Fakat bu durum
hem müstekbirleri hem de mustaz’afları; birini zulümlerinden dolayı,
diğerlerini de pasifliklerinden dolayı cehennemilik yapar:
“Ateşin
içinde, iddiâlar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen
(müstekbir)lere derler ki: ‘Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan
kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir
misiniz?. Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: ‘Biz hepimiz (ateşin)
içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)” (Mü’min 47-48).
Allah mustaz’afların pasifliklerini kabûl etmez ve
hicret seçeneğini gösterir. Fakat bir de nefes almaya bile mecâlleri kalmayan
mustaz’aflar vardır ki, artık bunlara karşı Allah rahmândır, affedicidir.
“Melekler,
kendi nefislerine zulmedenlerin hayâtına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde
idiniz?’. Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik’
derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’
derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?. Ancak
erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç-bir çâreye güç
yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah bunları
affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır” (Nîsâ 97-99).
Allah mustaz’aflardan yanadır fakat Allah kimden
yanaysa o artık mustaz’af değildir, olmamalıdır. Zîrâ Allah’ın yardımını celb
edecek ameller ortaya koymaya başlamışlardır. Allah’ın yardım ettikleri kişiler
mustaz’af olmaktan çıkarlar:
“Hatırlayın;
hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi
kapıp-yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırandı,
sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi; ki
şükredesiniz” (Enfâl 26).
“Derler ki,
‘Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve
zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.’ Oysa izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar” (Münâfikûn 8).
Müstekbir ve mustaz’af farkı en çok îman konusunda
kendini açıkça gösterir. Müstekbirler; zulümden elde ettikleri kazançlarından
kolay-kolay vazgeçemeyecekleri için dâvete icâbet edemezler. Oysa zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri olmayan mustaz’aflar, dâvete kolay icâbet ederler
ve îmâna ulaşırlar:
“Kavminin
önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden îman edip de
onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz’aflara) dediler ki: ‘Sâlih’in gerçekten
Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’. Onlar: ‘Biz gerçekten onunla
gönderilene inananlarız’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler şöyle)
dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız” (A’raf 75-76).
Müstaz’afların gözünden Dünyâ’nın hâl-i pür melâli
de, nasıl olması gerektiği de çok net gözükür ve bilinir. Zîrâ onlar Dünyâ’ya
yeryüzünün en düşük rakımından bakmaktadırlar ve baktıkları yerden genel durumu
hiç-bir şeyi ıskalamadan çok net görebilirler. Nice
çâresizler-zayıflar-mazlumlar-düşmüşler-ezikler-sürünenler-ölmek üzere olanlar
ve ölenlerin durumu çok net gözükür durdukları yerden. Mustaz’aflar iyinin nasıl
olması gerektiğini, konumlarından dolayı iyi bildikleri için farklı bir Dünyâ
öngörebilirler. Zîrâ ârızayı iyi bilmektedirler. Fakat daha yüksek rakımda
yaşayanların, bu çâresizlikleri, ezikliği ve zor durumu görmesi mümkün
değildir. Onlara göre zâten “her-şey çok güzeldir; hârika bir zamanda yaşıyoruzdur,
herhangi bir sorun da yoktur”. Mustaz’aflar ise sıfır rakımın zorlayıcılığından
dolayı meseleyi idrâk edip çözebilirler, “sıfır rakım” onlara farklı bir
ferâset kazandırmıştır. Bu nedenle de sorunu çok iyi analiz edebilirler ve ne
yapılması, kiminle yapılması ve neye ihtiyâcımız olduğunu mustaz’aflar daha iyi
bilir. Dediğimiz gibi; sıfır rakım çok net gösterir. Belki de bu nedenle
Allah yeryüzüne mustaz’afları mîrasçı kılmak ister:
“Bereketler
kıldığımız yerin doğusuna ve batısına o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (mustaz’afları)
mîrasçılar kıldık. Rabbinin İsrâiloğullarına olan o güzel sözü (vaâdi),
sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi). Firavun ve kavminin
yaptıklarını ve yükselttiklerini (iktidarlarını ve saraylarını) da yerle bir
ettik” (A’raf 137).
Ali Şeriati: “Ey gaybın bilicisi Allah’ım!. Şu
çağımızda sana gerçekten tapanlar, yalnızca yeryüzünün mustaz’aflarıdır” der.
Mustaz’aflık orijinâl bir hâl ve durum değildir. İlk mustaz’aflar
“sonradan mustaz’af” olmuşlardır. Zîrâ Allah hiç kimseyi mustaz’af olarak
yaratmamıştır, yaratmaz. Cehâletten, pasiflikten, direnememekten, karşı
koyamamaktan, korkmaktan, eleştirememekten, îtirâz ve isyân edememekten
kaynaklanır mustaz’aflık. Ne zaman ki mustaz’aflar birbirleriyle çekişmeye
başlarlar, Allah ve Resûlüne itaat etmezler, pasifleşip yılgınlaşmaya
başlarlar; işte o zaman güçleri gider ve zayıflayarak mustaz’aflaşırlar. Bu
durumdan kurtulmak için yapılması gereken şeyi Allah çok net ortaya koyuyor:
“Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Modern zamanlar da mustaz’afların ve mustaz’aflığın
yoğun olarak yaşandığı zamanlardır. Bu, normâl ve doğal olmayan onursuz bir durumdur
ve bundan kurtulmak Allah’ın emridir. Yapılacak şey ise bellidir. Şöyle bir
silkinip ve karar alıp, bilgi-bilinç, amel-eylem ve devlet-medeniyet sürecine
girilmelidir. Zulüm yada mustaz’aflık ancak böyle bir süreç çok ciddi ve gayretli
şekilde ortaya konulup yaşandığında ortadan kalkacak ve Dünyâ cennetin bir şûbesine
(kendisine değil) dönebilecektir. Böylece asr-ı saadet süreci yeniden
başlayacak ve “son saat”e kadar da devâm edecektir inşaallah.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder