7 Şubat 2016 Pazar

Seküler Din


Seküler kelimesi; “Lâik, dinden bağımsız olan”; “işe dîni karıştırmayan”; “din-dışı”; “dîne göre olmayan”; “dîne değil, Dünyâ’ya âit olan”; “dünyevî olan” anlamlarına gelir. Seküler kelimesi seküler olunca, yâni mâneviyata değil de maddiyata âit olunca, -bunu değerlendirecek irâdeli varlık insan olduğu için- “insana göre olan” anlamına gelir zorunlu olarak. İrâdesiz varlıklar olan meselâ “ıspanağa” ya da “kediye” göre olması normâl olmayacağından ve zâten sağduyuya da aykırı olduğundan dolayı, sekülerin “insan-merkezli olan” anlamına gelmesi mecbûridir. Zâten bir şey ya “dîne göre” yâni Allah’a göre, yada “insana göre” olabilir. Bu durumda seküler kelimesi: Allah-Vahiy-Peygamber merkezli değil, “insan-merkezli olan” anlamındadır. Yazımız boyunca seküler kelimesini bu anlamda kullanacağız. Fakat “sekülerizm” kelimesinin bir de şu anlamı vardır; “sen onun tanrısına saygı göster ki, o da senin tanrına saygı göstersin”, yâni “bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” söyleminin farklı bir ifâdesidir.

 

Sekülerin bir ideoloji ve akım hâli olan Sekülerizm ise; toplumda âhiretten ve diğer dînî, ruhânî meselelerden ziyâde, dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket şekli olarak ifâde edilebilir. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak “dünyâcılık” sözcüğünü önermiştir. Buna göre sekülerizm; “din-dışı olma” ve “Dünyâ’ya göre eylemde bulunma” anlamına gelir. Fakat sekülerizmde farklı bir durum da vardır ki, Abdurrahman Arslan bunu şöyle açıklar:

 

“Sekülarizm/veyâ sekülerleşme, lâik anlayışın yaptığı gibi, dîni hayâtın dışına kovmamakta; tersine, ihtiyaç duyduğu “şey” din olduğundan, onu bizzat hayâtın içine, bir meşrûiyet sağlamak üzere, fakat “kendi bağlamının öngördüğü şekilde” dâvet etmektedir”.

 

Bilindiği ve zâten tartışmaya hiç gerek görülmediği gibi, ucu-bucağı görülmeyen kâinâtın içinde muazzam bir düzende döngü ve hareketlilik vardır. Bu hareketlilik kesin olarak insan ile ilgili değildir. Yâni bu hareketlerin düzeni yada kontrôlünde insanın payı “0”dır. O hâlde evren insan-merkezli ve seküler değildir. İnananlara göre Allah’ın koymuş ve düzenlemiş olduğu yasalara yine O’nun kontrôlü ve irâdesine göre; inanamayanlar için ise (çok saçma bir şekilde) kendi-kendine olan bir düzen ve döngü var. (Biz bu yazıyı inançlılar için yazdık). Bu düzen, tüm evrenden başka Dünya için de geçerlidir. Dünyâ’nın canlı-cansız tüm varlıklarının yapıları da Allah’ın yasalarına göre hareket ediyor. Bitkiler ve hayvanların hareketleri ve işleyişleri ilâhi yasalar gereği oluyor. Yâni seküler=insan-merkezli değil. İnsanın da bedenin işleyişi insanın elinde değildir. Aklından zoru yoksa yada canından bezip de ölmek istemiyorsa, meselâ kâlbinin atışıyla ve kontrôlüyle bir ilgisi yoktur. Kâlbinin atışı bile seküler=insan-merkezli değildir. Kendisinin dışında bir kontrôlle sürdürür hayâtiyetini. Diğer organları ve vücut işleyişi için de geçerlidir bu durum. Öyleyse tüm kâinatta, insan-merkezli olmayan yâni seküler olmayan bir işleyiş vardır ve insanın bu doğal işleyişe bir katkısı yoktur. Biri çıkıp da “tüm bu işleyişi ben yapıyorum” dese, ona akıl-sâhibi olan hiç kimse inanmaz.

 

Peki insan ne yapar?. İnsanın dahli nerede başlar?. İrâdeli bir varlık olan insan, seçme, karar verme yetileri olan bir varlıktır ve Dünyâ’daki eylemleri yada Dünyâ’nın îmârı için bu irâdeyi kullanır ve çeşitli faaliyetlerde bulunur ve iş ortaya koyar. Peki insanın irâdesi istediği gibi yapıp-etmek için mi verilmiştir kendisine, yoksa gökte olan muazzam ve hatâsız döngüyü, Yaratıcının gönderdiği vahiy doğrultusunda ve vahyin genel prensiplerine uygun ve aykırı olmayarak inşâ etmesi ve irâdesini bu inşânın pratik yönlerini gerçekleştirmesi için mi verilmiştir?. Yâni kendisindeki irâde, kânun koymak için mi, yoksa kânuna uymak için mi verilmiştir? Biz diyoruz ki; insanın irâdesi ve aklı, kânun koymak için değil, zâten Allah tarafından gönderilmiş olan kânunu eyleme dökmek için verilmiştir. Yâni insanın “yasama yetkisi” yoktur, “yargı ve yürütme yetkisi” vardır yine ilâhi ölçüler doğrultusunda. İnsan, kâinatta ve kendi bedeninde muazzam bir şekilde işleyen yasarla uygun olan; Allah’ın melek Cebrâil aracılığı ile peygamberlerine bildirdiği vahiylere yada bu vahiylerin genel prensiplerine göre ve bu vahiylerin genel prensiplerine aykırı olmayacak bir şekilde “yargı” ve “yürütme” yapmak üzere yaratılmış ve akıl ve irâde ile donatılmıştır. Anayasa vahiy-Kur’ân olacak ve yapılacak her-şey direkt yada dolaylı olarak “vahye göre” olacak ve bu kânunlar-kurallar da vahiylerin genel prensiplerine aykırı düşmeyecektir. İnsanın, Kur’ân’ın genel prensiplerinden yola çıkarak yada ilham alarak yapacağı işler gökteki ve yerdeki düzen gibi bir düzen açığa çıkarabilir ancak ve her-hangi bir fesat da çıkmaz böylelikle. Bunun için de seküler dinden-din(ler)den vazgeçerek, seküler olmayan bir din-anlayışı ile edip-eylemesi gereklidir insanın.  

 

Peki “seküler din” ne demektir?. Seküler din, “insan-merkezli din” demektir. İnsan-merkezli din, Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli değil de, insan-merkezli olan, “insana göre olan” bir dindir. Bu dînin ne olduğu ve neler yaptığı târih boyunca görülmüştür zâten, mevzumuz bu değil. Bir kişinin yada bir grubun kararlarına yada arzularına göre oluşturulmaya çalışan bir düzen-sistem-ideolojiler, çok da uzak olmayan bir zamanda insanlara zulüm olarak geri dönmüştür. Bu, Allah’ın bir yasasıdır. Çünkü insanın aklı-irâdesi, gökyüzündeki ve yeryüzündeki gibi muazzam ve âdil bir düzen-döngü kuracak bir çapta olmadığından, mutlakâ eksik ve bu nedenle yanlış-hatalı kararlar alacak ve bu yanlış kararlara göre yapıp-ettikleri, insanlara ve hattâ hayvan ve bitkilere zulüm olarak geri dönecektir. İşte bu nedenle Allah sürekli vahiyler göndererek “nasıl olması” gerektiğini insanlara göstermiştir ve son büyük “bildirim” olan Kur’ân ile berâber de mesajı kemâle erdirmiştir. Allah Kur’ân ile der ki: “Anayasanız Kur’ân’dır”. Kur’ân’a göre kararlar alın, Kur’ân’ın genel prensiplerine uygun olan yada aykırı olmayan kararlar alın ve yine buna göre eylemlerde uygulamalarda bulunun”:

 

 “Biz bu kitabı sana, her-şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, müslümanlara bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

 

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).

 

“Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık” (En-âm 38).

 

“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet” (Mâide 49).

 

“Eleysallâhu bi ahkemil hâkimîn”. Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin 8).

 

Allah bu âyetlerle ve Kur’ân’ın bir-çok yerinde bu konuda bizi uyarır. Çünkü aksi-hâlde Allah-merkezli değil de insan-merkezli yâni seküler olduğunda, tüm zamanlarda ve günümüzde görüldüğü üzere perişanlık kaçınılmazdır.

 

Şimdi; inanmayanlar bu sözleri kabûl etmezler, inanmazlar çünkü. Onlar, ölüm-sonrası hayâtı kabûl etmedikleri için böyle bir şeyi istemezler de. Çünkü “Allah’a göre” olunca “günah alanı” mecbûren daralır. Zîrâ İslâm, kamusal alanda günaha izin vermez. Ayrıcalıklara, haz-merkezli olmaya izin vermez. Bu da âhireti yok sayanlar için bir felâket olacağından, onların böyle bir Dünyâ’yı istemeleri beklenemez.

 

Fakat müslümanlara ne oluyor?. Onlar neden seküler bir dînin peşinden gidiyorlar?. Gitmiyorlar mı?. Kendilerine “müslümanım” diyenleri görmüyor musunuz?.. Dünyâ’daki dinlerin müntesiplerinin bir-kısmı, dinlerini tahrif etmiş ve pagan dînini benimsemiş ve dalâlete düşmüş; diğer bir-kısmı Dünyâ’ya taparak gazap-merkezi olmuşlar. Diğer bâzıları da dînin sâdece bir-kısmını almışlar ve aşırı yorumlamaya dayalı çalışmaları onları sapıklaştırmış ve şirke düşürmüş; bir diğer kısım ise, dîni salt ahlâk-merkezli olarak görmek ve yaşamak istiyor ama bir arpa-boyu bile yol alamamışlar.

 

Müslümanlıkta da Peygamberimizden sonra Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısıyla başlayan bir sekülerlik=insan-merkezlilik var. Sekülerlik yâni dünyevilik ağır basmış ve düşünüşler ve yaşayışlar seküler merkezde gider olmuş. Dünyevilikten kurtulmak için yapılanlar bile bir zaman sonra dünyeviliğe yâni sekülere dönmüş. Birileri vahiy-merkezli değil de insan-merkezli yâni seküler merkezde hareket eder olmuş. Çünkü vahye göre değil de şeyhlerine, mezheplerine, imamlarına, lîderlerine, efendilerine vs. göre; onların sözlerine-yazılarına-kitaplarına-söylemlerine göre edip-eylemeye başlamışlar. Bu eylemlerin vahye uygun olup-olmadığının bir önemi kalmamış. Diğer bir kısmı ise kendilerine gelen ilham ve -hâşâ- vahiylere göre söylemde (eylem değil) bulunuyorlar. “Hak vahye” göre değil de “bâtıl vahye” göre yâni şeytanın vahyine göre söylemlerde bulunuyorlar:

 

“Şeytanlar kendi evliyâsına/dost ve destekçilerine sizinle mücâdele etmeleri için elbetteki vahiy gönderirler. O şeytan evliyâsına boyun eğerseniz kesinlikle müşrikler oldunuz demektir” (En-am 121).

 

Şeyh, veli, evliyâ, efendi, hoca, kutup, gavs, imam, halife vs.’nin şahsî sözlerine, yazılarına, kitaplarına, emirlerine göre hareket etmek, “seküler dîne göre” hareket etmek demektir. Zîrâ onlar bir insandır ve olara uyulduğunda, “insana uyulmuş” olunur ve dîni anlamda bunlara uyulduğunda ve din onların söylediği-yazdığı şekilde olunca, seküler olur. Eğer bu kişiler sözlerini-yazılarını vahiy-merkezli yâni vahye uygun yada vahyin genel prensiplerine aykırı olmayan bir şekilde söylüyorlarsa, sorun yok. Eyvallah. Onlara itaat etmek zorunludur. Çünkü “bilenlere” uymak gerekir. Fakat bu kişilerin söylemleri ve yazdıkları vahiyle çelişiyorsa ve kişiler buna rağmen bilerek-bilmeyerek onlara uyuyorlarsa, seküler bir dînin müntesipleri olmuş olurlar. Çünkü Allah-merkezli değil, insan-merkezli bir dîne uymuş olurlar.

 

Peki söylemlerinin ve yazılarının vahye uygun olup-olmadığının delîli nedir?. Bu yine, söyledikleri ve kitaplarında yazdıklarıyla ölçülmez. Nasıl bir eylemde bulunduklarıyla ilgilidir. Hattâ bir eylemde bulunup-bulunmadıklarına bakarak anlaşılabilir. Çünkü İslâm salt bir “ders dîni” değildir ve Kur’ân’ın tümü, eylem-merkezli, eyleme yönelten âyetlerden oluşmuştur. Şimdi; bu kişiler ve bunlara bağlı olanlar bir eylemde bulunuyorlar mı ve nasıl bir eylemde bulunuyorlar?. Eylemlerinin sonucunda ne oluyor?. İşte burada mecbûren, İslâm’ın-Kur’ân’ın pratik kaynağı olan sünnete bakmamız gerekir. Yâni bulundukları eylemler ve sonuçları Peygamberimizin eylemlerine yada eylemlerinin sonuçlarına benziyor mu?, Peygamberimizin eylemlerine yada eylem-tarzına aykırı mı değil mi?. İslâm’da bilincin kaynağı Kur’ân iken, eylemin kaynağı ise sünnettir. İkisinin âhenginden devlet ve medeniyet doğar. İşte, Kur’ân-sünnet âhengine uygun bir eylemin olup-olmadığı, o kişinin yada toplumun dîninin “seküler” yada “Allah-merkezli” olup-olmadığını belli eder. O hâlde hak din, eylemsiz olamaz. Eylemi de Allah-merkezli olmak zorundadır, insan-merkezli değil.

 

Öyleyse; seküler din; Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli değil, insan-merkezli bilgi ve eylem ortaya koyan dindir. Yada şöyle de denebilir: “Seküler din, eylemsiz dindir”. Zîrâ hak din, eyleme dönüktür. Eylemi olmayan din zorunlu olarak seküler olur, çünkü dînî eylemde bulunmayan insanlar, mecbûren din-dışı eylemde bulunurlar. Çünkü din-dışı bir ortamda, din-dışı yâni insan-merkezli olan kânunlara-yasalara ve edip-eylemelere tâbidirler. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyup-yazan ve anlatanlar da, bu doğrultuda eylemde bulunmadıklarında, seküler yâni insan-merkezli bir dînin müntesibi olmuş olurlar. Çünkü vahye göre eylem ortaya koyulmadığında, vahiy-dışı, din-dışı eylem ortaya koyacak yada din-dışı, insan-merkezli yâni seküler olana göre hareket etmek zorunda kalacaklardır. Zîrâ yaşadıkları ortam-mekân, seküler bir mekândır ve bu mekânın kuralları-kânunları da seküler yâni insan-merkezlidir. Bu mekânda ancak “geçici” olarak bulunulabilir ve İslâm’a göre yaşama arzusu var ise, ya oradan uzaklaşılıp gidilecek (hicret), yada orada bir “değişim” (devrim) yapılacaktır. Çünkü İslâm bütünsel anlamda ancak ve ancak bu şartlarda “tam anlamıyla” yaşanabilir.  

 

Peygamberimizin yaşadığı mekân da (Mekke) ilk-başta vahiy-merkezli değildi, yâni sekülerdi. Bir mü’minin bu ortamda Allah-merkezli yaşaması mümkün olmadığından, mecbûren ya o ortamı değiştirip Allah-merkezli bir ortama gitmesi gerekir ki hicret bu demektir, yada bulunduğu mekânı bir şekilde seküler yâni insan-merkezli, dolayısı ile “keyfe göre olan” mekânı değiştirip, Allah-merkezli, anti-seküler hâle getirmesi gerekir. Peygamberimiz Allah’ın emriyle ilk şıkkı eyleme koymuştur ve bulunduğu yerden, bir-süre sonra tekrar gelmek üzere ayrılmıştır. Çünkü hak dînin yâni İslâm’ın seküler bir ortamda tam anlamıyla yaşanması imkânsızdır. Eğer yaşanabilseydi Peygamberimiz ayrılmazdı oradan. Çünkü siz ayrılmayı düşünmeseniz bile, diğerleri sizi ayrılmak zorunda bırakacaklardır. Çünkü onlar “vahye göre” olacak bir hayâta katlanamazlar. Böyle ortamlarda İslâm sâdece zihinsel olarak, yâni eylemsiz, yâni seküler olarak yaşanabilir. Çünkü ortada “hak din”e göre düzenlenmiş bir Dünyâ yoksa, insana-keyfe-hevâ ve hevese göre, yâni lâik-seküler olana göre düzenlenmiş bir Dünyâ-mekân olacaktır ve bu ortamda yaşayanlar, -günümüzde olduğu gibi- sekülerizmin din-merkezli bir hayâta izin vermeyeceği için din sâdece “zihne göre” yaşanabilecektir ki bu durum İslâm’a göre seküler bir yaşamdır. İslâm seküler bir yaşamı zinhar kabûl etmez ve zâten Allah, seküler yâni insan-merkezli hayâtı, “Allah-merkezli” olarak değiştirmek için peygamber ve vahiy göndermiştir. Zîrâ seküler dînin Allah-merkezli eylemi yoktur. Oysa tüm kâinat Allah-merkezli işlemektedir. Eylemi olmayan din, yaşanmışlıktan uzak olduğu, yaşanmışlığı olmadığı için zorunlu olarak mevcut insan-merkezli yâni sekülere göre hareket edecek ve sekülerin belirlediğine göre yaşayacaktır.

 

Müslümanların şu-anda sekülere göre yaşandığının delîli, müslüman âleminin hâl-i pür melâlidir. Müslümanlar Dünyâ’da “parya” konumundadırlar. Aç-susuz kalan, terörist îlan edilen, itelenen-ötelenen, ölen, perişân olan hep müslümanlardır. Çünkü seküler bir din inancındalar. Yâni insan-merkezli olanı kabûl etmişler, Allah-merkezli olana yâni vahye göre eylemde bulunmayı göze almıyorlar. Hiç-bir eleştirileri, îtirazları ve isyanları yok. Hattâ bu konuda bir konuşmaları bile yok. Bu durum utanç verici haysiyetsiz bir durumdur. Harekete-eyleme-amele geçemiyorlar. “Lâ” diyemiyorlar. “Hayır” diyemiyorlar. Eleştirmiyor, îtiraz etmiyor, isyân çıkarmıyorlar. Çünkü îman-güven problemleri var. Ölümü bir trajedi olarak görüyorlar. Korkuyorlar, tembeller, pısırıklar, benciller, sekülerizmin her türlü pisliğine dibine kadar batmışlar. Eğer inansaydılar, sağlam bir îman ve güvenleri olsaydı “üstün” olurlardı ve bu hâlde bulunmazlardı:

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139)

 

Hadi şeyhinin, hocasının, efendisinin kıçına takılıp da körü-körüne gidenler şaşkınlık içindedirler, câhillik batağına saplanmışlar ve bilinçli bir söylem ve eylem gösteremiyorlar. Ya ellerinden Kur’ân’ı düşürmeyenler.. Sürekli Kur’ân okuyorlar, dersler, tefsirler, etkinlikler yapıyorlar. Kur’ân okuma uğruna Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar. Peki bunları yapanlar neden bir eylemde bulunmuyorlar ve seküler eylemden kurtulamıyorlar?. Kur’ân’ın bir eylem-plânı yok mu ve hiç mi amelden-eylemden bahsetmiyor?. Yoksa amel deyince sâdece bâzı ibâdet şekillerini mi anlıyorlar yada anlamak istiyorlar?. Hem Kur’ân’dan ne anlamayı umuyorsunuz?. Bu “anlama” denilen şeyin harekete başlatacağı nokta neresidir?. Bir-anda, o anda anlayacağınız şey nedir?. O zaman ne zaman gelecek?. O zamânın gelmesini gerçekten istiyor musunuz ve o zamânın gelmesinden korkuyor musunuz?.  

 

Kur’ân’ı okuyorlar, sonra gün geliyor bitiriyorlar. Zannediyorsunuz ki bir eylemde bulunacaklar, hayırlı işler yapacaklar, bir iş-amel ortaya koyacaklar. Bir örneklik sergileyecekler. Nerde… hadi yeniden başlıyorlar okumaya.. Ne yapacaksınız ki?. Kur’ân’ı tam ve eksiksiz olarak, hiç-bir anlamı dışarıda kalmayacak bir şekilde tüm anlamlarını anlayıp bitirecek misiniz?. Kur’ân 1.400 yıldır onbinlerce kez çok “cins kafalar” tarafından okundu da hâlâ mı anlaşılamadı?. Neyi çözemediniz ve neyi sökemediniz?. Neden genel anlamda Kur’ân’ı kavrayıp idrak ettikten ve onun rûhunu-mesajını anlayıp sonra da eyleme-amele geçmiyorsunuz?. Siz gerçekten ciddî misiniz?.

 

Allah’ın üzerinizde hakkı var. Kur’ân, hakîkatleriyle amel edilmesini bekliyor. Peygamberin sünneti tekrar diril(til)meyi bekliyor. Niçin cennet için yarışmıyorsunuz ve cennete gitmekten korkuyorsunuz?.

 

Neyi arıyorsunuz, ne bulacaksınız ki?. Felsefede şöyle bir soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz?”. Ali Şeriati:

 

“Peygamberler dinsiz bir topluma din anlatmak için değil, toplumda bozulan din-algısını düzeltmek için gönderilmiştir” der.

 

Ali Eren:

 

“El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar, beşerî bir sistem olur” der.

 

Mustafa Öztürk:

 

“Neyi sökemediniz?, neyi kavrayamadınız da “başlayamıyorsunuz” der.

 

Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, ancak ve ancak eylem hâlinde iken olur. Einstein:

 

“Bilmenin tek yolu deneyimlemektir” der.

 

İhsan Eliaçık:

 

İslâm dîninde olay pratikle ilgilidir. Yaptıklarınla ilgilidir. Bir inanç, toplumsal olaylara çözüm getirdiği oranda değerlidir. İslâm inancı bu açıdan değerlidir. Hak aramayan, hakkını-hukûkunu bilmeyen, inancın sosyâl-yaşam ile sıkı bağlantısını göremeyen bir nesil yetiştirme çabası var” der.

 

Aliya İzzetbegoviç:

 

“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.

 

Peygamberimiz 13 senelik bir “bilgi-bilinç” sürecinde sonra “eylem”e geçti ve hicret edip devlet kurdu ve medeniyet başlattı. İslâm Medeniyeti. Bu Allah’ın emri ve İslâm’ın projesidir. Zîrâ eyleme geçmeyen bilgi kuru bir mâlûmattan öteye gidemez. İnsan-merkezli yâni seküler bir din -ki bu din bâtıl bir yol=dindir- ancak Peygamber pratikliği ve örnekliği olan, Kur’ân’ın bilinci ile eyleme dönüşmüş bir “sünnet” ile değişir ve Allah’ın sözü Dünyâ’ya hâkim olabilir:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah bilip (ortaya) çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2016

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder