İslâm’ın-müslümanların
cihangir devleti olan Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tutmasıyla birlikte, kötü durumu
tersine çevirerek yeniden İslâm’ın hâkim olması için başlatılan “İslâm’cılık”
düşüncesi, 20. yy. boyunca çeşitli yorumlara ve eylemlere konu oldu. Bu süreç
boyunca İslâm’cılık fikirsel ve eylemsel olarak önemli kazanımlar elde etti
fakat hem batı’nın yeni düşünceleri-ideolojileri ve teknolojileri, hem de
farklı görüşleri nedeniyle destekten mahrum kalmaları netîcesinde İslâm’i
hareketler -Îran İslâm Devrimi örneği hâriç- siyâsi anlamda hâkim duruma
gelemediler. Îran İslâm Devrimi’ni ise zamanla oluşan mezhep taassubu nedeniyle
konuşamadık ve örnek gösteremedik. Dış güçlerin, afallamalarına neden olan bu
devrimi çeşitli şekillerde blôke etme siyâsetleri, devrimin diğer müslüman
ülkelere de sirâyet edip “yeni devrimler” olmasını önledi. Sovyet bloğunun
zayıflayıp yıkılmasıyla birlikte bâzı İslâm’cılar, “vahiy-merkezli siyâsi hâkimiyet”
fikrinden koparak muhâfazakârlaştı ve bir-süredir batı paradigması hayrânı olan
İslâm’cılar, dış güçlerin Yeni Dünyâ Düzeni çerçevesinde desteklendi ve muhâfazakâr
İslâm’cılık yükselişe(!) geçti.
Evet; iki çeşit İslâm’cılık
vardır: Siyâsal İslâm’cılık ve Muhâfazakâr İslâm’cılık. Siyâsal İslâm’cılık,
vahiy-merkezli bir devlet kurarak, Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak için,
“yeniden hak düzeni meydana çıkarmak” ve “herkes için” olan gerçek adâletin
meydana çıkmasına yönelik olan İslâm’cılıktır. Muhâfazakâr İslâm’cılık ise,
bâtıl batı paradigmasının etkisinde kalan ve bu paradigma (sistem) içinde kalarak
İslâm’ı yaşamak isteyen muhâfazakâr İslâm’cılıktır ki böyle bir şey istemek
samîmi bir müslümanlık değildir ve batı paradigması düşüncesi merkezli bir
İslâm’cılık, mecbûren “sınırlı bir İslâm” olacağından, Kur’ân bu tarz
düşünceleri “azap nedeni” olarak görür:
“Sonra
(yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor
ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak
geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram
kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı
ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık
olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına
uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara
85).
Evet; muhâfazakâr
İslâm’cılıkta, yâni batılı zihniyetten en azından teknoloji-ideoloji anlamında
ayrılmadan oluşturulacağı sanılan İslâm’cılıkta, Kur’ân’ın tamâmı hayatta hâkim
kılınamaz, hattâ görünür bile kılınamaz. Hattâ ve hattâ laik-seküler batılı
ideolojilerle barışık muhâfazakâr İslâm’cılık anlayışı ile oluşturulacak bir
siyâsette müslümanlar, Kur’ân’ın fıkhı ile amel edilmesini teklif bile edemezler.
Zâten Türkiye anayasasının 24. maddesinde: “Kimse, Devletin sosyâl,
ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyâsi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her
ne sûretle olursa-olsun, dîni veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismâr edemez ve kötüye kullanamaz” denir. Laik ve seküler düşünceye
göre din=istismâr düşüncesi hâkim olduğundan dolayı, maddeciler din deyince
“istismâr” anlıyor. Bu anlayış, “dînin devlete karışmaması” düşüncesini
öngörüyor. İşte siyâsal İslâm diye adlandırdığımız İslâm’cılık bunu zinhar
kabûl etmeyen bir İslâm’cılık iken; muhâfazakâr olan “layt-ılımlı İslâm’cılık”
ise, İslâm’la, Kur’ân’la bire-bir zıt olan bu düşünceyi baş-tâcı yapıp akide unsuru
hâline bile getirebilen bir “sözde İslâm’cılık” şeklidir.
Gerçi artık, bir zamanlar
siyâseti ele geçirme hayâlini kuran muhâfazakâr İslâm’cılar, siyâseti güyâ ele
geçirmelerinden sonra “İslâm kişiseldir, devlet laiktir” düşüncesini, inanarak
ve savunarak İslâm’i anlamda anlaşılamayacak bir düşünce ve inanç içerisine
girmişlerdir. Böylelikle İslâm hayattan da uzaklaştırılmış ve sâdece
şekle-görünüme indirgenmiştir. Muhâfazakâr İslâm’cılar devlete-siyâsete aslında
İslâm’i anlamda sâhip olmamışlardır. Sâdece “seküler anlamda” sâhip olmuşlardır
ya da muhâfazakârlara bu doğrultuda görev verilmiştir. Çünkü “değiştirilemez
maddeler” aynı şekilde orada duruyor ve Kemalist devrimin maddeleri aynen
geçerlidir. Yâni İslâm’i anlamda değişen bir şey olmamıştır. İslâm-dışı=bâtıl
bir ideolojiyi müslüman olan ya da namaz kılanların yönetmesiyle, gayr-i müslim
ya da ateist olanların yönetmesi arasında fark yoktur. Yine
seküler-laik-kapitâlist-liberâl düzen devâm etmektedir zîrâ. Zâten küresel
emperyâlizm ve tağutizm onlara ancak bu koşullarda bir siyâsi iş-başılık görevi
vermiştir. Küresellik kapsamında böyle bir yapılanma işlerine geliyor zîrâ.
Yeni Dünyâ Düzeni’nde böyle bir yapıya ihtiyaç vardı ve oluşturuldu. İşte bir “izin”
kapsamında iş-başına geçirilen muhâfazakâr sözde İslâm’cılar, bu nedenlerle
İslâm’i anlamda bir “değişiklik” yapamazlar ve zâten artık böyle bir düşünceleri
kalmamıştır ve hattâ bu tür düşüncelere düşmanlık derecesinde karşı olmuş durumdadırlar.
Bu muhâfazakârların “İslâm’ı yeniden diriltip hayâta hâkim kılma” düşünceleri
yoktur. Ali Bal:
“Müslüman toplum, 90’lı yıllara gelinceye kadar İslâm
karşıtı güçlerin, İslâm’ı câmiye, dört duvar arasına hapseden, onu siyâsal ve
kamusal alandan süren, dîni mistik-ruhsal bir tatmine indirgeyen ideolojik operasyonuna
ilâveten, dindar kesimin kendi içinden çıkan ve İslâm’ın siyâsal içeriğini
boşaltarak devletsiz bir İslâm algısını ön-plâna çıkaran yeni bir zihinsel ve
siyâsal ifsad-dalgası ile karşı-karşıya kalmıştır. Bu-gün iktidar koltuğunda
oturan İslâm’cılık işte böyle bir İslâm’cılıktır. Bu bakımdan bizim sözünü
ettiğimiz İslâm Devleti tezini, içi boşaltılmış, “İslâm’sız İslâm’cılık”la
karıştırmamak gerekir. Hâl-i hazırdaki -hâkim- İslâm’cılık anlayışı, fıskın ve
fesadın önünü kesmek, servetin ezilen sınıf aleyhine zengin sınıfın elinde
yığılmasını önlemek, herhangi bir tağûtî gücün tahakkümüne rızâ göstermemek,
küresel hegemonyanın siyâsî, iktisâdî ve askerî paktlarına dâhil olmamak gibi
İslâm’î erdemlerden ferâgat ederek -küresel güçlerin göz yumması sonucu-
iktidar olmuş bir İslâm’cılıktır. Her-şeyden önce bu “İslâm’sız İslâm’cılık”la,
İslâm’ın mazlumdan, ezilenden yana olma ve küresel hegemonyayla uzlaşmama
esasına dayalı İslâm’cılığı kesin olarak bir-birinden ayırmak gerekir” der.
İslâm özünde radikâldir. Bir
kesinlik ifâde eder. Muhâfazakâr İslâm’cılık ise radikâl İslâm’cılık değildir,
“göreceli bir İslâm’cılık”tır ki böyle bir İslâm’cılıktan bahsedilemez aslında.
İslâm’cılık radikâl olmalıdır. Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’cılık hakkında, kolonyalist akla/mantığa dayalı
yorumlar yapanlarla, İslâm’i bir vâroluş tasavvur edilemez. Çıkarcılığa
dönüştürülmüş ve kurumsallaştırılmış dindarlık biçimlerinin İslâm’cılığı
yargılamaya hakları yoktur. Bütün boyutlarıyla bilincinde olmadığımız, ahlâkî
sorumluluğunu üstlenemediğimiz tartışmalara katılmamalıyız. İslâm’i vâroluş bu-günün
dünyâsında ancak radikâl olmakla mümkündür. Zâten İslâm’cılık demek, İslâm’ın
bir “özne” olmasını sağlama mücâdelesi demektir. İslâm’ı sâdece politik bağlama
hapsetmekle alâkası yoktur. O bir bütünlüğün ifâdesidir ve bu bütünlüğü yeniden
hayâta kazandırma mücâdelesinin adıdır. Radikâl olmak büyük bir mazhâriyettir. Ilımlı olmak
ise tanımı olmayan bir çürümeye mahkûm olmak demektir” der.
Muhâfazakâr İslâm’cılıkta
Kur’ân yerine İslâm ve Kur’ân dışı felsefe-din olan tasavvuf ve tasavvuf
büyükleri el üstünde tutulur, târikatlar ve târikat büyükleri örnek alınır. Bu
kurumların ve kişilerin Kur’ân’a bire-bir aykırı düşünce ve sözleri es geçilir
ki muhâfazakâr İslâm’cılık, bu nedenle İslâm’ın özüne de vâkıf değildir ve “indirilmiş
din” yerine “uydurulmuş din”in tarafında yer alır ve ona göre söylemde bulunurlar.
Böyle olması işlerine-çıkarlarına öyle geldiği içindir, zâten küresel tağutlar
onların bu yönde bir seyir izlemelerini emretmektedir ve zâten buna meyyâl
olmaları nedeniyle “yol” verilmiştir onlara.
Muhâfazakâr İslâm’cılar,
siyâsi İslâm’cıları sürekli kötülerler ve sürekli olarak hakaret ederler.
Aslında onlarla söz düellosuna girebilecek çapları yoktur. Çünkü siyâsal
İslâm’cılar Kur’ân-merkezli bir düşünüşe sâhiptirler ki karşı tarafın buna
üstün çıkması söz-konusu olamaz. Muhâfazakâr İslâm’cılar, makam-mevki sâhibi
oldukları için kendilerini üstün gibi gösterirler sâdece. Türkiye’de muhâfazakâr
milliyetçi İslâm’cılığın temsilcilerinden biri olan Necip Fâzıl’ın; siyâsi İslâm’cılığın
temsilcilerinden olan Mevdudi’ye “merdûdi” diyerek onun hakkında şunları
söyler:
“Mevdûdî “İslâm’da İhyâ
Hareketleri” adlı eserinde dar ve kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu
metodun baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’yi göklere çıkarıyor, İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş bir iç ve dış kahramanını yalnız dış
cephesiyle ele alıp içini görmemezlikten geliyor. Böylece tasavvufu, yâni kâinâtın
Efendisi’nin “bâtın nûru”nu inkâr etmiş oluyor. Bende el-yazısı mevcut bir
şehâdete göre de, bizzat bu şâhidin “mezhebiniz nedir?” sualine “mezhebim yok”
cevâbını veren sapık..”.
Şehit Seyyid Kutup için de:
“Seyyid Kutup ise,
Mısır’da önce sosyâlist fikirlerini yaydı, sonra din-adamı şekline girerek eski
Kâhire müftüsü ve mason locası başkanı olan Abduh’un “dinde reformist” yolunu
tuttu. Bütün kitaplarında olduğu gibi, tefsirinin birinci cildinde cihâdın bir
kısmını kabûl, esas kısmını ise reddeder. Fikirleri sağlam değildir. Kendisinden
af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymunu Nâsır’a “Bir mü’min bir
münâfıktan af dilemez” cevâbını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı “sahte
kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan
gördüm ki Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı
sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adâletsizlik isnât eden ve dil
uzatan bir bedbahttır. Îdam edilmeden önce bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini
söyleyenler oldu. Eğer öyle ise tam kahraman ve şehit… Değilse mücâdelesi
kâfire karşı bir sanığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı”.
Seyyid Kutub ve Mevdûdi ile
kıyaslamayı bile ayıp saydığımız bu muhâfazakâr İslâm’cı şâir, muhâfazakâr
İslâm’cıların pirlerinden biridir.
Yine, şâirliğine laf edemeyeceğimiz
Mehmet Akif Ersoy da, “Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” söylemiyle, tam da
muhâfazakâr İslâm’cıların istediği şekilde, asrın seküler idrâkini
özneleştirirken, Kur’ân’ı o idrâke bağlayarak nesneleştiren bir söz
söylemiştir. Böylece asrın idrâki merkezli bir anlayışa katkı yapmıştır. (Belki
sonradan pişman olmuştur). Genelde şâirlerin siyâsi düşünceleri nedense
konjonktürel oluyor.
Kelim Sıddîki şunları
söyler:
“İslâm, Dünyâ’daki bütün büyük dinler arasında en “siyâsi”
olanıdır. İslâm ilk yıllarında öyle bir siyâsi platform oluşturmuştu ki,
buradan müslümanlar; büyük devletler, imparatorluklar ve bir dünyâ-medeniyeti
ve kültürünün kurucusu olarak kendilerine evrensel bir rôl biçmişlerdi.
Acaba nasıl olmuştur da Muhammed’i mürşid edinenler pratikte sekülarizmi
ideâl edinmiş, hristiyanlık sonrası modernizme boyun eğmiş, onu
benimsemişlerdir?. Bunun muhtemel (akla çok yakın
gelen) bir cevâbı batı’da kilise sonrası üretilen bilginin İslâm’la çelişir gibi
durmayışıdır. Belki de dünyâ-coğrafyasının dört yanında birden ortaya çıkan
modernist müslüman topluluğunun başlıca hikmet-i vücûdu budur!...
Mısır’da Seyyid Kutub ve arkadaşlarının îdâmı ve İhvan’ın uluslararası İslâm
kanadının yok edilmesi, Suudi Arabistan etkisinin evrensel İslâm’ı hükmü altına
almasıyla sonuçlandı. Önce Nasır’dan kaçanları himâye ettiler. Onlar artık İslâm
âlimi (İslâm’cı) idiler, maaşlı idiler ve emniyetteydiler. Altmışlı yılların
sonlarından îtibâren bunlar Cemaati İslâmi’den iltihâklarla da güçlenerek
dışarı çıktılar ve bütün dünyâ-ülkelerinde İslâm’ı pro-Saudi (Suud Yanlısı) bir
mecrâya oturtmaya, İslâm’ı o yönde ve özellikle Avrupa ve ABD’de örgütlemeye
başladılar. Ve Seyyid Kutub’un “Amerikan İslâm’ı” dediği İslâm doğdu”.
Muhâfazakâr İslam’cıların milliyetçilik
ve mezhepçilik merkezinde düşünüşleri vardır. Onlar için İslâm’dan-Kur’ân’dan
önce milliyetçilik ve örf gelir. Zâten bu kesim Osmanlı’nın bir bakiyesidir ve
son zamanlarda “Osmanlı’yı diriltmek”ten bahsediliyor. Osmanlı bilindiği gibi,
“İslâm-merkezli”likten ziyâde “örf-merkezli”ydi ve Osmanlı, İslâm’dan önce “örfe
göre şekil alan” bir devletti. Gerçi Osmanlı gayr-i İslâm’i devletin
paradigmalarına îtibar etmezdi 19. yüzyıla kadar. İşte muhâfazakâr İslâm’cılık
da İslâm’a aykırı olmasına rağmen, İslâm’dan-Kur’ân’dan önce, “milli,
reel-politik ve milliyetçilik” merkezinde, mezhep-tasavvuf-târikat düşüncesiyle
ve ilişkileriyle biçimlemiş bir düşüncesi vardır. Muhâfazakâr İslâm’cılar “sağcı
lîderci”dirler ve buna aşırı bağlıdırlar. Bu nedenle de adâleti tam olarak yerine
getirmeleri söz-konusu olmaz. Yine muhâfazakâr İslâm’cılar haksız da olsa “güçten”
yanadırlar ve “sözün gücünü” değil, “gücün sözünü” dinlerler. Hattâ o merkezde
bir düşünce/anlayışları vardır ve siyâsetleri de o minvâlde seyreder. Meselâ
günümüzdeki iktidar olan muhâfazakâr İslâm’cılar dış güçlere bağlıdır ve ABD-Avrupa-İsrâil
güdümündedirler. Oysa Allah Kur’ân’da: “Ey
îman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi
aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsa
144) demesine rağmen oralı olmayarak yine de onlarla iş tutarlar ve her zaman
da onlardan ihânet görürler. Fakat onların desteği ile iş-başına geldiklerinden
dolayı yine de onlardan vazgeçemezler, vazgeçmeyecekler.
Muhâfazakâr İslâm’cılar, kendilerinde
sanki çok geniş ve değerli bilgilerin olduğunu söyleyerek halkın; “adamların
vardır bir bildiği”, ve “devlet aklı” düşüncesini oluştururlar. Kendilerini
“üst akıl” olarak gösterirler. Halk da zanneder ki; “bu adamlar bir-şeyler
yapacaklar ama şimdi şartlar uygun değil, ileride yapacaklar” düşüncesi
oluştururlar ve bu düşünüş ve inanış onlara desteğin sürmesini sağlar. Bu bir
çeşit siyâsi takıyyedir. Aslâ İslâm’i takıyye değildir. Bildikleri değerli bir
bilgileri yoktur. Araştırıldığında herkesin öğrenebileceği şeylerdir ve sâdece
niceliksel bilgilerdir bunlar, niteliksel değildirler. Zâten öyle değerli
bilgileri olsaydı ülkeye faydası olurdu bu bilgilerin. Memleket böyle perişân
olmazdı. Halka, “ulaşılmaz bilgilerinin” olduğunu zannettiriyorlar ve “dur bakalım”
bekleyişini sürdürüyorlar. Demokrasiye de usûlden değil, esastan bağlıdırlar.
Hâlbuki bir-zamanlar demokrasiyi; “amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanacaklarını”
söylüyorlardı. Rûşen Çakır:
“Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanıyken, 14 Temmuz 1996 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Nilgün Cerrahoğlu
imzâlı söyleşide ‘Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada
ineriz’ ve ‘Demokrasi amaç değil araçtır’ demişti. ‘Yâni demokrasiyi
içselleştirdiniz mi?’ sorusuna da çok kısa ama net bir cevap verecekti: ‘Kesinlikle
içselleştirdim, hâlâ birileri çıkıp şeriat devletinden bahsederse, onu ciddiye
almam’ diye cevap vermişti” der.
Celaleddin Vatandaş
muhâfazakârlık için şunları söyler:
“Muhâfazakârlık,
İslam ve Müslümanlık kavramları ile uzlaşamaz anlamlara sâhiptir.
Muhâfazakârlık batı’da kilise karşıtlığı yaparak ortaya çıkan liberâlizme
alternatif olarak üretilmiş bir ideolojidir. Dinden ve geleneklerden
kopulmaması gerektiğinin savunulması modernleşmeye karşı olunduğu anlamına
gelmez. Modernleşmenin, gelenekleri kapsayacak şekilde radikâl olmayan bir
şekilde gerçekleşmesi ana fikirdir. Muhâfazakârlık, sekülerlikle dînî olanı
bir-arada tutma çabasıdır. Müslümanlar için, içinde bulunulan zaman ‘muhâfaza’ edilmesi
gereken bir zaman değildir. O zamânı ne yeniliklere ne de eskiye karşı korumak
müslümanların amaçları arasında yer almaz. Müslüman’ın amacı, en önemli devri
olan Asr-ı Saadet’i inşâ etme çabasıdır. Bunun mümkün olması da statükoyu
muhâfaza etmek ile elde edilemez”.
Muhâfazakâr İslâm’cılık diye
isimlendirdiğimiz kişiler aslında İslâm’cı değildirler. O nedenle onlara İslâm’cı
yerine “muhâfazakâr milliyetçi” demek daha uygun olur. “Siyâsal İslâm’cılık”
dediğimiz de aslında bir isimlendirmedir. İslâm’ın önüne-arkasına bir ek
yapmayı sevmiyoruz aslında. Bu eki sâdece muhâfazakâr İslâm’cılıktan ayırmak
için kullandık. Siyâsal İslâm’cılıktan kastımız;
mü’minlik-müslümanlık-İslâm’lıktır. İslâm’dır yâni. Gerçek İslâm’cılar, İslâm’ı-Kur’ân’ı
hayâta hâkim kılmak, Allah’ın sözünü hayâta hâkim kılarak Asr-ı Saadeti
yeniden diriltmeyi amaçlayan ve hak ve adâleti yeniden ortaya koymak için çalışan
kişilerdir. Bu, Allah’ın bir emridir zîrâ:
“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah'ın oluncaya
kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını
görendir” (Enfâl 39).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder