Seküler
kelimesi; “Lâik, dinden bağımsız olan”; “işe dîni karıştırmayan”; “din-dışı”;
“dîne göre olmayan”; “dîne değil, Dünyâ’ya âit olan”; “dünyevî olan” anlamlarına
gelir. Seküler kelimesi seküler olunca, yâni mâneviyata değil de maddiyata âit
olunca, -bunu değerlendirecek irâdeli varlık insan olduğu için- “insana göre
olan” anlamına gelir zorunlu olarak. İrâdesiz varlıklar olan meselâ “ıspanağa”
ya da “kediye” göre olması normâl olmayacağından ve zâten sağduyuya da aykırı
olduğundan dolayı, sekülerin “insan-merkezli olan” anlamına gelmesi mecbûridir.
Zâten bir şey ya “dîne göre” yâni Allah’a göre, yada “insana göre” olabilir. Bu
durumda seküler kelimesi: Allah-Vahiy-Peygamber merkezli değil, “insan-merkezli
olan” anlamındadır. Yazımız boyunca seküler kelimesini bu anlamda kullanacağız.
Fakat “sekülerizm” kelimesinin bir de şu anlamı vardır; “sen onun tanrısına
saygı göster ki, o da senin tanrına saygı göstersin”, yâni “bir sene sen bizim
ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” söyleminin farklı bir
ifâdesidir.
Sekülerin bir ideoloji ve akım hâli olan Sekülerizm ise; toplumda âhiretten ve diğer dînî, ruhânî meselelerden ziyâde, dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket şekli olarak
ifâde edilebilir. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak “dünyâcılık” sözcüğünü
önermiştir. Buna göre sekülerizm; “din-dışı olma” ve “Dünyâ’ya göre eylemde
bulunma” anlamına gelir. Fakat sekülerizmde farklı bir durum da vardır ki, Abdurrahman
Arslan bunu şöyle açıklar:
“Sekülarizm/veyâ sekülerleşme, lâik anlayışın yaptığı
gibi, dîni hayâtın dışına kovmamakta; tersine, ihtiyaç duyduğu “şey” din
olduğundan, onu bizzat hayâtın içine, bir meşrûiyet sağlamak üzere, fakat
“kendi bağlamının öngördüğü şekilde” dâvet etmektedir”.
Bilindiği ve zâten
tartışmaya hiç gerek görülmediği gibi, ucu-bucağı görülmeyen kâinâtın içinde
muazzam bir düzende döngü ve hareketlilik vardır. Bu hareketlilik kesin olarak
insan ile ilgili değildir. Yâni bu hareketlerin düzeni yada kontrôlünde insanın
payı “0”dır. O hâlde evren insan-merkezli ve seküler değildir. İnananlara göre
Allah’ın koymuş ve düzenlemiş olduğu yasalara yine O’nun kontrôlü ve irâdesine
göre; inanamayanlar için ise (çok saçma bir şekilde) kendi-kendine olan bir
düzen ve döngü var. (Biz bu yazıyı inançlılar için yazdık). Bu düzen, tüm
evrenden başka Dünya için de geçerlidir. Dünyâ’nın canlı-cansız tüm
varlıklarının yapıları da Allah’ın yasalarına göre hareket ediyor. Bitkiler ve
hayvanların hareketleri ve işleyişleri ilâhi yasalar gereği oluyor. Yâni
seküler=insan-merkezli değil. İnsanın da bedenin işleyişi insanın elinde
değildir. Aklından zoru yoksa yada canından bezip de ölmek istemiyorsa, meselâ
kâlbinin atışıyla ve kontrôlüyle bir ilgisi yoktur. Kâlbinin atışı bile
seküler=insan-merkezli değildir. Kendisinin dışında bir kontrôlle sürdürür
hayâtiyetini. Diğer organları ve vücut işleyişi için de geçerlidir bu durum.
Öyleyse tüm kâinatta, insan-merkezli olmayan yâni seküler olmayan bir işleyiş
vardır ve insanın bu doğal işleyişe bir katkısı yoktur. Biri çıkıp da “tüm bu
işleyişi ben yapıyorum” dese, ona akıl-sâhibi olan hiç kimse inanmaz.
Peki insan ne yapar?.
İnsanın dahli nerede başlar?. İrâdeli bir varlık olan insan, seçme, karar verme
yetileri olan bir varlıktır ve Dünyâ’daki eylemleri yada Dünyâ’nın îmârı için
bu irâdeyi kullanır ve çeşitli faaliyetlerde bulunur ve iş ortaya koyar. Peki
insanın irâdesi istediği gibi yapıp-etmek için mi verilmiştir kendisine, yoksa
gökte olan muazzam ve hatâsız döngüyü, Yaratıcının gönderdiği vahiy
doğrultusunda ve vahyin genel prensiplerine uygun ve aykırı olmayarak inşâ etmesi
ve irâdesini bu inşânın pratik yönlerini gerçekleştirmesi için mi verilmiştir?.
Yâni kendisindeki irâde, kânun koymak için mi, yoksa kânuna uymak için mi
verilmiştir? Biz diyoruz ki; insanın irâdesi ve aklı, kânun koymak için değil,
zâten Allah tarafından gönderilmiş olan kânunu eyleme dökmek için verilmiştir.
Yâni insanın “yasama yetkisi” yoktur, “yargı ve yürütme yetkisi” vardır yine
ilâhi ölçüler doğrultusunda. İnsan, kâinatta ve kendi bedeninde muazzam bir
şekilde işleyen yasarla uygun olan; Allah’ın melek Cebrâil aracılığı ile
peygamberlerine bildirdiği vahiylere yada bu vahiylerin genel prensiplerine
göre ve bu vahiylerin genel prensiplerine aykırı olmayacak bir şekilde “yargı”
ve “yürütme” yapmak üzere yaratılmış ve akıl ve irâde ile donatılmıştır.
Anayasa vahiy-Kur’ân olacak ve yapılacak her-şey direkt yada dolaylı olarak “vahye
göre” olacak ve bu kânunlar-kurallar da vahiylerin genel prensiplerine aykırı
düşmeyecektir. İnsanın, Kur’ân’ın genel prensiplerinden yola çıkarak yada ilham
alarak yapacağı işler gökteki ve yerdeki düzen gibi bir düzen açığa çıkarabilir
ancak ve her-hangi bir fesat da çıkmaz böylelikle. Bunun için de seküler dinden-din(ler)den
vazgeçerek, seküler olmayan bir din-anlayışı ile edip-eylemesi gereklidir
insanın.
Peki “seküler din” ne
demektir?. Seküler din, “insan-merkezli din” demektir. İnsan-merkezli
din, Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli değil de, insan-merkezli olan, “insana göre
olan” bir dindir. Bu dînin ne olduğu ve neler yaptığı târih boyunca görülmüştür
zâten, mevzumuz bu değil. Bir kişinin yada bir grubun kararlarına yada
arzularına göre oluşturulmaya çalışan bir düzen-sistem-ideolojiler, çok da uzak
olmayan bir zamanda insanlara zulüm olarak geri dönmüştür. Bu, Allah’ın bir
yasasıdır. Çünkü insanın aklı-irâdesi, gökyüzündeki ve yeryüzündeki gibi
muazzam ve âdil bir düzen-döngü kuracak bir çapta olmadığından, mutlakâ eksik
ve bu nedenle yanlış-hatalı kararlar alacak ve bu yanlış kararlara göre
yapıp-ettikleri, insanlara ve hattâ hayvan ve bitkilere zulüm olarak geri
dönecektir. İşte bu nedenle Allah sürekli vahiyler göndererek “nasıl olması”
gerektiğini insanlara göstermiştir ve son büyük “bildirim” olan Kur’ân ile
berâber de mesajı kemâle erdirmiştir. Allah Kur’ân ile der ki: “Anayasanız
Kur’ân’dır”. Kur’ân’a göre kararlar alın, Kur’ân’ın genel prensiplerine uygun olan
yada aykırı olmayan kararlar alın ve yine buna göre eylemlerde uygulamalarda
bulunun”:
“Biz bu
kitabı sana, her-şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet,
müslümanlara bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu
bilmiyorlar” (Yûsuf 40).
“Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık” (En-âm 38).
“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet” (Mâide 49).
“Eleysallâhu bi ahkemil hâkimîn”. Allah
hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin
8).
Allah bu âyetlerle ve Kur’ân’ın
bir-çok yerinde bu konuda bizi uyarır. Çünkü aksi-hâlde Allah-merkezli değil de
insan-merkezli yâni seküler olduğunda, tüm zamanlarda ve günümüzde görüldüğü
üzere perişanlık kaçınılmazdır.
Şimdi; inanmayanlar bu
sözleri kabûl etmezler, inanmazlar çünkü. Onlar, ölüm-sonrası hayâtı kabûl
etmedikleri için böyle bir şeyi istemezler de. Çünkü “Allah’a göre” olunca “günah
alanı” mecbûren daralır. Zîrâ İslâm, kamusal alanda günaha izin vermez.
Ayrıcalıklara, haz-merkezli olmaya izin vermez. Bu da âhireti yok sayanlar için
bir felâket olacağından, onların böyle bir Dünyâ’yı istemeleri beklenemez.
Fakat müslümanlara ne oluyor?.
Onlar neden seküler bir dînin peşinden gidiyorlar?. Gitmiyorlar mı?.
Kendilerine “müslümanım” diyenleri görmüyor musunuz?.. Dünyâ’daki dinlerin
müntesiplerinin bir-kısmı, dinlerini tahrif etmiş ve pagan dînini benimsemiş ve
dalâlete düşmüş; diğer bir-kısmı Dünyâ’ya taparak gazap-merkezi olmuşlar. Diğer
bâzıları da dînin sâdece bir-kısmını almışlar ve aşırı yorumlamaya dayalı
çalışmaları onları sapıklaştırmış ve şirke düşürmüş; bir diğer kısım ise, dîni
salt ahlâk-merkezli olarak görmek ve yaşamak istiyor ama bir arpa-boyu bile yol
alamamışlar.
Müslümanlıkta da Peygamberimizden
sonra Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısıyla başlayan bir sekülerlik=insan-merkezlilik
var. Sekülerlik yâni dünyevilik ağır basmış ve düşünüşler ve yaşayışlar seküler
merkezde gider olmuş. Dünyevilikten kurtulmak için yapılanlar bile bir zaman
sonra dünyeviliğe yâni sekülere dönmüş. Birileri vahiy-merkezli değil de
insan-merkezli yâni seküler merkezde hareket eder olmuş. Çünkü vahye göre değil
de şeyhlerine, mezheplerine, imamlarına, lîderlerine, efendilerine vs. göre; onların
sözlerine-yazılarına-kitaplarına-söylemlerine göre edip-eylemeye başlamışlar.
Bu eylemlerin vahye uygun olup-olmadığının bir önemi kalmamış. Diğer bir kısmı
ise kendilerine gelen ilham ve -hâşâ- vahiylere göre söylemde (eylem değil)
bulunuyorlar. “Hak vahye” göre değil de “bâtıl vahye” göre yâni şeytanın
vahyine göre söylemlerde bulunuyorlar:
“Şeytanlar kendi evliyâsına/dost ve destekçilerine
sizinle mücâdele etmeleri için elbetteki vahiy gönderirler. O şeytan evliyâsına
boyun eğerseniz kesinlikle müşrikler oldunuz demektir” (En-am 121).
Şeyh, veli, evliyâ, efendi,
hoca, kutup, gavs, imam, halife vs.’nin şahsî sözlerine, yazılarına,
kitaplarına, emirlerine göre hareket etmek, “seküler dîne göre” hareket etmek
demektir. Zîrâ onlar bir insandır ve olara uyulduğunda, “insana uyulmuş” olunur
ve dîni anlamda bunlara uyulduğunda ve din onların söylediği-yazdığı şekilde
olunca, seküler olur. Eğer bu kişiler sözlerini-yazılarını vahiy-merkezli yâni
vahye uygun yada vahyin genel prensiplerine aykırı olmayan bir şekilde
söylüyorlarsa, sorun yok. Eyvallah. Onlara itaat etmek zorunludur. Çünkü “bilenlere”
uymak gerekir. Fakat bu kişilerin söylemleri ve yazdıkları vahiyle çelişiyorsa
ve kişiler buna rağmen bilerek-bilmeyerek onlara uyuyorlarsa, seküler bir dînin
müntesipleri olmuş olurlar. Çünkü Allah-merkezli değil, insan-merkezli bir dîne
uymuş olurlar.
Peki söylemlerinin ve yazılarının
vahye uygun olup-olmadığının delîli nedir?. Bu yine, söyledikleri ve kitaplarında
yazdıklarıyla ölçülmez. Nasıl bir eylemde bulunduklarıyla ilgilidir. Hattâ bir
eylemde bulunup-bulunmadıklarına bakarak anlaşılabilir. Çünkü İslâm salt bir “ders
dîni” değildir ve Kur’ân’ın tümü, eylem-merkezli, eyleme yönelten âyetlerden
oluşmuştur. Şimdi; bu kişiler ve bunlara bağlı olanlar bir eylemde bulunuyorlar
mı ve nasıl bir eylemde bulunuyorlar?. Eylemlerinin sonucunda ne oluyor?. İşte
burada mecbûren, İslâm’ın-Kur’ân’ın pratik kaynağı olan sünnete bakmamız
gerekir. Yâni bulundukları eylemler ve sonuçları Peygamberimizin eylemlerine yada
eylemlerinin sonuçlarına benziyor mu?, Peygamberimizin eylemlerine yada
eylem-tarzına aykırı mı değil mi?. İslâm’da bilincin kaynağı Kur’ân iken,
eylemin kaynağı ise sünnettir. İkisinin âhenginden devlet ve medeniyet doğar.
İşte, Kur’ân-sünnet âhengine uygun bir eylemin olup-olmadığı, o kişinin yada
toplumun dîninin “seküler” yada “Allah-merkezli” olup-olmadığını belli eder. O
hâlde hak din, eylemsiz olamaz. Eylemi de Allah-merkezli olmak zorundadır,
insan-merkezli değil.
Öyleyse; seküler din; Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli değil, insan-merkezli
bilgi ve eylem ortaya koyan dindir.
Yada şöyle de denebilir: “Seküler din, eylemsiz dindir”. Zîrâ hak din, eyleme
dönüktür. Eylemi olmayan din zorunlu olarak seküler olur, çünkü dînî eylemde
bulunmayan insanlar, mecbûren din-dışı eylemde bulunurlar. Çünkü din-dışı
bir ortamda, din-dışı yâni insan-merkezli olan kânunlara-yasalara ve
edip-eylemelere tâbidirler. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyup-yazan ve anlatanlar da,
bu doğrultuda eylemde bulunmadıklarında, seküler yâni insan-merkezli bir dînin
müntesibi olmuş olurlar. Çünkü vahye göre eylem ortaya koyulmadığında,
vahiy-dışı, din-dışı eylem ortaya koyacak yada din-dışı, insan-merkezli yâni
seküler olana göre hareket etmek zorunda kalacaklardır. Zîrâ yaşadıkları
ortam-mekân, seküler bir mekândır ve bu mekânın kuralları-kânunları da seküler
yâni insan-merkezlidir. Bu mekânda ancak “geçici” olarak bulunulabilir ve
İslâm’a göre yaşama arzusu var ise, ya oradan uzaklaşılıp gidilecek (hicret),
yada orada bir “değişim” (devrim) yapılacaktır. Çünkü İslâm bütünsel anlamda
ancak ve ancak bu şartlarda “tam anlamıyla” yaşanabilir.
Peygamberimizin yaşadığı mekân da (Mekke) ilk-başta
vahiy-merkezli değildi, yâni sekülerdi. Bir mü’minin bu ortamda Allah-merkezli
yaşaması mümkün olmadığından, mecbûren ya o ortamı değiştirip Allah-merkezli
bir ortama gitmesi gerekir ki hicret bu demektir, yada bulunduğu mekânı bir
şekilde seküler yâni insan-merkezli, dolayısı ile “keyfe göre olan” mekânı
değiştirip, Allah-merkezli, anti-seküler hâle getirmesi gerekir. Peygamberimiz Allah’ın
emriyle ilk şıkkı eyleme koymuştur ve bulunduğu yerden, bir-süre sonra tekrar
gelmek üzere ayrılmıştır. Çünkü hak dînin yâni İslâm’ın seküler bir ortamda tam
anlamıyla yaşanması imkânsızdır. Eğer yaşanabilseydi Peygamberimiz ayrılmazdı
oradan. Çünkü siz ayrılmayı düşünmeseniz bile, diğerleri sizi ayrılmak zorunda
bırakacaklardır. Çünkü onlar “vahye göre” olacak bir hayâta katlanamazlar. Böyle
ortamlarda İslâm sâdece zihinsel olarak, yâni eylemsiz, yâni seküler olarak
yaşanabilir. Çünkü ortada “hak din”e göre düzenlenmiş bir Dünyâ yoksa,
insana-keyfe-hevâ ve hevese göre, yâni lâik-seküler olana göre düzenlenmiş bir
Dünyâ-mekân olacaktır ve bu ortamda yaşayanlar, -günümüzde olduğu gibi- sekülerizmin
din-merkezli bir hayâta izin vermeyeceği için din sâdece “zihne göre” yaşanabilecektir
ki bu durum İslâm’a göre seküler bir yaşamdır. İslâm seküler bir yaşamı zinhar
kabûl etmez ve zâten Allah, seküler yâni insan-merkezli hayâtı, “Allah-merkezli”
olarak değiştirmek için peygamber ve vahiy göndermiştir. Zîrâ seküler dînin
Allah-merkezli eylemi yoktur. Oysa tüm kâinat Allah-merkezli işlemektedir. Eylemi
olmayan din, yaşanmışlıktan uzak olduğu, yaşanmışlığı olmadığı için zorunlu
olarak mevcut insan-merkezli yâni sekülere göre hareket edecek ve sekülerin
belirlediğine göre yaşayacaktır.
Müslümanların şu-anda sekülere göre yaşandığının
delîli, müslüman âleminin hâl-i pür melâlidir. Müslümanlar Dünyâ’da “parya”
konumundadırlar. Aç-susuz kalan, terörist îlan edilen, itelenen-ötelenen, ölen,
perişân olan hep müslümanlardır. Çünkü seküler bir din inancındalar. Yâni
insan-merkezli olanı kabûl etmişler, Allah-merkezli olana yâni vahye göre eylemde
bulunmayı göze almıyorlar. Hiç-bir eleştirileri, îtirazları ve isyanları yok.
Hattâ bu konuda bir konuşmaları bile yok. Bu durum utanç verici haysiyetsiz bir
durumdur. Harekete-eyleme-amele geçemiyorlar. “Lâ” diyemiyorlar. “Hayır”
diyemiyorlar. Eleştirmiyor, îtiraz etmiyor, isyân çıkarmıyorlar. Çünkü îman-güven
problemleri var. Ölümü bir trajedi olarak görüyorlar. Korkuyorlar, tembeller,
pısırıklar, benciller, sekülerizmin her türlü pisliğine dibine kadar batmışlar.
Eğer inansaydılar, sağlam bir îman ve güvenleri olsaydı “üstün” olurlardı ve bu
hâlde bulunmazlardı:
“Gevşemeyin,
üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139)
Hadi şeyhinin, hocasının, efendisinin kıçına takılıp
da körü-körüne gidenler şaşkınlık içindedirler, câhillik batağına saplanmışlar
ve bilinçli bir söylem ve eylem gösteremiyorlar. Ya ellerinden Kur’ân’ı
düşürmeyenler.. Sürekli Kur’ân okuyorlar, dersler, tefsirler, etkinlikler
yapıyorlar. Kur’ân okuma uğruna Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar. Peki bunları
yapanlar neden bir eylemde bulunmuyorlar ve seküler eylemden kurtulamıyorlar?. Kur’ân’ın
bir eylem-plânı yok mu ve hiç mi amelden-eylemden bahsetmiyor?. Yoksa amel
deyince sâdece bâzı ibâdet şekillerini mi anlıyorlar yada anlamak istiyorlar?.
Hem Kur’ân’dan ne anlamayı umuyorsunuz?. Bu “anlama” denilen şeyin harekete
başlatacağı nokta neresidir?. Bir-anda, o anda anlayacağınız şey nedir?. O zaman
ne zaman gelecek?. O zamânın gelmesini gerçekten istiyor musunuz ve o zamânın
gelmesinden korkuyor musunuz?.
Kur’ân’ı okuyorlar, sonra gün geliyor bitiriyorlar. Zannediyorsunuz
ki bir eylemde bulunacaklar, hayırlı işler yapacaklar, bir iş-amel ortaya
koyacaklar. Bir örneklik sergileyecekler. Nerde… hadi yeniden başlıyorlar
okumaya.. Ne yapacaksınız ki?. Kur’ân’ı tam ve eksiksiz olarak, hiç-bir anlamı
dışarıda kalmayacak bir şekilde tüm anlamlarını anlayıp bitirecek misiniz?.
Kur’ân 1.400 yıldır onbinlerce kez çok “cins kafalar” tarafından okundu da hâlâ
mı anlaşılamadı?. Neyi çözemediniz ve neyi sökemediniz?. Neden genel anlamda Kur’ân’ı
kavrayıp idrak ettikten ve onun rûhunu-mesajını anlayıp sonra da eyleme-amele
geçmiyorsunuz?. Siz gerçekten ciddî misiniz?.
Allah’ın üzerinizde hakkı var. Kur’ân, hakîkatleriyle
amel edilmesini bekliyor. Peygamberin sünneti tekrar diril(til)meyi bekliyor.
Niçin cennet için yarışmıyorsunuz ve cennete gitmekten korkuyorsunuz?.
Neyi arıyorsunuz, ne
bulacaksınız ki?. Felsefede şöyle bir soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir
şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan
şey olduğunu nereden bileceğiz?”. Ali Şeriati:
“Peygamberler dinsiz bir topluma din
anlatmak için değil, toplumda bozulan din-algısını düzeltmek için
gönderilmiştir” der.
Ali Eren:
“El atmadık tarafı bırakılmayan ve
değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar, beşerî bir sistem olur”
der.
Mustafa Öztürk:
“Neyi sökemediniz?, neyi
kavrayamadınız da “başlayamıyorsunuz” der.
Kur’ân’ı
bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, ancak ve ancak eylem
hâlinde iken olur. Einstein:
“Bilmenin tek yolu
deneyimlemektir” der.
İhsan Eliaçık:
“İslâm dîninde
olay pratikle ilgilidir. Yaptıklarınla ilgilidir. Bir inanç, toplumsal
olaylara çözüm getirdiği oranda değerlidir. İslâm inancı bu açıdan
değerlidir. Hak aramayan, hakkını-hukûkunu bilmeyen, inancın sosyâl-yaşam ile
sıkı bağlantısını göremeyen bir nesil yetiştirme çabası var” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.
Peygamberimiz 13 senelik bir “bilgi-bilinç” sürecinde
sonra “eylem”e geçti ve hicret edip devlet kurdu ve medeniyet başlattı. İslâm
Medeniyeti. Bu Allah’ın emri ve İslâm’ın projesidir. Zîrâ eyleme geçmeyen
bilgi kuru bir mâlûmattan öteye gidemez. İnsan-merkezli yâni seküler bir
din -ki bu din bâtıl bir yol=dindir- ancak Peygamber pratikliği ve örnekliği
olan, Kur’ân’ın bilinci ile eyleme dönüşmüş bir “sünnet” ile değişir ve
Allah’ın sözü Dünyâ’ya hâkim olabilir:
“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya
kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını
görendir” (Enfâl 39).
“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve
Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah bilip (ortaya)
çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder