“Allah,
kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrâhim’le tartışmaya gireni görmedin
mi?. Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de
öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrâhim: ‘Şüphe yok, Allah Güneş’i
doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir’ deyince, o inkârcı böylece
afallayıp kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” (Bakara 258).
İnsan, Allah’tan gelen apaçık emirleri yapmamayı
nasıl meşrûlaştırılabilir?. Bunun tek bir yolu vardır: Kendisini ilahlaştırmak.
Çünkü ilah değilse “kul”dur ve her kul gibi o da o emirlere uymak zorundadır. Tasavvufçuların
ve günümüzde modernlerin yaptığı budur. Düşünsenize; Âlemlerin rabbi olan Allah,
melek Cebrâil aracılığıyla âlemlere rahmet Peygambere vahyediyor ve o
vahyettiklerinde Allah’ın “yap”-“yapma” dediği emirleri var. O emirleri yerine
getirmek kişiye çok zor geldiği için, o emirleri yerine getirmemenin çâresini
düşünüyor ve bunun en kolay yolu olarak emirleri yâni vahyi, yâni Allah’ın
sözünü aşırı yoruma tâbi tutmak olduğunu görüyor. Âyetleri aşırı yoruma tâbi
tutmalıdır, zîrâ âyetler yâni vahiy o kadar apaçıktır ki, aşırı yoruma tâbi
tutmadıkça o emirleri başkalaştırmak mümkün değildir. Fakat böyle aşırı şekilde
yorumlama yapıldığında vahiy özünden çıkıyor ve başka bir söz oluyor. Bu yeni
sözü, hem yorumu yapan hem de o yorumun tâkipçileri kabûl ediyor ve uyguluyorlar.
Fakat bu durumda Allah’ın sözüyle kulun yorumu çeliştiği için farklı bir âyet
ve din ortaya çıkmış oluyor. Ortaya çıkan bu dînin yorumunu yapan “kul” olduğu için,
kul ilahlaşmış oluyor. Hüküm koymuş oluyor zîrâ.
İnsan güyâ aşırı yorum yapma hakkını edinerek kendini
ilahlaştırmasıyla ve farklı tarzda yorumlar yapılıyor. Vahyin metnini
değiştiriyor ve güyâ metni düzeltiyor. Terbiyesizliktir bu. Metni Allah’tan
daha iyi anladığını söylemek demektir. Ali Bulaç şu soruları sorar:
1-Biz ilahî bir söz olan Kur’ân’ın iç-anlamını anlamak istediğimizde,
kendimizi Allah (c)’ın yerine koyabilir miyiz?. Hermenötik (aşırı yorumlama),
üstü kapalı, ama kaçınılmaz bir şekilde, bizim kendimizi Allah (c)’ın yerine
koyabileceğimizi hattâ koymamız gerektiğini öne sürer.
2-Biz bu sâyede Kur’ân’ı onu vahyeden Allah (c)’tan çok daha
iyi anlayabilir miyiz?.
3-Hermenötik aracılığıyla anlamaya ve yorumlamaya kalkıştığımız Kur’ân’ı
herhangi bir insandan değil, ama onu koruma altına alan Allah (c)’ın hakîki
murâdından farklı yorumlayabilir miyiz?”.
Tüm tahrif olmuş olan dinler, aşırı yorumlamayla
tahrif ve tahrip olmuştur. Bu tahrif ve tahribatları yapanlar insanların
gözünde ilahlaşmışlardır ve artık Allah yerine ona tapınmaya başlamışlardır.
Çünkü Allah’ın dediklerini değil de, o insanın dediklerini yapamaya, onun
dediklerine göre düşünmeye ve hareket etmeye başlamışlardır.
“Onlar, Allah’ın berisinden bilginlerini ve din-adamlarını, bir de
Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet
etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiç-bir ilah yoktur; O, onların ortak
koştukları her-şeyden münezzehtir” (Tevbe 31).
Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtirâz etmişti; “ben
de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara
ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: Allah’ın
haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında onların
dediklerini kabûl etmiyor musunuz?. Adiy ibni Hatem “evet, kabûl ediyoruz,
çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resûlullah:
“işte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.
Rab; hüküm koyucu demektir. Hüküm yalnız Yüce Allah’ındır,
Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette, rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve
hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını kabûl etmez.
Aşırı yorumlama yapanlar, yorumlarını vahyin özüyle
apaçık zıt anlama gelecek şekilde yapmazlar. Zîrâ o zaman o şey halkın inandığı
din olmaktan çıkar. Çünkü yaptıkları yorumlar dîne tam aykırı olur. Bu nedenle
tahrifat, hakkı bâtıla karıştırarak yapılır ki sırıtmasın ve halk îtirâz
etmesin. İşin biraz değiştiğini gören halk, metin tam olarak değişmediğinden,
“vardır bir hikmeti” deyip geçer gider. Allah hakkı bâtıla karıştırmayın diye
uyarır bizi:
“Hakkı
bâtılla karıştırmayın ve siz Hakkı bildiğiniz hâlde gizlemeyin” (Bakara 42).
Allah’ın sözünü türlü şekillerde başkalaştıranlara bel’am
denir. Bel’amlaşınca ilahlaşmak kaçınılmaz oluyor. Bel’amlar artık Allah’a göre
değil de kendilerine göre bir din ortaya koyuyorlar çünkü. Bu bel’amlardan biri
olan Samiri de, Hz. Mûsâ’nın ilahı yerine halka, altından bir buzağı yapmıştı
da halk buzağıya tapmaya başlamıştı. İnsanlar da onların dediklerine göre
düşünüp hareket edince, bir şirk toplumu oluşuyor ve bel’amlar da o toplumun
ilahları oluyor.
Kulun ilahlaşması en çok da “hüküm koyma”da kendini
gösterir. Oysa Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez: “O, hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26). Yâni hükmü sâdece Allah
koymalıdır ve insanlar bu hükümlere göre sâdece yargı ve yürütme yapmalıdırlar.
Bu hükümleri göz-ardı edip de kendi keyiflerine göre hüküm koymaya kalkmamalıdırlar.
Zîrâ bu kâfirlik, zâlimlik ve fâsıklıktır:
“Kim Allah’ın
indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kâfirlerin ta
kendileridir” (Mâide 44).
“Kim Allah’ın
indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir” (Mâide 45).
“Kim Allah’ın
indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fâsıkların ta
kendileridir” (Mâide: 47).
Kulun ilahlaşması bel’am ve tâğutlukla oluyor.
Bunlar, dînî, idâri, mâli, ekonomik, siyâsi, sosyâl alanlarda Allah’ın hükümlerine
göre değil de kendi hevâ-heveslerine ve çıkarlarına göre hüküm koymaya kalkıştıkları
için ilahlaşmaktadırlar. Küfre ve şirke düşmektedirler. Kâfirler iflah olmazlar
ve şirk, bilindiği gibi Allah’ın affetmeyeceği tek günahtır:
“Hiç
şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar
ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
Şirk nedir?. Allah’tan başka birilerinin, herkesin
malı olan ülkenin kaynakları vesilesiyle istediği gibi güç kullanma; bu güç
vesîlesiyle kânun/kural/hüküm/yasa koyma;
iktidardakilerin bu yasalarla devşirdikleri “tanrısal güç”le toplumu
aslında “keyfî”ne göre yönetme isteğidir. Yâni ilahlaşma isteği. Bu yasalar en
nihâyetinde bir-kaç kişinin ön-yargılarına, fikirlerine, düşüncelerine,
isteklerine, ideolojisine ve en önemlisi de çıkarlarına göre düzenledikleri
yasalardır. İnsanlar da bunlara uyarak doğru yaptıklarını zannetmektedirler.
Çünkü insanların çoğunluğu onlara uymaktadır. Oysa Kur’ân’da çoğunluğa uymanın
insanı sapıklığa götüreceği söylenir:
“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-am 116).
Kulun ilahlaşmamsı için ve insanların Allah’tan
başkalarını ilah edinmemeleri için, ilk başta Allah’tan başka hüküm koyuculara
ve saptırıcılara yâni bel’am ve tâğutlara güçlü bir “Lâ” demeleri, onları inkâr
etmeleri gerekir. Kur’ân’da bu şu şekilde emredilir:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Kulun ilahlaşması, Allah’ı, dîni, İslâm’ı, Peygamberi,
Kur’ân’ı hayâtın dışına itmekle olmuştur tüm zamanlarda. Zîrâ bunlar hayâta
hükmederken bir kulun ilahlaşması söz-konusu bile değildir. Dîni, Kur’ân’ı
vicdanlara, Allah’ı İslâm’ı kamusal alanın dışına çıkararak ve hapsederek
hayattan uzaklaştırıyorlar ve daha sonra da istedikleri gibi at oynatıyorlar;
kânun-yasa koyuyorlar, hükmediyorlar. Yâni ilahlaşıyorlar.
Hâlbuki Allah yeryüzünü bize mescid kılmıştır.
Peygamberimiz; “yeryüzü bana mescid kılındı” demiştir. Bu, yeryüzünün her
noktasında dînin yaşanması ve hâkim olması demektir. Kamusal alan denilen her
yer aslında “ilâhi alan”dır, dîni alandır. İslâm bir câmi “dîni” değildir.
Çocukluğumda câmiye gittiğimde, Allah’ın, hutbenin
merdiveninin altına gelen yerdeki boşlukta olduğunu zannediyordum. “Çocuk aklı
işte” denilebilir buna. Fakat şimdi anladım ki, bu zannım meğerse doğruymuş.
Allah, câminin içine hapsedilmiş ve dışarıya çıkmasına ve hayatta hükmetmesine
zinhar izin verilmiyor. Câmide de, câminin ortasında yada mihrapta da değil,
çocukluğumda zannettiğim gibi, hutbenin perde-kapı ile girilen küçük yerine
kapatılmış. Böylece cemaate bir şey söyleyemiyor. Saf çocuk-aklımla onu o
zamanlar “bilinçsiz bir şekilde” görmüşüm demek ki.
Tasavvufçular da; “lâ mevcûde illallah” ve “lâ faile
illallah” diyerek kendileri dâhil tüm âlemi; “lâ mevcûde illâ ene” diyerek de
kendilerini ilahlaştırmışlardır ki, âciz kulların kendilerini ilah gibi
görmelerinin zirvesi tasavvufta yaşanır. Kıçlarındaki boku temizlemekten âciz
olan kullar kendilerini Allah zannetmektedirler. Tasavvufçular öyle bir yere
gelmiştir ki, kendilerine ve her-şeye Allah demektedirler ve demeyenleri de
kâfir olarak görmektedirler. Üstelik buna bir de kalkıp “tevhide” demektedirler.
Oysa kul ilah değildir, çünkü Allah’tan başka ilah yoktur: Lâilâheillallah
Evet; Görüldüğü gibi, kulun ilahlaşması, Allah’ın
ilahlığı çalınınca oluyor.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Aralık 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder