10 Şubat 2016 Çarşamba

Mûcize

 

 

 

“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti; “Ey Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı işitensin” dedi” (Âl-i İmrân 38).

 

Seyyid Kutub bu âyeti şöyle tefsir ediyor:

 

“Duâ kabûl edildi. İnsanların bir kânun olduğunu sandıkları alışıla-gelen şeyler, yüce Allah’ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın kânun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihâi değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihâi bir kânunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâb-ı Allah’a karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden, kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah’ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur. Duânın kabûl edilişi bizzat Zekeriyya’ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihâyet insanlardan biriydi. İnsanların alışa-geldiği olaylara oranla olağan-üstü bir niteliğe sâhip bulunan bu olayın nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı”.

 

“Zekeriyya “Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?” dedi. O da; “Böyledir Allah dilediğini yapar” dedi” (Âl-i İmrân 40).

 

“Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sâde ve kolaydır.. İşi ehline havâle ediyor. Anlaşılmasında hiç-bir zorluk, oluşunda hiç-bir ilginçlik bulunmayan gerçek mâhiyetine gönderiyor: “Böyledir Allah dilediğini yapar”.

 

Aynı şekilde... İş, Allah’ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah’ın irâdesine havâle edildiğinde, onun alışıla-gelen, tekrâr edilen ve normâl olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda değerlendirmiyor, Allah’ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu hâlde Allah’ın Zekeriyya’ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir?. Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kânunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O’nun için ne alışıla-gelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O’na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan tamâmen bağımsızdır.

 

Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir?. Bu, yüce Allah’ın irâdesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama imkânsızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen O’na Yahya’yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz”.

 

Hiç kimse mûcizeleri inkâr etmeye kalkışmasın. Caner Taslaman:

 

“Mûcizeleri inkâr iki tâne kibri içinde taşır; bu kibirlerden birincisi Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize dâir teolojik bir kibirdir, ikincisi ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’ dâir her-türlü bilgiye sâhip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, bu ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıydı” der.

 

Gazali: “Bütün mûcizeler tabî ve bütün tabiat mûcizevîdir” der. Mûcizeyi görebilecek gözler; mûcizeden başka bir şey göremezler. Kur’ânî deyimle: mûcizeyi ancak bilinçli olanlar görebilir:

 

“Onlar, “ona Rabbinden mûcizevi bir belge indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: Allah her türlü mûcizevi belgeyi indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bunun bilincinde değildirler” (En-âm 37).

 

Mûcizeler aslında dîni kabûl etmede etkili olması gerekirken, modern zamanlarda “dîni inkâr etme gerekçesi olarak gösteriliyor ve kabûl ediliyor. Öyle ki, mûcizeyi kabûl edenler câhil ve yobaz olarak görülürken, mûcizeleri inkâr edenler ise ilim-sâhibi olarak görülüyor.

 

Mûcizeler, alışık olmadığımız şeyler olduğu için kabûllenilmesi bâzılarına zor geliyor ve böylece ilgili âyetleri anlamından saptırıncaya kadar yorumluyorlar. Hâlbuki her gün gördüğümüz nice “mûcizeler” vardır ki, biz onları yorumlamayı düşünmeyiz. Meselâ yumurtadan bir civcivin çıkması da “normâl” değildir; minicik bir böcekten kocaman kuşlara kadar hayvanların havada uçması, yine minik canlılardan kocaman balinalara kadar balık ve deniz canlılarının denizde yaşaması da aslında normâl değildir. Bir insanın karnında, başka bir varlığın zamanla insan olarak gelişmesi ve doğması hiç de normâl değildir. Aslında her gün içtiğimiz çeşitli şeyler için kullandığımız su bile mûcizedir.

 

Bu sayılanları normâl gören ve mûcizeyi tümden inkâr eden fakat buna rağmen âhireti kabûl eden modern müslümanlara sormak lâzım; peki öldükten sonra dirilmenin nesi normâl ki?. Mûcizelere inanmayanlar, ahirete yâni öldükten sonraki hayâta nasıl inanacaklar?.

 

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden âyetler (bir-takım mûcizeler) indirilmeli değil miydi?’. De ki: ‘Âyetler yalnızca Allah’ın katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım’. (Ankebût 50).

 

Sürekli olarak Kur’ân’ın âyetleri inip dururken, müşriklerin istediği “mûcizeler-âyetler neydi ki?. Tabî ki müşriklerin bahsettiği şeyler, önceki peygamberlerin gösterdiği türden, olağan-üstü eylemler ve olaylardır. 

 

İnsanların yaratamadığı ve yapamadığı her-şey bir mûcizedir. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş Sistemi, galaksiler, mikrodan makroya her-şey, kısaca bütün kâinât bir mûcizedir. Mûcizeler ise kânunlarla ve kurallarla anlaşılamaz ve açıklanamaz. Kânunlarla ve kurallarla açıklanamayan her-şey mûcizedir.

 

Mûcize demekle, “mutlak mânâda anlaşılamayan” şey demek istiyoruz. İnsanı âciz bırakan şey demek istiyoruz. Mutlak olmayan mânâda keşifler yapılması tabî ki normâl bir durumdur. Bu keşifler de farklı açıdan mûcizedir (ayât).

 

İki çeşit mûcize vardır. Apaçık olan mûcize yâni a-normâl; bir de görünen normâl olan tabiat mûcizeleri. Bu ikincisi de bâzen bizi âciz bırakır. Bu mûcizeler karşısında insanların yapacağı şey tevekküldür/tefekkürdür.

 

Mûcize, olağan-dışılık demek değildir. Bilâkis mûcize âciz bırakan demek olup, olağan olduğu hâlde görkem ve ihtişâmı karşısında âciz kalınan şeydir/olaydır. Esâsında mûcize, olağan şeyin şiddetli oluş hâlidir. Olanın, şiddetli bir şekilde olmasıdır. Olanın şiddetli oluşunu daha önce hiç görmediğimiz için (çünkü oluşta tekrar yoktur) o oluşa anlam veremiyoruz. “Oluşuna anlam verilemeyen/verilemeyecek olan şey” demektir mûcize. “Aklımızın ermediği ve ermeyeceği şey” demektir.

 

Peygamberler mûcizeyi gösterirler ama mûcizeyi yaratamazlar. Zîrâ mûcizeyi yaratan Allah’tır. Mûcize, “Allah’ın bir fiili”dir.

 

Allah’ın yarattığı her-şey mükemmel olduğu için mûcizedir. Kâinâtın, insanın, vs. her-şeyin nasıl yaratıldığını hiç-bir felsefe, fikir ve düşünce sistemi mutlak doğru bir şekilde açıklayamaz. Yaratılışın nasıl olduğunu açıklayacak olan tek şey... “mûcize”dir. Sihir değil; mûcize! Bundan gerisi ise “gaybı taşlamak”tır. Ama insanlar, kafa-konforlarını bozmamak ve bunun netîcesinde ortaya çıkacak bedeli ödememek uğruna alıştıkları yalanla yaşıyorlar.

 

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 191).

 

Ben fakir de, başımı hem yere hem de göklere çevirince gördüm ki… Her-şey mûcizedir. Kâinâtta mûcizeden başka bir şey de yoktur.

 

Vel-hâsıl kelam... Mûcizeden terâzi kurarlar. Mûcize alırlar, mûcize satarlar. Mûcizeyi mûcizeyle tartarlar. Çarşı-pazar mûcizedir bu-gün.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder