Müslüman meâlciler-tefsirciler ve
bilginler, Batı’nın târih, ahlâk, edebiyat, müzik vs. anlayışlarını bir-çok
eleştiriye tâbi tutmalarına rağmen, bilimin verilerini hiç sorgulamadan
hemencecik kabûl edebiliyorlar. Hâlbuki bilimin ürünleri toplumun hayâtında
daha fazla (olumsuz anlamda) görünür olduğu için bilime daha fazla eleştiri
getirmeleri gerekiyor. Bilime yapmadıkları eleştiriler, diğer anlayışlara
yaptıkları eleştirileri blôke ediyor. Sonuçta da Batı’ya karşı bir “eleştirisizlik”
ortaya çıkıyor.
Kürşat Atalar:
“Modern dönemde Müslüman-dünyâsının batılı
kavramlardan etkilendiği husûsu tartışılırken, müslüman düşüncesinin çağdaş
dönemde ‘yarı-geçirgen’ kavramlar bulmakta zorlandığı yönünde bir çıkarımda
bulunulur ki, bunun önemi şudur: yarı-geçirgenlik aslında yabancı bir düşünce
yahut dünyâ-görüşü ile karşılaşan kültürün ‘intibak gücü’nü gösteren bir
şeydir. Eğer bir düşünce güçlü ise, yabancı kültürü kolaylıkla özümsemeyi
başarır; fakat yabancı kültüre karşı dayanıksızsa, yeni olguyu tanımlamak için
kendi kavramsal dağarcığından yardım alamaz ve çoğunlukla yabancı kelimeyi
kendi sintaksına uydurarak adapte eder. Bu konu özellikle de modernitenin
müslüman dünyâsını derinden etkilediği 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl kelime
hazîneleri için önemlidir. Müslümanlar bu yüzyıllarda batı modernitesinin
kavramlarıyla karşılaşmışlar ve bunların bir-çoğunu olduğu gibi kendi dillerine
aktarmışlardır (örneğin İngilizce’deki telephone kelimesinin Arapça’ya telefun
olarak geçmesi örneğinde olduğu gibi). Bu husus niçin önemlidir? Aslında burada
‘değer yüklü’ bir îmâda bulunulmaktadır ve şu söylenmek istemektedir:
“Müslümanlar modern dönemde batı modernitesine karşı yenilmişlerdir! O hâlde
modernitenin kelime hazînesi, müslümanların kelime hazînesinden güçlüdür” der.
Seyyid Kutub:
“Avrupa’daki kilisenin içine düştüğü hatâların en büyüğü,
orta-çağa hâkim olan teorileri ve bilgileri alması ve bunları kitab-ı
mukaddesin yorumunda kullanmış olmasıdır. Öyle ki bu bilgi, varsayım ve
teorileri de mukaddes kıldı. Ne zaman ki bu bilgi ve teorilerin yanlışlığı
ortaya çıktı, hemen dağılıverdi. Onunla birlikte, kilise, kilisenin dîni ve
kilisenin inancı da yıkıldı.
Bu-gün Kur’ân âyetlerini, çağımızda egemen olan bilgi ve
teorilere göre mânâlandırmaya çalışanlar ve bu teorileri ona yükleyenler,
bilinçsizce orta-çağda kilisenin tâkip ettiği yolda yürümektedir. Kur’ân’ı insanlara sunarken de, çağdaş giysiler içinde
sunduklarını, modern ilmi keşiflerin delilleriyle delillendirdiklerini hüsn-ü
niyet göstererek yapmaktadırlar.
Bilimsel-buluşlar karşısında hezîmete uğrayan bâzı kimseler,
Kur’ân’ın, dolayısıyla dînin doğruluğuna bir belge olmak üzere kâinâtın
hakîkatlerine işâret eden âyetlerle yeni bilimsel-buluşlar ve nazariyeler
arasında bir uyum saptama içine girdiler. Hâlbuki bu yanlış bir yöneliştir.
İlmî metot yönünden hatâlı olmakla birlikte, îtikâdi yönden de son-derece
tehlikeli bir davranıştır. Beşer târihinde ilmi nazariyeler diye bilinen
bilimsel gerçekler, kesin bilgi ifâde etmedikleri gibi, mutlak doğrular olarak
kabûl edilemezler. En iyimser tahminlerle ancak, gerçeği yansıtmayan zannî
bilgileri ifâde ederler. Bizzat bilim-çevreleri tarafından bir-takım ağır basan
faraziyeler olarak kabûl edilirler. Yâni kâinâtta beliren bir-kısım bulgulara
dayanarak yapılan yorumlardan ibârettir. Bu kuramsal yorumlar, söz-konusu
bulguları başka şekilde yorumlayacak bir hipotez çıkıncaya kadar geçerliliğini
korurlar. Ancak ne zaman birinci nazariyeden daha açık veya bulgu bakımından
daha zengin bir faraziye ortaya çıkarsa, birincinin mukadder âkibeti iflâsa
sürüklenmektir. Görülüyor ki nazariyelerin bir temeli yoktur. Dâima değişikliğe
uğrayabilirler ve hattâ tamamen çürütülebilirler” der.
Abdurrahman Arslan:
“Müslüman’ın ciddî ve trajik sorunu; modern/seküler bilgiyi
her-hangi bir istisnâ yapmadan sâhiplenirken, aynı modern zihniyetin kabûl
ettiği ilerlemeci/seküler değişim ve târih anlayışını reddetmeleri olmaktadır. Hâlbuki müslümanlarca içselleştirilmeye başlanan bu
bilginin, aynı-zamanda onların târih anlayışlarını, geleceği kavramlaştırma,
kurgulama ve yönelimlerini değiştirilebileceği hesâba katılmamaktadır. Bilginin
inşâ edeceği zihniyet-biçiminin “hakîkati” ve hayâtı yeniden ve kendi
ideâllerine göre anlamlandıracağı nedense unutulmaktadır” der.
Ramazan Yazçiçek:
“Modern-bilim
dinleştirilmiş, din de bilimleştirilme çabasıyla uhrevî olandan soyutlanmaya
çalışılmıştır” der.
Ahmet Başaran:
“Ne bir hakîkatten ne de bir gelenekten haberdar olan
bilim-adamları, gerçek olmayan ve gerçekleri yansıtmayan sanal bir Dünyâ
üzerinden kendi ideolojilerini ellerindeki “insafsız” güçle dayatmak
emelindeler. Hâlbuki İslâm’ın prensiplerine göre bilinen bilgi, hakîkatin
birliğine yöneltir. Bu birlik Allah’ın mutlak-birliğinden ötürüdür. Allah
hakîkati ilim ve vahiy ile açıklar.
Abduh, Reşid Rıza, Ahmet Han gibi düşünürler, batının
pozitivist bilgi anlayışı ve bilimsel yöntemini hiç-bir sınamaya tâbi tutmadan İslâm-dünyâsının
içine katarak, İslâm’ın yükselmesini amaçlıyorlardı. Onlara göre, ümmetin her
açıdan geri kalması, akıl ve vahiy uzlaşmasını modern düşünceye adapte
edememekten kaynaklanmaktaydı. Ancak hâkim batı-modelini benimseyerek yapılan
çalışmalar, aydınlar ve halk arasında müthiş bir kültürel şizofreni
yaratmaktaydı. Bunun sonucunda, İslâm’i çözümler üretmek isterlerken, batının
bir parçası hâline geliyorlardı. Hâlbuki tüm iddialara rağmen, elde edilen
sonuç batı modeli değil, onun yalnızca bir karikatürüydü. Bu düşünürler,
modern Dünyâ ile İslâm âlemindeki din-anlayışını aynı değer kabûl edip aynı
çalışmaların yine aynı sonuçlar vereceğini ümit ediyordu. Ne var ki bu
bilgi ve hakîkatten, bilhassa da tevhidden yoksunlaştırılmış bilim-anlayışı, İslâm
dünyâsı için çâre olmaktan öte, ruhsuzlaştırmaya yönelik en baskıcı tutum
hâline gelmiştir. Bu çalışmaları iyice değerlendirip batı’ya karşı gerçek ve
somut bir duruş sergilemek isteyen ilk düşünürlerden olan İsmail R. Farûki,
amacından sapmış olan modern/pozitivist bilgiyi İslâm’ileştirme yoluna
gitmiştir. Çünkü Farûki için batılı insanın elinden çıkmış olan çalışmalar, bu
topluma âit çözümlemelerdir ve zorunlu olarak ‘batılı’dırlar. Bu yüzden bu
çalışmaların müslümanlar için birer örnek teşkil etmesi düşünülemez. Tüm bu
düşünce ve çalışmalara rağmen sonuçlara baktığımızda hiç de beklenilen sonuçlara
ulaşılamamıştır. Evlerimiz, mobilyalarımız, şehir düzenlerimiz, kim ve ne
olduğumuz konusundaki kafa karışıklığımızı gâyet açık bir şekilde yansıtmakta.
Kısacası, müslüman kendini batılılaştırmıştır. Batılılaştığı oranda da
berbatlaşmıştır. Kendisine ne İslâm’i ne de batılı denilebilecek, çağdaş bir
kültür gâribesine dönmüştür” der.
René Guénon:
“Modern-bilime kendini kaptırmış olan
bilim-adamları, tıpkı Eflatun’un mağarasındaki gölgeleri hakîkat sanan
mahkûmlara benzerler” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Günümüzde müslümanların
Dünyâ’sında oldukça yaygın bir eğilim giderek güç kazanmaktadır. Bu eğilimin
belirgin özelliği, İslâm’ı modern-bilimlerin imkânlarıyla anlama ve anlatma
şeklinde açığa çıkmaktadır. Bu eğilim, İslâm’ı, modern-bilimlerin insaf ve
merhâmetine terk etmiştir. Modern-bilimlerin kabûl edebileceği, modern hayat
biçimiyle bütünleşebilecek ve sonuç îtibarıyla kâfirleri rahatsız etmeyecek,
sâdece dostluk, barış ve kardeşlikten yana bir İslâm imajı uyandırılmak
istenmektedir. İslâm’ı modern/sosyâl değerlerle bütünleştirmeye ve
açıklamaya çalışmak önlenemez bir iç-çürümenin belirtisidir.
İslâm bilime olağan-üstü
bir değer vermiş bulunmaktadır. Ancak bu bilim, günümüzde bilim denilince akla
gelen bilim olmayıp vahye ve tevhide dayalı bilimdir. Vahye ve tevhide bağlı
kalmak kaydıyla İslâm, bilimi yüceltir. İslâm’ı modernler nezdinde
ayıklayabilmek için yapılan; “İslâm; bilim ve teknolojiye, ilerlemeye uygun
hayat-tarzını teşvik ve teyit eder” tarzındaki açıklamalar, İslâm’ın rûhuna
gölge düşüren açıklamalardır. Evet İslâm; bilimi, ilerlemeyi, teknolojiyi,
çalışmayı, araştırmayı teşvik ve teyit eder, ancak bütün bu olgular ilâhi
vahyin/tevhidin özüyle bütünleştiği takdirde İslâm tarafından kabûl edilebilir.
Aksi-takdirde hiç-bir ilerleme ve gelişme İslâm’ı ilgilendirmez” der.
Modern İslâm âlimleri gayr-i müslimlerin
buldukları/yaptıkları şeyleri ne de çok seviyorlar ve onların sözcülüğünü
yapıyorlar. Hâlbuki bu durum sonuçta onlara/bize zarar veriyor. Ali Şeriati bu
konuda:
“Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidrojen
bombasını, mikrobu ve Avrupa’lıların buldukları bütün şeyleri yeni baştan
Kur’ân’dan bulmaya çalışıyorlar. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi
öğretisinin, kendi Kur’ân’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göstermek,
ortaya koymak istemektedirler. Tıpkı kompleksi bulunan ve batılılaşmaya, batıcılığa,
kendisini bu çağa mâl etmek, bu çağa yaraşır olmak ve vâr olmak için aşırı ilgi
gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında batılıdan daha çok
haysiyetli olabileceği asâletleri ve değerleri vardır onun. Hattâ batılıların
gözünde de bu böyledir. Apollo’yu Kur’ân’ın içerisinden bulup çıkarmaya
gerek yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’yu kendileri
bulabilirler; Kur’ân’a kesinlikle ihtiyaç yoktur bu konuda. Allah’a da ! İnsan
olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya
çıkarılmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkartırsan çıkart, bir yarârı
yoktur. Bu, şu-anda büyük bir musîbet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hattâ
bilimsel açıdan Kur’ân üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin
çalışmalarını da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’ân âyetlerini yeni
buluşlara ve kuramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Yeni
bilimlerden bu şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli
deneyimsizce, ikinci, üçüncü elden, kısıtlı haber-kaynakları yoluyla haberli
olan kimseler aracılığıyla bunu yapmak İslâm’a çok zarar verir. Nasıl zarar
verir? Temelde İslâm’ın ve Kur’ân’ın risâletinin esâsını olumsuzlayıp bozar” der.
Mehmet
Emin Akın.
“İngilizlerin İslâm
ülkelerini işgâl etmelerinden önce batılı bilimin ışığında bilimsel tefsirlere
rastlanmadığı hâlde, Hindistan ve Mısır’ın İngiltere ve Fransa’nın işgâline
uğramasından sonra, Kur’ân’ın ve Sünnetin karşısında batılı mantık kuralları
esas alınarak yorumlar ve şüpheler üretilmeye başlandı. İşte bu târihten
îtibâren müslümanlar içinde nifak belirtileri görülür oldu. İdeolojik ve fikrî
olarak batılı bilimi takdis eden bir-çok yazar ve düşünür Kur’ân’ı hevâsına
göre yorumlamaya ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti
hakkında sayısız şüpheler ileri sürmeye başladılar. Kur’ân ve Sünnette
zikri geçen mûcizeler ya inkâr edilir ya da bâtıl te’villerle ya da
naturalistlerin batıda yaptıkları gibi te’vil edilir oldu. Bu modernistler;
İngiltere’nin müslümanların kendi idârelerini ve İslâm Hilâfetini kurma
fikirlerini ve îtikadlarını tahrip ve tadlil edici eserler yazmaya ve bu
fikirleri İngiltere’nin müslümanlar üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü ilim
adına, özgür düşünce adına perdelemeye ve gün gibi açık olan kâfir yönetimlerden
yana oluşlarının hakîkatini gizlediler. Çağdaşçı veya modernist Kur’ân yorumu, İslâm’ın
en temel ilimlerine ve selefin akîdesine ve usûlüne sırtını dönünce; batıdan gelen
felsefî bilimlerin pozitivist te’vil anlayışıyla ve mantığının kirli yüzüyle
karşı-karşıya geldi. Buna, İslâm ülkelerinde materyâlist ideolojilerini
(Batının bütün felsefî düşünce ve siyâsî rejimlerini kasdediyoruz) hâkim kılmak
için kan ve ateşle müslümanları sindiren ve İslâm’la aralarına, laiklik ve
demokrasiyle giren sistemlere karşı gözle-görülür hayâtı ve insanı kuşatacak
alternatif ortaya koyamayan modern İslâmcılık! modern ve muzaffer batılı
düşmanlara yaranmanın ve içerde de onların maşaları ve dîne karşı küfr ve şirk
duvarı ören ve âdeta bütün İslâm beldelerini açık bir hapis-hâneye çeviren
gâsıplara karşı duramayınca, kendini dönüştürmeye başladı” der.
Kompleks sâhipleri modern teorilere “hayır”
diyemiyorlar. Çünkü bu teorileri “batı”lılar buldu ya.. Bulanların ismi havalı
ve yabancı bir isimdir ya.. İşte bu özellikler bile yetiyor bu teorilere kulluk-uşaklık
yapmaları için.
Meselâ Big-Bang Teorisi, “yabancı”
bilim-adamlarının oluşturduğu bir “evreni düşünme biçimi”dir. “Bu şekilde
düşünülecek” derler. “Diğerleri” de aynen onların dediği gibi düşünürler. O
düşüncelere uygun düşünceler üretebilirler ancak. İşin en kötüsü de, böyle
yapmakla kendi toplumlarını istihmara (eşekleştirme) uğratıyorlar.
Ali Şeraiti:
“Uyanık olalım, bilimsel doyumla kendimizi düşünsel bakımdan
doymuş sanmayalım. Bu çok yalancı bir doyma türü, çok büyük bir aldanış
türüdür. Bu durum özellikle okumuşlarımıza, zamânımızın aydınlarına özgüdür.
Bunlar bilimsel yönden doygunluğa ulaşınca, yüksek öğrenim görünce, bilimsel bakımdan
geniş bilgiler ve seçkin dereceler elde edince, büyük üstadlar ve kitaplar
görünce, tamâmen estetik bilimsel görüşlere ulaşınca kendilerinde bir gurur
hisseder, kendilerini yeterli görme duygusuna kapılırlar. Düşünsel bakımdan
bilgili bir insan olmanın son derecesine vardıklarını sanırlar. Bu yalancı biat
aldanıştır. Bu aldanışa kapılan bir bilgin, bir üstad, bir çevirmen, bir
filozof, bir büyük mutasavvıf, bir edip, bir târihçi, hattâ halktan biri bile
çoğunlukla düşünsel bakımdan tamâmıyla bir sıfırdan ibâret olmasının mümkün
olduğunu düşünmez. Böylece bilinç bakımından halkın en basit kimselerinden biri
olarak kalmış olur. Bilgi, öz-bilinç, toplum bilgisi ve zaman bilgisi
bakımından, gözü yazıyı bile tanımayan basit birinden daha da aşağılarda kalır.
Bu çok acıklı bir durumdur. Câhil bir bilgin olmak, okumuş
birisi olarak bilinçsiz kalmak, çok kabarık diplomalar ve hayli ciddî
unvanlarla doktor, mühendis, yüksek lisans, doçent, profesör ve benzeri bir
insan olmak; ama bilinç, anlama, bilgi yönünden, toplumu ve kendisini bir-birine
bağlayan zamâna karşı sorumluluk duygusu ve târihin hareketinin belirlenmesi
bakımından sıfır olmak, kör ve sağır olmak büyük bir tehlikedir, acıklı bir
durumdur. Bu, bilgin olduğu hâlde câhil olma tehlikesidir. Bunun tehlikesi de
insanın genellikle bilgiyle doyunca, düşünsel açlık hissetmemesi bakımındandır.
Bu-gün Dünyâ’da ortaya konan durum -buna bakar ve görürsek- tamâmen ayrı bir
meseledir, ‘bilimsel meselelerden’ ayrı ‘düşünsel bir mesele’dir. Modern
çağlar, modern yanlışlıları da yanında getirir. Târih, insanın bilinçli hareket
etmesinden çok, ahmakça hareket örnekleriyle doludur” der.
Müslümanlar modern teorilerin
teolojiyle/din ile de örtüştüğünü söylerler. Bunun nedeni, “yorum”un bir
dayanak bulmasıdır. Din yoruma açıktır ama yanlış yorumlar din ile alâkalı
olamaz. Zamânında Aristo’nun “dönmeyen Dünyâ” modeli de dîne uygun görüldü ve
îtikad meselesi yapıldı. Yaptıkları
yanlış yorumlar onları yıllarca/yüzyıllarca yanlış bir inançta oyaladı durdu.
Kimse “günlük yorumlar”ı evrenselleştirmemelidir.
Modern bilim bu kadar popülerleştirilince
bâzı meal/tefsirciler de Kur’ân’daki bâzı âyetleri modern bilime uydurmak
zorunda hissediyorlar kendilerini. Böyle olunca da Kur’ân’ı özne konumundan
alıp nesne konumuna sokmuş oluyorlar. Hâşâ; tabî ki de böyle bir şey olamaz.
Böyle bir şey olması için bilimin mutlak-doğru olması gerekir. Mutlak/kesin
doğruluğu olmadığına göre böyle bir şeyden bahsedilemez.
Peki “bâzı âlimler” bu görüşleri nereden
aldılar? Kur’ân’ın âyetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken
kriter olarak kullandıkları bu ön-yargılarının kaynağı nedir? Tabî ki de bilim.
Yeter ki bilime ters düşülmesin. Oysa diğer bâzı âlimler farklı düşünüyorlar:
“Kur’ân’ı anlamanın, açıklamanın ve İslâm’a uygun bir
düşünce sistemi oluşturmanın ideâl yolu şudur: İnsan böyle bir işe girişirken
bütün eski düşüncelerini kafasından silip atmalı, Kur’ân’a her türlü
ön-yargıdan arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı, varlık alemine ilişkin
gerçekleri Kur’ân’ın ve hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara
dayandırmalı, Kur’ân’ı ve hadisleri Kur’ân-dışı kriterlere göre değerlendirmeye
kalkışmamalı.
Biz bu sözleri, elbette ki, Kur’ân’a inanmakla birlikte onun
âyetleri ile kafalarındaki ön-yargılar ve zihinlerinde çöreklenen doğal
gerçeklere ilişkin eski düşünceler arasında uyum sağlamak amacı ile âyetleri
çarpıtarak yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.
Bir de Kur’ân’a inanmadıkları hâlde sırf bilimsel buluşlar o
noktaya eremedi diye Kur’ân’daki bu tür kavramları inkâr etme gayret-keşliğine
kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten gülünçtür. Sebebine gelince bilim,
henüz önünde duran ve deneylerinde kullandığı varlıkların sırlarını bilemiyor.
Üstelik azımsanmayacak sayıdaki gerçek bilim-adamları yavaş-yavaş, tıpkı dindarlar
gibi, “bilinmezlik” gerçeğine inanmaya başlamışlar, en azından bilmediklerini
inkâr etmekten vaz-geçmeye yönelmişlerdir. Çünkü bu adamlar daha önce bilimin
aydınlığa çıkardığını sandıkları, üstelik gözleri önünde duran bir-çok konuda
bilinmezlik duvarları ile yüz-yüze geldiklerini görmüşlerdir, hem de bu
çıkmazlara saplanırken kullandıkları yöntem bilimsel araştırma yöntemi
olmuştur. Bu-yüzden soylu ve bilimsel bir alçak-gönüllülüğü
benimsemişlerdir. Bu alçak-gönüllü tutumda ne iddiâlı konuşmaların
belirtilerine ve ne de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir şımarıklığın
damgasına rastlayamazsınız. Fakat bilim-simsarları ile bilimsel düşünce
yaygaracıları böylesine soylu bir alçak-gönüllülüğün uzağındadırlar, onlar hem
din-kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı gerçekleri pervâsızca inkâr
etmeyi sürdürüyorlar.
Kur’ânî gerçekler, varlık âlemine ve bu varlık âleminde
bulunan güçlere, ruhlara ve canlılara ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce
oluşturmamızı sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan bu güçlerle,
ruhlarla ve canlılar ile bizim varlıklarımız ve hayatlarımız arasında
karşılıklı etkileşim vardır. İşte bu düşünce müslümanı diğer insanlardan ayrı
yapan, onu saplantılar ve hurâfeler ile kof iddiâlar ve şımarıklıklar arasındaki
orta noktaya yerleştiren tutarlı düşüncedir. Bu düşüncenin kaynağı Kur’ân ve
sünnettir. Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri, bütün yorumları bu
iki kaynağın ışığında değerlendirir”.
Bilim Kur’ân’a değil, Kur’ân
bilime ışık tutar. Kur’ân’ı yorumlamada “bilimsiz” yapamayanları Seyyid Kutub’da
eleştirerek der ki:
“Modern
ilmin başarılarına tutkun olan çağdaş tefsircilerin bâzıları Kur’ân’da geçen
Hz. Süleyman’ın kıssasını yorumlarken diyorlar ki; Hz. Süleyman’ın kuşların,
hayvanların ve böceklerin dillerini anlaması bu-günkü modern bilimsel
araştırmalar yoluyla hayvan dillerini çözmeye çalışmanın bir türüdür. Hâlbuki
böyle bir yorum mûcizenin karakterini ve tabiatını değiştirmek anlamına gelir.
İnsanın sınırlı olan bilimi karşısında, hayranlık duygusuna kapılmanın ve bu
bilim karşısında yenilgiye uğramanın etkilerinden biridir. Çünkü Allah’ın
kullarından birine böceklerin, hayvanların ve kuşların dillerini hiç-bir
çaba sarf etmeden ve hiç yorulmadan katından bir bağış olarak öğretmesi,
gerçekten çok basit ve çok kolaydır. Böyle bir şey Allah’ın canlı türleri
arasına koyduğu engelleri kaldırmasından ibârettir. Çünkü Allah bu türlerin
hepsini yaratandır.
Bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu nokta Kur’ân’ın
ifâdelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan kaçınılmasının
gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış olabilecekleri
gibi, insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri çoğalıp
olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bâzı iyi niyetli araştırmacılar
Kur’ân’daki ifâdelerin anlamları ile bilimsel buluşlar arasında -bu buluşların
deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına bakmaksızın- uyum sağlamak için can
atarlar. Bunu Kur’ân’ın ileri-görüşlülüğünü, mûcizevi niteliğini kanıtlamak
niyetiyle yaparlar. Oysa Kur’ân, değişmez ifâdeleri değişken bilimsel
buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa da mûcizedir. Onun ifâdelerinin anlamları her
zaman değişmeye ve başkalaşmaya açık olan, hattâ temelden doğru yada yanlış
sayılma ihtimâli ile sürekli karşı-karşıya bulunan bilimsel buluşların dar
kalıplarına sıkıştırılamayacak derecede geniş kapsamlıdır. Bilimsel
buluşların Kur’ân’ın ifâdelerini açıklamaya ilişkin tek faydası vardır. O da Kur’ân’ın
kafamızdaki anlamını genişletmektir. İnsanın gerek iç-dünyâsına, gerekse
dış-dünyâsına ilişkin bir konuya âyetler kısaca değinmekle yetinmiş ise o
konudaki bilimsel buluşlar âyetin anlamını düşünürken düşünce ufkumuzu
zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda “filânca âyetin anlatmak istediği
şey işte şu bilimsel buluştur” diye kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun
yerine “şu bilimsel buluş, falanca âyetin anlamının bir bölümü olabilir”
dememiz gerekir.
Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının bilinmezin
ufuklarını kurcalayacağı belirli bir araştırma alanı vardır. İslâm bu alandaki
araştırmaları ısrarla teşvik eder, aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter. Fakat
bu belirli alanın ötesinde insan aklının araştırma çalışmasına girişemeyeceği
bir başka alan vardır. Akla bu güç verilmemiştir. Çünkü insanın bu alanı
araştırmaya ihtiyâcı yoktur. Yer-yüzündeki halîfelik görevi için gerekli
olmayan bilgiler insana kapalı tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı olmanın
hiç-bir gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları gibi onun
uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür bilgilerin çevresindeki canlı ve cansız
varlıklara göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı gereklidir ki, bu
kadarlık gayb bilgisini insana açıklama işini yüce Allah’ın kendisi
üstlenmiştir. Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar, ayrıca yüce Allah ona
verdiği bu gayb bilgisinin dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır. İşte
meleklere, şeytanlara, rûha, ilk yaratılışa ve insanın ilerde ne olacağına
ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler arasındadır.
Yüce Allah’ın gösterdiği yoldan saparak başka
yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba ayrılırlar.
Birinci gruptakiler sınırlı akılları ile “sınırsız”ı
kavramaya kalkışırlar; kutsal kitaplara baş-vurmaksızın yüce Allah’ın zâtını ve
bilgimize kapalı âlemlerin sırlarını açıklamaya yeltenirler. Evrenin sırlarını
ve bölümleri arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu gruba
girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler, tıpkı doruğuna erişilmez
bir yüce dağa tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar. Yada “var-oluş”
bilmecesinin sırrını çözmeye yeltenirler. Oysa evren alfabesinin daha ilk
harflerini bellemiş değillerdir.
Bu grupların ikincisine gelince, bu adamlar felsefecilerin
bilgi edinme yöntemlerinin yararsızlığını anlamışlar, bu yüzden bilim edinme ve
araştırma çabalarını tümü ile deneysel ve uygulamalı bilimler alanında
yoğunlaştırmışlardır, bilgimize kapalı alemlerin sırlarını kurcalamayı
kesinlikle bir-yana bırakmışlardır. Çünkü bu alana girecek yol bulamadıkları
gibi yüce Allah’ın o alana ilişkin direktiflerini de umursamamışlardır. Bu
yüzden zâten yüce Allah’ı kavramaktan da yoksun kalmışlardır. Bu adamlar
onsekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda aşırılıklarının doruklarında
gezindiler. Fakat bu yüzyılın başlarından îtibaren içinde yüzdükleri bilimsel
şımarıklığın sarhoşluğundan yavaş-yavaş ayılmaya başladılar. Çünkü madde,
avuçları içinden kayarak ışınlara (radyasyona) dönüştü, özü bakımından
belirsizliğe gömüldü, Hattâ nerede ise hangi kânunlara bağlı olduğu bile
bilinmez oldu.
Kur’ânî düşünce yapısı ise, her-türlü aşırılıktan uzak,
bilgi edinme kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla birlikte insanı
masalların ve asılsız kuruntuların peşinden koşturmayan, sağlıklı bir düşünce
yapısıdır”.
Zâten batı, modern bilimdeki temel
doğrulara, İslâm-âlimlerinin eserlerini (ç)alarak (çünkü kaynak göstermiyor)
ulaşmıştır. Mustafa Armağan bu konuda şunları söyler:
“Bize sâdece Osmanlı
târihi değil, Avrupa târihi de tek-yanlı öğretilmiştir. Kopernik’in gezegenler
teorisini Şam’lı bir İslâm âlimi olan İbnüş-Şâtır’dan (ç)alışı da Avrupa
târihinin meçhul kalmış yönlerindendir.
1950’li yıllarda
Kopernik üzerine çalışan bilim-târihçisi Otto Nieugebauer müthiş bir buluş
yapmıştı. Şam’lı astronom İbnü’ş-Şâtır’ın Nihâyetü’s-Sülfi Tashihi’l-Usul adlı
Arapça eserini, matematik profesörü Edward Kennedy’nin tavsiyesi üzerine
dikkatle incelemiş ve tek kelime Arapça bilmemesine rağmen içerisindeki
çizimlerin Kopernik’inkilere müthiş benzerliği karşısında şoke olmuştur. Yoksa
Kopernik’in eseri orijinâl değil miydi? Ve acaba nerden aldığını bilmediğimiz
teorisinin kaynağı bulunmuş muydu?
Bilim-târihçisi
George Saliba, bu buluşun, Avrupa biliminin kökenleri ile İslâm-bilimi arasında
bir bağlantı noktası olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla bir Avrupa mûcizesi
yok, İslâm-bilim mirasından aktarmalar vardır. Vaktiyle müslüman âlimler de
Yunan’lılardan pek-çok şey öğrenmişlerdi ama üstadlarından aldıklarını açıkça
belirtiyorlardı. Oysa Kopernik bilgilerini nereden aldığını ısrarla
gizlemişti.
Zamanla araştırmalar
derinleşti ve görüldü ki, Kopernik aslında sâdece İbnü’ş-Şâtır’dan değil, ondan
1.5 asır önce yaşamış Nasirüddin Tûsî’den de “Tusi çifte bağı” denilen teorem
ve bunun çizimini aynen almış ama yine kaynak belirtmemişti.
Bunlara, 1973 yılında
yeni bir kanıt eklendiğinde heyecan doruğa çıkmış gibiydi. Willy Hartner adlı
bilim-târihçisi bir adım daha atmış ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazma
eserde, Kopernik’in kopya çektiğinin en ciddî kanıtını yakalamıştı.
Buna göre Kopernik,
kendisinden yaklaşık 300 yıl önce benzer bir kanıtlamaya giden Tusî’nin
çizimindeki harfleri bile aynen kopya etmekten çekinmemişti. Tusî “elif’”i
kullanıyor, Kopernik ise ona Latin alfabesinde A diyordu. Tusî “be” derken
Kopernik B yapıyordu onu. Aynı şekilde “dal” harfi yerine D, “ha” harfi yerine
de H demişti. Fakat tek bir harf, orijinâlinkinden değişikti: Tusî’nin “ze”
dediği yeri Kopernik F diye işaretlemişti. İşte bu tek harf değişikliği
kafaları karıştırmış, ancak uzmanlar bunun, Arapça bilgisi kıt birinin bu
metnin bir nüshasını Kopernik’e okurken “ze”yi F diye okuduğu hükmüne
varmışlardı. Çünkü Arapça el yazısında bu iki harf, yani “ze” ile “fe”
harflerinin yazılışları bir-birine çok benzemektedir.
Kemal
Tâhir: “Biz târihi çalınmış bir milletiz der”.
Ve
sorar:
“Neden bir 17.yüzyıl
Bilimsel Devrimi’nden söz edilir de, 10.yüzyılda gerçekleşen ve bir-kaç yüzyıl
süren İslâm Bilim Devrimi’nden söz edilmez?. Neden Avrupa Rönesans’ndan söz
edilir de, müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce
gerçekleştirdiklerinden dem vurulmaz?”.
Bilim, bilim-dışı önermeleri eleştirirken
onları biraz da falcılık-kâhinlikle suçlar. Ama kendisine gelince, meselâ “evrenin
başı ve sonu” teorisini mutlak-doğru gibi açıklamaktan hiç çekinmez. “Hattâ,
yaptıkları bu “bilimsel kâhinlik”in eleştirilmesine bile dayanamazlar.
Seyyid Kutub:
“İslâm’i araştırmalarda Batı-düşüncesinin yöntemlerine ve bu
yöntemler uyarınca ortaya konulan ürünlere güvenmek büyük bir gaflet olur.
Günümüzde yaşadığımız koşullar nedeni ile batı’dan almak zorunda olduğumuz
deneysel bilgileri dâhi alırken bunlara felsefî yorum katılması ihtimâli olduğu
için, son derece dikkatli davranmamamız gerekir. Çünkü bu bilimlere katılması
olası felsefî yorumlar top-yekün din düşüncesine, özellikle İslâm düşüncesine
(dünyâ-görüşüne) temelden karşıdırlar. Miktârı ne olursa-olsun böylesi yorumlar
İslâm pınarının sâfiyetini bozmaya ve onu zehirlemeye yeterlidir” der.
Gerekli araçların ellerinde bulunmasından
dolayı bilim-adamları doğru yargılara da varırlar tabi. Bu yargılara diyecek
bir şeyimiz tabî ki de yoktur. Müslümanlar bu tarz bilgilere güvenebilirler. Bu
bilgileri hem güvenip alabiliriz, hem de o bilgilere katkılar yapabiliriz.
Ey dindar bilim-adamları! Kâinâtın
büyüsünü paçavra teorilerle bozmaya çalışmayın. Başaramazsınız. Kavlî âyetler
toplamı olan Kur’ân’ın “koruma programı” olduğu gibi; kevnî âyetler toplamı
olan kâinâtın da bir “koruma programı” vardır. “Şihab”lara dikkat edin. Bu “koruma
programı”nı delerek/delmeye çalışarak insanların tasavvurlarını bozuyorsunuz.
Yamuk tasavvurlar inşâ ediyorsunuz. Tasavvurda milimetrik sapma, eylemde
kilo-metrelere tekâbül ediyor.
Ey bilim-adamları! Her-şeyi görmeniz
mümkün değildir. Gelin “her şeyi “Gören”in bildirmesiyle bakın kâinâta. Çünkü
her-şeyi hakkıyla sâdece Allah görür. Aksi-takdirde gördüğünüz şeyler bir serap
olmaktan öte gidemeyecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder