Seküler kelimesi; “Lâik, dinden bağımsız olan”; “işe
dîni karıştırmayan”; “din-dışı”; “dîne göre olmayan”; “dîne değil, Dünyâ’ya âit
olan”; “dünyevî olan” anlamlarına gelir. Seküler kelimesi seküler olunca, yâni
mâneviyata değil de maddiyata âit olunca, -bunu değerlendirecek irâdeli varlık
insan olduğu için- “insana göre olan” anlamına gelir zorunlu olarak. İrâdesiz
varlıklar olan meselâ “ıspanağa” ya da “kediye” göre olması normâl
olmayacağından ve zâten sağduyuya da aykırı olduğundan dolayı, sekülerin “insan-merkezli
olan” anlamına gelmesi mecbûridir. Zâten bir şey ya “dîne göre” yâni Allah’a
göre, yada “insana göre” olabilir. Bu durumda seküler kelimesi: Allah-Vahiy-Peygamber
merkezli değil, “insan-merkezli olan” anlamındadır. Yazımız boyunca seküler
kelimesini bu anlamda kullanacağız.
Sekülerin
bir ideoloji ve akım hâli olan Sekülerizm ise; toplumda âhiretten ve diğer dînî, ruhânî meselelerden ziyâde, dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket şekli olarak
ifâde edilebilir. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak “dünyâcılık” sözcüğünü
önermiştir. Buna göre sekülerizm; “din-dışı olma” ve “Dünyâ’ya göre eylemde
bulunma” anlamına gelir. Fakat sekülerizmde farklı bir durum da vardır ki, Abdurrahman
Arslan bunu şöyle açıklar:
“Sekülarizm/veyâ sekülerleşme, lâik anlayışın yaptığı gibi, dîni hayâtın
dışına kovmamakta; tersine, ihtiyaç duyduğu “şey” din olduğundan, onu bizzat
hayâtın içine, bir meşrûiyet sağlamak üzere, fakat “kendi bağlamının
öngördüğü şekilde” dâvet etmektedir”.
Bilindiği ve zâten tartışmaya hiç gerek görülmediği
gibi, ucu-bucağı görülmeyen kâinâtın içinde muazzam bir düzende döngü ve
hareketlilik vardır. Bu hareketlilik kesin olarak insan ile ilgili değildir. Yâni
bu hareketlerin düzeni yada kontrôlünde insanın payı “0”dır. O hâlde evren insan-merkezli
ve seküler değildir. İnananlara göre Allah’ın koymuş ve düzenlemiş olduğu
yasalara yine O’nun kontrôlü ve irâdesine göre; inanamayanlar için ise (çok
saçma bir şekilde) kendi-kendine olan bir düzen ve döngü var. (Biz bu yazıyı
inançlılar için yazdık). Bu düzen, tüm evrenden başka Dünya için de geçerlidir.
Dünyâ’nın canlı-cansız tüm varlıklarının yapıları da Allah’ın yasalarına göre
hareket ediyor. Bitkiler ve hayvanların hareketleri ve işleyişleri ilâhi yasalar
gereği oluyor. Yâni seküler=insan-merkezli değil. İnsanın da bedenin işleyişi
insanın elinde değildir. Aklından zoru yoksa yada canından bezip de ölmek
istemiyorsa, meselâ kâlbinin atışıyla ve kontrôlüyle bir ilgisi yoktur.
Kâlbinin atışı bile seküler=insan-merkezli değildir. Kendisinin dışında bir
kontrôlle sürdürür hayâtiyetini. Diğer organları ve vücut işleyişi için de
geçerlidir bu durum. Öyleyse tüm kâinatta, insan-merkezli olmayan yâni seküler
olmayan bir işleyiş vardır ve insanın bu doğal işleyişe bir katkısı yoktur.
Biri çıkıp da “tüm bu işleyişi ben yapıyorum” dese, ona akıl-sâhibi olan hiç kimse
inanmaz.
Peki insan ne yapar?. İnsanın dahli nerede başlar?.
İrâdeli bir varlık olan insan, seçme, karar verme yetileri olan bir varlıktır
ve Dünyâ’daki eylemleri yada Dünyâ’nın îmârı için bu irâdeyi kullanır ve
çeşitli faaliyetlerde bulunur ve iş ortaya koyar. Peki insanın irâdesi istediği
gibi yapıp-etmek için mi verilmiştir kendisine, yoksa gökte olan muazzam ve
hatâsız döngüyü, Yaratıcının gönderdiği vahiy doğrultusunda ve vahyin genel
prensiplerine uygun ve aykırı olmayarak inşâ etmesi ve irâdesini bu inşânın
pratik yönlerini gerçekleştirmesi için mi verilmiştir?. Yâni kendisindeki irâde,
kânun koymak için mi, yoksa kânuna uymak için mi verilmiştir? Biz diyoruz ki;
insanın irâdesi ve aklı, kânun koymak için değil, zâten Allah tarafından
gönderilmiş olan kânunu eyleme dökmek için verilmiştir. Yâni insanın “yasama
yetkisi” yoktur, “yargı ve yürütme yetkisi” vardır yine ilâhi ölçüler
doğrultusunda. İnsan, kâinatta ve kendi bedeninde muazzam bir şekilde işleyen
yasarla uygun olan; Allah’ın melek Cebrâil aracılığı ile peygamberlerine
bildirdiği vahiylere yada bu vahiylerin genel prensiplerine göre ve bu
vahiylerin genel prensiplerine aykırı olmayacak bir şekilde “yargı” ve “yürütme”
yapmak üzere yaratılmış ve akıl ve irâde ile donatılmıştır. Anayasa
vahiy-Kur’ân olacak ve yapılacak her-şey direkt yada dolaylı olarak “vahye göre”
olacak ve bu kânunlar-kurallar da vahiylerin genel prensiplerine aykırı
düşmeyecektir. İnsanın, Kur’ân’ın genel prensiplerinden yola çıkarak yada ilham
alarak yapacağı işler gökteki ve yerdeki düzen gibi bir düzen açığa çıkarabilir
ancak ve her-hangi bir fesat da çıkmaz böylelikle. Bunun için de seküler dinden-din(ler)den
vazgeçerek, seküler olmayan bir din-anlayışı ile edip-eylemesi gereklidir
insanın.
Peki “seküler din” ne demektir?. Seküler din,
“insan-merkezli din” demektir. İnsan-merkezli din, Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli
değil de, insan-merkezli olan, “insana göre olan” bir dindir. Bu dînin ne
olduğu ve neler yaptığı târih boyunca görülmüştür zâten, mevzumuz bu değil. Bir
kişinin yada bir grubun kararlarına yada arzularına göre oluşturulmaya çalışan
bir düzen-sistem-ideolojiler, çok da uzak olmayan bir zamanda insanlara zulüm
olarak geri dönmüştür. Bu, Allah’ın bir yasasıdır. Çünkü insanın aklı-irâdesi,
gökyüzündeki ve yeryüzündeki gibi muazzam ve âdil bir düzen-döngü kuracak bir
çapta olmadığından, mutlakâ eksik ve bu nedenle yanlış-hatalı kararlar alacak
ve bu yanlış kararlara göre yapıp-ettikleri, insanlara ve hattâ hayvan ve
bitkilere zulüm olarak geri dönecektir. İşte bu nedenle Allah sürekli vahiyler
göndererek “nasıl olması” gerektiğini insanlara göstermiştir ve son büyük “bildirim”
olan Kur’ân ile berâber de mesajı kemâle erdirmiştir. Allah Kur’ân ile der ki: “Anayasanız
Kur’ân’dır”. Kur’ân’a göre kararlar alın, Kur’ân’ın genel prensiplerine uygun olan
yada aykırı olmayan kararlar alın ve yine buna göre eylemlerde uygulamalarda
bulunun”:
“Biz bu kitabı sana, her-şeyin ayrıntılı
açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, müslümanlara bir müjde olarak
indirdik” (Nâhl 89).
“Hüküm
yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir.
Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).
“Kitap’ta
hiç-bir şeyi eksik bırakmadık”
(En-âm 38).
“Sen de
aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet” (Mâide 49).
“Eleysallâhu bi ahkemil hâkimîn”. Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir?
(Tin 8).
Allah bu âyetlerle ve Kur’ân’ın bir-çok yerinde bu
konuda bizi uyarır. Çünkü aksi-hâlde Allah-merkezli değil de insan-merkezli
yâni seküler olduğunda, tüm zamanlarda ve günümüzde görüldüğü üzere perişanlık
kaçınılmazdır.
Şimdi; inanmayanlar bu sözleri kabûl etmezler,
inanmazlar çünkü. Onlar, ölüm-sonrası hayâtı kabûl etmedikleri için böyle bir
şeyi istemezler de. Çünkü “Allah’a göre” olunca “günah alanı” mecbûren daralır.
Zîrâ İslâm, kamusal alanda günaha izin vermez. Ayrıcalıklara, haz-merkezli
olmaya izin vermez. Bu da âhireti yok sayanlar için bir felâket olacağından,
onların böyle bir Dünyâ’yı istemeleri beklenemez.
Fakat müslümanlara ne oluyor?. Onlar neden seküler
bir dînin peşinden gidiyorlar?. Gitmiyorlar mı?. Kendilerine “müslümanım”
diyenleri görmüyor musunuz?.. Dünyâ’daki dinlerin müntesiplerinin bir-kısmı, dinlerini
tahrif etmiş ve pagan dînini benimsemiş ve dalâlete düşmüş; diğer bir-kısmı
Dünyâ’ya taparak gazap-merkezi olmuşlar. Diğer bâzıları da dînin sâdece
bir-kısmını almışlar ve aşırı yorumlamaya dayalı çalışmaları onları sapıklaştırmış
ve şirke düşürmüş; bir diğer kısım ise, dîni salt ahlâk-merkezli olarak görmek ve
yaşamak istiyor ama bir arpa-boyu bile yol alamamışlar.
Müslümanlıkta da Peygamberimizden sonra Hz. Osman’ın halifeliğinin
ikinci yarısıyla başlayan bir sekülerlik=insan-merkezlilik var. Sekülerlik yâni
dünyevilik ağır basmış ve düşünüşler ve yaşayışlar seküler merkezde gider
olmuş. Dünyevilikten kurtulmak için yapılanlar bile bir zaman sonra dünyeviliğe
yâni sekülere dönmüş. Birileri vahiy-merkezli değil de insan-merkezli yâni seküler
merkezde hareket eder olmuş. Çünkü vahye göre değil de şeyhlerine,
mezheplerine, imamlarına, lîderlerine, efendilerine vs. göre; onların
sözlerine-yazılarına-kitaplarına-söylemlerine göre edip-eylemeye başlamışlar.
Bu eylemlerin vahye uygun olup-olmadığının bir önemi kalmamış. Diğer bir kısmı
ise kendilerine gelen ilham ve -hâşâ- vahiylere göre söylemde (eylem değil)
bulunuyorlar. “Hak vahye” göre değil de “bâtıl vahye” göre yâni şeytanın
vahyine göre söylemlerde bulunuyorlar:
“Şeytanlar
kendi evliyâsına/dost ve destekçilerine sizinle mücâdele etmeleri için
elbetteki vahiy gönderirler. O şeytan evliyâsına boyun eğerseniz kesinlikle
müşrikler oldunuz demektir” (En-am
121).
Şeyh, veli, evliyâ, efendi, hoca, kutup, gavs, imam,
halife vs.’nin şahsî sözlerine, yazılarına, kitaplarına, emirlerine göre
hareket etmek, “seküler dîne göre” hareket etmek demektir. Zîrâ onlar bir
insandır ve olara uyulduğunda, “insana uyulmuş” olunur ve dîni anlamda bunlara
uyulduğunda ve din onların söylediği-yazdığı şekilde olunca, seküler olur. Eğer
bu kişiler sözlerini-yazılarını vahiy-merkezli yâni vahye uygun yada vahyin
genel prensiplerine aykırı olmayan bir şekilde söylüyorlarsa, sorun yok.
Eyvallah. Onlara itaat etmek zorunludur. Çünkü “bilenlere” uymak gerekir. Fakat
bu kişilerin söylemleri ve yazdıkları vahiyle çelişiyorsa ve kişiler buna rağmen
bilerek-bilmeyerek onlara uyuyorlarsa, seküler bir dînin müntesipleri olmuş
olurlar. Çünkü Allah-merkezli değil, insan-merkezli bir dîne uymuş olurlar.
Peki söylemlerinin ve yazılarının vahye uygun
olup-olmadığının delîli nedir?. Bu yine, söyledikleri ve kitaplarında
yazdıklarıyla ölçülmez. Nasıl bir eylemde bulunduklarıyla ilgilidir. Hattâ bir
eylemde bulunup-bulunmadıklarına bakarak anlaşılabilir. Çünkü İslâm salt bir “ders
dîni” değildir ve Kur’ân’ın tümü, eylem-merkezli, eyleme yönelten âyetlerden
oluşmuştur. Şimdi; bu kişiler ve bunlara bağlı olanlar bir eylemde bulunuyorlar
mı ve nasıl bir eylemde bulunuyorlar?. Eylemlerinin sonucunda ne oluyor?. İşte
burada mecbûren, İslâm’ın-Kur’ân’ın pratik kaynağı olan sünnete bakmamız
gerekir. Yâni bulundukları eylemler ve sonuçları Peygamberimizin eylemlerine yada
eylemlerinin sonuçlarına benziyor mu?, Peygamberimizin eylemlerine yada
eylem-tarzına aykırı mı değil mi?. İslâm’da bilincin kaynağı Kur’ân iken,
eylemin kaynağı ise sünnettir. İkisinin âhenginden devlet ve medeniyet doğar.
İşte, Kur’ân-sünnet âhengine uygun bir eylemin olup-olmadığı, o kişinin yada
toplumun dîninin “seküler” yada “Allah-merkezli” olup-olmadığını belli eder. O
hâlde hak din, eylemsiz olamaz. Eylemi de Allah-merkezli olmak zorundadır,
insan-merkezli değil.
Öyleyse; seküler din; Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli
değil, insan-merkezli bilgi ve eylem ortaya koyan dindir. Yada şöyle de denebilir: “Seküler din, eylemsiz
dindir”. Zîrâ hak din, eyleme dönüktür. Eylemi olmayan din zorunlu olarak
seküler olur, çünkü dînî eylemde bulunmayan insanlar, mecbûren din-dışı eylemde
bulunurlar. Çünkü din-dışı bir ortamda, din-dışı yâni insan-merkezli olan kânunlara-yasalara
ve edip-eylemelere tâbidirler. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyup-yazan ve anlatanlar
da, bu doğrultuda eylemde bulunmadıklarında, seküler yâni insan-merkezli bir dînin
müntesibi olmuş olurlar. Çünkü vahye göre eylem ortaya koyulmadığında,
vahiy-dışı, din-dışı eylem ortaya koyacak yada din-dışı, insan-merkezli yâni
seküler olana göre hareket etmek zorunda kalacaklardır. Zîrâ yaşadıkları
ortam-mekân, seküler bir mekândır ve bu mekânın kuralları-kânunları da seküler
yâni insan-merkezlidir. Bu mekânda ancak “geçici” olarak bulunulabilir ve
İslâm’a göre yaşama arzusu var ise, ya oradan uzaklaşılıp gidilecek (hicret),
yada orada bir “değişim” (devrim) yapılacaktır. Çünkü İslâm bütünsel anlamda
ancak ve ancak bu şartlarda “tam anlamıyla” yaşanabilir.
Peygamberimizin
yaşadığı mekân da (Mekke) ilk-başta vahiy-merkezli değildi, yâni sekülerdi. Bir
mü’minin bu ortamda Allah-merkezli yaşaması mümkün olmadığından, mecbûren ya o
ortamı değiştirip Allah-merkezli bir ortama gitmesi gerekir ki hicret bu demektir,
yada bulunduğu mekânı bir şekilde seküler yâni insan-merkezli, dolayısı ile “keyfe
göre olan” mekânı değiştirip, Allah-merkezli, anti-seküler hâle getirmesi
gerekir. Peygamberimiz Allah’ın emriyle ilk şıkkı eyleme koymuştur ve bulunduğu
yerden, bir-süre sonra tekrar gelmek üzere ayrılmıştır. Çünkü hak dînin yâni
İslâm’ın seküler bir ortamda tam anlamıyla yaşanması imkânsızdır. Eğer
yaşanabilseydi Peygamberimiz ayrılmazdı oradan. Çünkü siz ayrılmayı
düşünmeseniz bile, diğerleri sizi ayrılmak zorunda bırakacaklardır. Çünkü onlar
“vahye göre” olacak bir hayâta katlanamazlar. Böyle ortamlarda İslâm sâdece
zihinsel olarak, yâni eylemsiz, yâni seküler olarak yaşanabilir. Çünkü ortada “hak
din”e göre düzenlenmiş bir Dünyâ yoksa, insana-keyfe-hevâ ve hevese göre, yâni
lâik-seküler olana göre düzenlenmiş bir Dünyâ-mekân olacaktır ve bu ortamda
yaşayanlar, -günümüzde olduğu gibi- sekülerizmin din-merkezli bir hayâta izin
vermeyeceği için din sâdece “zihne göre” yaşanabilecektir ki bu durum İslâm’a
göre seküler bir yaşamdır. İslâm seküler bir yaşamı zinhar kabûl etmez ve zâten
Allah, seküler yâni insan-merkezli hayâtı, “Allah-merkezli” olarak değiştirmek
için peygamber ve vahiy göndermiştir. Zîrâ seküler dînin Allah-merkezli eylemi
yoktur. Oysa tüm kâinat Allah-merkezli işlemektedir. Eylemi olmayan din,
yaşanmışlıktan uzak olduğu, yaşanmışlığı olmadığı için zorunlu olarak mevcut
insan-merkezli yâni sekülere göre hareket edecek ve sekülerin belirlediğine
göre yaşayacaktır.
Müslümanların şu-anda
sekülere göre yaşandığının delîli, müslüman âleminin hâl-i pür melâlidir. Müslümanlar
Dünyâ’da “parya” konumundadırlar. Aç-susuz kalan, terörist îlan edilen, itelenen-ötelenen,
ölen, perişân olan hep müslümanlardır. Çünkü seküler bir din inancındalar. Yâni
insan-merkezli olanı kabûl etmişler, Allah-merkezli olana yâni vahye göre eylemde
bulunmayı göze almıyorlar. Hiç-bir eleştirileri, îtirazları ve isyanları yok.
Hattâ bu konuda bir konuşmaları bile yok. Bu durum utanç verici haysiyetsiz bir
durumdur. Harekete-eyleme-amele geçemiyorlar. “Lâ” diyemiyorlar. “Hayır”
diyemiyorlar. Eleştirmiyor, îtiraz etmiyor, isyân çıkarmıyorlar. Çünkü îman-güven
problemleri var. Ölümü bir trajedi olarak görüyorlar. Korkuyorlar, tembeller,
pısırıklar, benciller, sekülerizmin her türlü pisliğine dibine kadar batmışlar.
Eğer inansaydılar, sağlam bir îman ve güvenleri olsaydı “üstün” olurlardı ve bu
hâlde bulunmazlardı:
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz
en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran
139)
Hadi şeyhinin,
hocasının, efendisinin kıçına takılıp da körü-körüne gidenler şaşkınlık
içindedirler, câhillik batağına saplanmışlar ve bilinçli bir söylem ve eylem
gösteremiyorlar. Ya ellerinden Kur’ân’ı düşürmeyenler.. Sürekli Kur’ân
okuyorlar, dersler, tefsirler, etkinlikler yapıyorlar. Kur’ân okuma uğruna
Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar. Peki bunları yapanlar neden bir eylemde
bulunmuyorlar ve seküler eylemden kurtulamıyorlar?. Kur’ân’ın bir eylem-plânı
yok mu ve hiç mi amelden-eylemden bahsetmiyor?. Yoksa amel deyince sâdece bâzı
ibâdet şekillerini mi anlıyorlar yada anlamak istiyorlar?. Hem Kur’ân’dan ne
anlamayı umuyorsunuz?. Bu “anlama” denilen şeyin harekete başlatacağı nokta
neresidir?. Bir-anda, o anda anlayacağınız şey nedir?. O zaman ne zaman gelecek?.
O zamânın gelmesini gerçekten istiyor musunuz ve o zamânın gelmesinden korkuyor
musunuz?.
Kur’ân’ı okuyorlar,
sonra gün geliyor bitiriyorlar. Zannediyorsunuz ki bir eylemde bulunacaklar,
hayırlı işler yapacaklar, bir iş-amel ortaya koyacaklar. Bir örneklik
sergileyecekler. Nerde… hadi yeniden başlıyorlar okumaya.. Ne yapacaksınız ki?.
Kur’ân’ı tam ve eksiksiz olarak, hiç-bir anlamı dışarıda kalmayacak bir şekilde
tüm anlamlarını anlayıp bitirecek misiniz?. Kur’ân 1.400 yıldır onbinlerce kez
çok “cins kafalar” tarafından okundu da hâlâ mı anlaşılamadı?. Neyi çözemediniz
ve neyi sökemediniz?. Neden genel anlamda Kur’ân’ı kavrayıp idrak ettikten ve
onun rûhunu-mesajını anlayıp sonra da eyleme-amele geçmiyorsunuz?. Siz gerçekten
ciddî misiniz?.
Allah’ın üzerinizde
hakkı var. Kur’ân, hakîkatleriyle amel edilmesini bekliyor. Peygamberin sünneti
tekrar diril(til)meyi bekliyor. Niçin cennet için yarışmıyorsunuz ve cennete
gitmekten korkuyorsunuz?.
Neyi arıyorsunuz, ne bulacaksınız ki?. Felsefede
şöyle bir soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek
yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden
bileceğiz?”. Ali Şeriati:
“Peygamberler dinsiz bir topluma din anlatmak için değil, toplumda
bozulan din-algısını düzeltmek için gönderilmiştir” der.
Ali Eren:
“El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen bir din,
ilâhi olmaktan çıkar, beşerî bir sistem olur” der.
Mustafa Öztürk:
“Neyi sökemediniz?, neyi kavrayamadınız da “başlayamıyorsunuz” der.
Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek”
gerekir ki bu, ancak ve ancak eylem hâlinde iken olur. Einstein:
“Bilmenin tek yolu deneyimlemektir”
der.
İhsan Eliaçık:
“İslâm dîninde olay pratikle
ilgilidir. Yaptıklarınla ilgilidir. Bir inanç, toplumsal olaylara çözüm
getirdiği oranda değerlidir. İslâm inancı bu açıdan değerlidir. Hak
aramayan, hakkını-hukûkunu bilmeyen, inancın sosyâl-yaşam ile sıkı bağlantısını
göremeyen bir nesil yetiştirme çabası var” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.
Peygamberimiz 13
senelik bir “bilgi-bilinç” sürecinde sonra “eylem”e geçti ve hicret edip devlet
kurdu ve medeniyet başlattı. İslâm Medeniyeti. Bu Allah’ın emri ve İslâm’ın
projesidir. Zîrâ eyleme geçmeyen bilgi kuru bir mâlûmattan öteye gidemez.
İnsan-merkezli yâni seküler bir din -ki bu din bâtıl bir yol=dindir- ancak Peygamber
pratikliği ve örnekliği olan, Kur’ân’ın bilinci ile eyleme dönüşmüş bir
“sünnet” ile değişir ve Allah’ın sözü Dünyâ’ya hâkim olabilir:
“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
“İnsanlar, (sâdece) îman ettik diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa siz,
içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka
sır-dostu edinmeyenleri Allah bilip (ortaya) çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi
sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme