“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti; “Ey Rabbim
bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı
işitensin” dedi” (Âl-i İmrân 38).
Seyyid Kutub bu âyeti şöyle tefsir ediyor:
“Duâ kabûl edildi. İnsanların bir kânun olduğunu sandıkları
alışıla-gelen şeyler, yüce Allah’ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı
algılayamaz. Aslında insanın kânun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız
ve nihâi değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü,
sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihâi bir kânunu bütünüyle
algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâb-ı Allah’a
karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini
taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol
tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat
deneyimlerinden, kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle
Allah’ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur.
Duânın kabûl edilişi bizzat Zekeriyya’ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü
Zekeriyya da nihâyet insanlardan biriydi. İnsanların alışa-geldiği olaylara
oranla olağan-üstü bir niteliğe sâhip bulunan bu olayın nasıl meydana geldiğini
öğrenmeye meraklanmıştı”.
“Zekeriyya “Rabbim,
kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?”
dedi. O da; “Böyledir Allah dilediğini yapar” dedi” (Âl-i İmrân 40).
“Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sâde ve kolaydır.. İşi
ehline havâle ediyor. Anlaşılmasında hiç-bir zorluk, oluşunda hiç-bir ilginçlik
bulunmayan gerçek mâhiyetine gönderiyor: “Böyledir Allah dilediğini yapar”.
Aynı şekilde... İş, Allah’ın dilemesine ve sürekli olarak bu
şekilde meydana gelen Allah’ın irâdesine havâle edildiğinde, onun alışıla-gelen,
tekrâr edilen ve normâl olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar
olay konumunda değerlendirmiyor, Allah’ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve
gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla
Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu hâlde
Allah’ın Zekeriyya’ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne
olabilir?. Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak
tesbit ettiği ve onlardan kânunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah
için ise böyle kıyaslama yoktur. O’nun için ne alışıla-gelen ne de ilginç bir
olaydan söz edilebilir. O’na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona
yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan tamâmen bağımsızdır.
Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir?. Bu, yüce Allah’ın
irâdesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama
imkânsızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına
rağmen O’na Yahya’yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz”.
Hiç kimse
mûcizeleri inkâr etmeye kalkışmasın. Caner Taslaman:
“Mûcizeleri inkâr iki tâne kibri içinde
taşır; bu kibirlerden birincisi Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize
dâir teolojik bir kibirdir, ikincisi ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’
dâir her-türlü bilgiye sâhip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, bu
ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıydı” der.
Gazali:
“Bütün mûcizeler tabî ve bütün tabiat mûcizevîdir” der. Mûcizeyi görebilecek gözler; mûcizeden
başka bir şey göremezler. Kur’ânî deyimle: mûcizeyi ancak bilinçli olanlar
görebilir:
“Onlar, “ona Rabbinden mûcizevi bir belge
indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: Allah her türlü mûcizevi belgeyi
indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bunun bilincinde değildirler” (En-âm 37).
Mûcizeler aslında dîni kabûl
etmede etkili olması gerekirken, modern zamanlarda “dîni inkâr etme gerekçesi
olarak gösteriliyor ve kabûl ediliyor. Öyle ki, mûcizeyi kabûl edenler câhil ve
yobaz olarak görülürken, mûcizeleri inkâr edenler ise ilim-sâhibi olarak
görülüyor.
Mûcizeler, alışık
olmadığımız şeyler olduğu için kabûllenilmesi bâzılarına zor geliyor ve böylece
ilgili âyetleri anlamından saptırıncaya kadar yorumluyorlar. Hâlbuki her gün gördüğümüz
nice “mûcizeler” vardır ki, biz onları yorumlamayı düşünmeyiz. Meselâ
yumurtadan bir civcivin çıkması da “normâl” değildir; minicik bir böcekten
kocaman kuşlara kadar hayvanların havada uçması, yine minik canlılardan kocaman
balinalara kadar balık ve deniz canlılarının denizde yaşaması da aslında normâl
değildir. Bir insanın karnında, başka bir varlığın zamanla insan olarak
gelişmesi ve doğması hiç de normâl değildir. Aslında her gün içtiğimiz çeşitli
şeyler için kullandığımız su bile mûcizedir.
Bu sayılanları normâl gören
ve mûcizeyi tümden inkâr eden fakat buna rağmen âhireti kabûl eden modern
müslümanlara sormak lâzım; peki öldükten sonra dirilmenin nesi normâl ki?.
Mûcizelere inanmayanlar, ahirete yâni öldükten sonraki hayâta nasıl inanacaklar?.
“Dediler ki: ‘Ona
Rabbinden âyetler (bir-takım mûcizeler) indirilmeli değil miydi?’. De ki:
‘Âyetler yalnızca Allah’ın katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım’. (Ankebût 50).
Sürekli olarak Kur’ân’ın
âyetleri inip dururken, müşriklerin istediği “mûcizeler-âyetler neydi ki?. Tabî
ki müşriklerin bahsettiği şeyler, önceki peygamberlerin gösterdiği türden,
olağan-üstü eylemler ve olaylardır.
İnsanların
yaratamadığı ve yapamadığı her-şey bir mûcizedir. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ,
Güneş Sistemi, galaksiler, mikrodan makroya her-şey, kısaca bütün kâinât bir
mûcizedir. Mûcizeler ise kânunlarla ve kurallarla anlaşılamaz ve açıklanamaz.
Kânunlarla ve kurallarla açıklanamayan her-şey mûcizedir.
Mûcize
demekle, “mutlak mânâda anlaşılamayan” şey demek istiyoruz. İnsanı âciz bırakan
şey demek istiyoruz. Mutlak olmayan mânâda keşifler yapılması tabî ki normâl
bir durumdur. Bu keşifler de farklı açıdan mûcizedir (ayât).
İki çeşit
mûcize vardır. Apaçık olan mûcize yâni a-normâl; bir de görünen normâl olan
tabiat mûcizeleri. Bu ikincisi de bâzen bizi âciz bırakır. Bu mûcizeler
karşısında insanların yapacağı şey tevekküldür/tefekkürdür.
Mûcize,
olağan-dışılık demek değildir. Bilâkis mûcize âciz bırakan demek olup, olağan
olduğu hâlde görkem ve ihtişâmı karşısında âciz kalınan şeydir/olaydır. Esâsında
mûcize, olağan şeyin şiddetli oluş hâlidir. Olanın, şiddetli bir şekilde
olmasıdır. Olanın şiddetli oluşunu daha önce hiç görmediğimiz için (çünkü
oluşta tekrar yoktur) o oluşa anlam veremiyoruz. “Oluşuna anlam
verilemeyen/verilemeyecek olan şey” demektir mûcize. “Aklımızın ermediği ve
ermeyeceği şey” demektir.
Peygamberler mûcizeyi
gösterirler ama mûcizeyi yaratamazlar. Zîrâ mûcizeyi yaratan Allah’tır. Mûcize,
“Allah’ın bir fiili”dir.
Allah’ın
yarattığı her-şey mükemmel olduğu için mûcizedir. Kâinâtın, insanın, vs. her-şeyin nasıl yaratıldığını hiç-bir felsefe,
fikir ve düşünce sistemi mutlak doğru bir şekilde açıklayamaz. Yaratılışın
nasıl olduğunu açıklayacak olan tek şey... “mûcize”dir. Sihir değil;
mûcize! Bundan gerisi ise “gaybı taşlamak”tır.
Ama insanlar, kafa-konforlarını bozmamak ve bunun netîcesinde ortaya
çıkacak bedeli ödememek uğruna alıştıkları yalanla yaşıyorlar.
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan
yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda
düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek
yücesin, bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 191).
Ben fakir de,
başımı hem yere hem de göklere çevirince gördüm ki… Her-şey mûcizedir. Kâinâtta
mûcizeden başka bir şey de yoktur.
Vel-hâsıl
kelam... Mûcizeden terâzi kurarlar. Mûcize alırlar, mûcize satarlar. Mûcizeyi
mûcizeyle tartarlar. Çarşı-pazar mûcizedir bu-gün.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder