Yüzüne konan küçük bir
bûseyle uyandı. “Günaydın” dedi karşısındaki güzel ve tatlı kız. Neye
uğradığını şaşırmıştı. Etrafına bakındı; bir anlam veremiyordu. Tanıdık
geliyordu baktığı yerler ama farklıydı gördükleri. Gözü takvime ilişti; 12
Aralık 2010 Pazar yazıyordu. Ne olmuştu?. Yataktan kalkıp pencereye yöneldi.
Dışarı baktı; hafif bir yağmur yağıyordu. Komşularını gördü. Arabası aşağıda
garajda duruyordu. Hanımı o sırada kahvaltı hazırlıyordu. Hâlâ kendine
gelememişken bir-anda; kendisinin malûlen emekli olmasına neden olan Romatoid
Artrit hastalığının yol açtığı diz şişliği ve kemik bozukluğunun vermiş olduğu
ağrı kendine gelmesini sağladı. Ağrı kendine gelmesini sağlamıştı sağlamasına
ama bu onun büyük bir hüzne boğulmasına de neden oldu aynı-zamanda. Çünkü
gördüklerinin bir “rüyâ” olduğunu anladı. Bir-kaç saat önce sabah namazından
sonra yaptığı duâ geldi aklına. Bu duâ gördüğü “rüyâ” ile uyumluydu. Evet;
gördükleri bir rüyâ idi. Nasıl da gerçekçiydi öyle!. Yoksa “gerçek” miydi?.
Başka bir boyutta böyle bir şey mi yaşanmıştı?. Yüzünü yıkadı, giyindi.
Kahvaltısını yaptıktan sonra abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Rüyâsını
yorumlamıyordu. Yorumlanacak bir taraf görmüyordu çünkü. Allah’a, gördüklerini
gerçekleştirmesi için yalvardı. Bu yalvarış “bilinçli” bir yalvarıştı. Ne
istediğinin bilincinde olarak yapılmıştı duâ. İstediği şey gördüğü rüyaydı
çünkü.
Hanımına, “yarım saate
kadar geleceğini” söyledi ve arabasına binerek evden ayrıldı. Hemen yüksekçe
bir yere gitmeliydi. İç-âlemi onu öyle yüksek bir yere sürüklüyordu. Yaşadığı
muhitin yanındaki dağların yamaçlarında, şehre tepeden bakan bir yere arabayı
park etti. Yağmur aheste-aheste yağıyor, hem toprağa düşüyor hem de arabanın
camına vuruyordu. Ortalık sessizliğe bürünmüştü. Sâdece yağmurun arabanın
camına çarparak çıkardığı “tıp-“tıp” sesleri. İçi çok acıyordu. Boğazına bir
şey düğümlenmişti. Birden gözleri yaşlara karıştı. Bu göz-yaşları onu biraz
olsun rahatlatmıştı. Mırıldanarak; “Allah’ım! Ne kadar güzeldi. Nasıl da
zevkliydi” diye iç geçirdi. Gösterdiği rüyâ için Allah’a hamdetti. Evet; çünkü
bu yaşadığı olay şükredilmesi gereken değil, “hamd” edilmesi gereken bir
“nîmet”ti.
Bir-ara yeniden
hüzünlendi; “Nasıl olur da rüyâ olur” diyordu kendi-kendine. Bu gördükleri ne
zaman gerçek olacaktı?. Mutlakâ bir-gün gerçekleşecekti ama kendisi bunu
görebilecek miydi?. Asr-ı Saadet gibi İslâm’i bir ortamda yaşayamamak, bir kere
gelinen Dünyâ için büyük bir kayıp değil miydi?. Gerçek mutluluğun yaşanacağı
tek yer olan İslâm Devleti’ni görememek ve İslâm medeniyetinde yaşayamamak…
Yoğun bir şekilde sorular ve cevaplarla geçen yarım saatlik bir zamandan sonra
birden cep telefonu çaldı; telefondaki ses, kızının sesiydi: “Baba hani dersime
yardım edecektin, ne zaman geleceksin?” diyordu. “Beş dakikaya kadar geliyorum
kızım” diyerek telefonu kapattı. Arabayı çalıştırdı ve ev istikâmetine doğru
yol almaya başladı.
Büyük bir umutla; “bir
kere oldu, neden bir kere daha olmasın ki” diye geçiriyordu içinden. Bir kez
daha olmalıydı. “Bir kez olan bir kere daha olur”du çünkü. Sosyoloji kuralıydı
bu. Aslında bu kural Allah’ın kuralıydı her-şeyden önce. Târihte bu kural hep
böyle işlemişti. “Çok mu hayâl kuruyorum” diye sorguladı kendini, fakat hemen vaç-geçti bu sorgulamadan.
Çünkü Yahyâ Kemâl’in sözü gelmişti o anda aklına: “İnsan
bu Dünyâ’da hayâl ettiği müddetçe yaşar”.
Yüreğinden gelen ses
ona; “Bir kere daha olmalıydı.. Yeniden.. Asr-ı Saadet Çağı ve İslâm devleti ve
medeniyeti bir-kez daha yeniden kurulmalıydı ve bir-kere daha yaşanmalıydı..
Neden olmasın ki?..” diye düşündü.
“İnşaallah” dedi…
En doğrusu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder