“Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana
güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü’ne itaat
ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim sırt
çevirirse, onu acı bir azab ile azablandırır” (Fetih 17).
“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır” (İnşirah 6) âyetinin söylediği gibi, her zorlukla
berâber mutlakâ bir kolaylık vardır. Bunu engelliler belki daha iyi fark
ederler. Engelli olmak gerçekten de kolay değildir. Hayâtın doğal bir zorluğu
vardır ve bu zorluk “doğal” olsa bile bâzen insanlara ağır gelebilir. İşte bu doğal
zorluk daha çok engellilere zor gelir. Daha doğrusu insanlara “bâzen” zor gelen
o doğal zorluk, engellilere sürekli zor gelir. Bu nedenle Kur’ân, ayrıca bir
zorluk olmasını istemez engelliye, hastaya, topala. Fakat zihinsel bir engel
yoksa, yâni aklî melekeler yerinde ise engelliler de bâzı zorluklara-işlere tâlip
olabilirler ve olmalıdırlar. Zâten insan, zorluk olmadığında yozlaşır ve “Dünyâ’nın
zararlısı” olur. Zîrâ zorluklarla karşılaşmayanlar mutlakâ başkalarına zorluklar
çıkarırlar. Rivâyete göre Firavun, hiç başı bile ağrımayan biriymiş. Ama târihin
gördüğü en zorba kişilerden biridir ve insanlara en büyük zorbalığı yapıyordu: “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde
(Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü;
onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp
kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı” (Kasas 4).
Modernizm, her konuda olduğu
gibi engellilere kapitâlist sömürü düşüncesine göre bir rôl belirlemiş ve
zorluklarına artı bir zorluk daha yükleyerek onlara yapamayacakları şeyleri
önermekte ve yapamayacakları yada yaparken çok-çok zorlanacakları şeyleri
beklemektedir. Meselâ engellileri aşırı bir şekilde spora yönlendiriyorlar. Spor
engelliler için hiç de uygun değildir ve spor zor bir etkinlik olduğundan,
zâten zorluk içinde olan engelliler için ayrıca bir zorluk ve yük olacağından dolayı
yanlış bir yönlendirmedir. Zâten spor normâl insan için bile ağır bir faaliyet
olduğundan dolayı, normâl sağlıklı insanlar için bile uygun değildir. Kas-iskelet
sistemi engeli olmayan engelliler için açık-hava yürüyüşleri olmalıdır sâdece. Televizyonlarda
gördüğümüz gibi, engelli insanları, normâl insanların bile zorlukla yaptığı
sportif faaliyetlere yönlendirmek onlara yapılan bir çeşit zulümdür. Hele bir
de Dünyâ Engelliler Olimpiyatları yok mu?. Bu tam bir absürdlüktür ki her-hâlde
şeytan bile gülüyordur bu duruma.
Engellilerin yapacağı en iyi
ve uygun olan şey kültür ve sanat etkinlikleridir. Hemen her engelli bir enstrüman
çalabilmelidir, el işleri, küçük sanatsal faaliyetler ve en önemlisi de
kültürel alanda ilerlemek olmalıdır engellilerin hedefi.
Kitap okumak ve bilgide
gelişmek için olmazsa-olmaz bir gereklilik vardır: Oturmak.. Engellilerin
bir-çoğu zâten oturma hâlindedirler ve oturmak onlar için çok da zor değildir. Oturmadan
okunamayacağı için oturmadan bilgilenme olmaz. Zâten yerinde duramayanlar
okuyamazlar da. Yarım saat bile yerinde oturamayanlar nasıl okusun ki?. Bu
nedenle engellilerin bir-çoğu oturmaya alışkın olduğu için hem okumaya hem de
müzik ve el işleri gibi sanatsal faaliyetlerde başarılı olabilirler. Sebat
etmek engelliler için çok zor olmayacağından dolayı buna kolay alışabilirler ve
bu yollarda ilerleyebilirler, hattâ ülke ve dünyâ-çapında birer bilgin ve
sanatçı olabilirler.
Bence engellileri iş-hayâtından
bile uzak tutmak gerekir. İlle de çalışmak isteyenler tabî ki de çalışabilirler
ama küçük bile olsa bir engel yine de engeldir ve bir zorluktur. O zorluk hayâtın
her alanında kendini göstereceğinden, engelliler çalışmak zorunda
bırakılmamalıdır ve geçinebilecek maaşlarını, bir sigorta primi şartı bile
aranmadan almalıdırlar.
İslâm’da engelliler diğer
insanlardan farklı görülmek istenmez ama zorlukları da göz-ardı edilemez.
Peygamberimiz bir âmâ olan Abdullah ibn-i Ümmü
Mektum’u defâlarca yerine vekil olarak bırakmıştı. Böyle yapmakla bir “engelli
tasavvuru” oluşturmak istiyordu peygamberimiz. Böyle önemli bir görev engelli
biri için engelini düşünmesini engeller. Bu nedenle engelliler, sürekli
engelleriyle meşgûl olacaklarına ve engellerini hatırlatacak faaliyetler yerine
kendilerine uygun ve yakışan işleri yapmaları gerekir. Yapılacak en uygun şey
ise, el işleri, sanat ve kültürel etkinliklerdir. Bu yola sevk edilip
desteklenen engelliler, sanat-kültür faaliyetlerinde çok ileri bir seviyeye
gelebileceklerdir. Mustafa İslamoğlu:
“Asıl özürlü, Allah’ı görmeyen,
duymayandır. Gerçek özürlü kendi gerçeğini kabûl edemeyendir. Kur’ân’ın ‘sağırdırlar,
kördürler, konuşamazlar’ sınıfına özürlüler girmez. Allah Dünyâ’da birilerinden
bir şey alıyorsa, mutlakâ onun yerine bir şey verecek demektir. Ruh, özürlü
değildir, özürlü olan bedendir.
İmam Ata’nın burnu kesikti, kulağı
duymazdı, ayağı topaldı, eli çolaktı, çok siyah ve kıvırcıktı, ama ilimde bir
deryaydı, onun altına imzâ atmadığı hüküm geçersiz olurdu. Rivâyete göre İbn-i
Abbas âmâ idi. Tirmizi bir rivâyete göre doğuştan, bir rivâyete göre sonradan
kördü, ama bunu kimse bilmez, çünkü bu kişi ilmiyle ön-plâna çıkmıştır, zâten
İslâm aklı ve ahlâkı bu kusurlara odaklanmaz. Beden, Allah’ın ikrâmıdır,
ikrâmın ne kadar yapılacağını ikram-sâhibi bilir” der.
Engellilere ve “kronik”
tâbir edilen hastalara hasta-hânelerde farklı davranılmalıdır. Çok büyük
ihtimâlle hayatları boyunca mevcut hastalıklarıyla yaşayacak olan bu hastalar,
hastalıklarının zorluklarından başka bir de hasta-hâne zorluklarıyla karşılaşmamalıdırlar.
Bu yüzden bu-tür hastalar ve engelliler ilk sıraya alınmalı ve
tedâvileri-kontrôlleri hemen yapılıp işleri bitirilmeli ve gerekirse evlerine
kadar da bırakılmalıdırlar. Bu kişiler için büyük hasta-hânelerde ayrı hekimler
görevlendirilmelidir. Bu hekimler sâdece bu kişilerin rutin kontrôllerini
yapmak ve ilaçlarını sağlamakla görevli olmalıdırlar ve zâten bir zorluğu olan
engelliler bir de çok kalabalık olan hasta-hânelerde ayrıca bir zorluk yaşamamalıdırlar.
Eski târihlerde
engellilerin çok zulüm gördüğü ve insan yerine bile koyulmadığı zamanlar
olmuştu. Isparta’da engellileri aslanların önüne atıyorlardı. Yakın târihlerde
de benzer uygulamalar yapıldı ve engellilere-hastalara uygulanmak üzere
insanlık-dışı projeler üretilmişti. “Öjeni” denilen melânet bunlardan biridir. Hitler'in
“Kavgam” adlı kitabındaki şu
cümleler bundan bahseder:
“Devlet için, zihin ve beden eğitiminin
önemli bir yeri vardır, ancak insan seçimi de en az bunun kadar önemlidir.
Devletin, genetik olarak hastalıklı veya alenen hasta olan bireylerin üreme
için uygun olmadıklarını deklare etme sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluğu hiç-bir anlayış göstermeden ve başkalarının
da anlamalarını beklemeden acımasızca uygulamalıdır. Vücûdu sakat olan veyâ fiziksel olarak hasta
olan kimselerin üremesini durdurmak, insan sağlığında bu-gün elde edilemeyen
bir gelişim sağlayacaktır. Eğer ırkın en sağlıklı olan üyeleri plânlı
bir şekilde ürerlerse, sonuçta bugün hâlâ taşıdığımız hem ruhsal hem de
bedensel açıdan bozuk tohumların olmadığı bir ırk oluşacaktır”.
Hitler'in bu
ideolojisi gereğince, Naziler, Alman toplumu içindeki akıl hastalarını,
sakatları, doğuştan körleri ve kalıtsal hastalıklara sâhip olanları, özel
“sterilizasyon merkezleri”nde topladılar. 1933 yılında çıkartılan bir yasa ile
350 bin akıl hastası, 30 bin çingene ve yüzlerce zenci çocuk, hadım etme, x
ışınları, enjeksiyon, genitâl bölgeye elektrik verilmesi gibi yöntemlerle
kısırlaştırıldılar. Bir Nazi subayı, “nasyonal
sosyalizm, uygulamalı biyolojiden başka bir şey değildir” diyordu.
Engellilere
merhâmet etmeyenler, engelli olmayan insanlara niye merhâmet etsinler ki?.
Çünkü engellilerin merhâmete daha fazla ihtiyaçları olduğu çok açıktır.
Engelliler toplumun merhâmetini celb etmelidir, aynı-zamanda engelliler,
insanların, sağlıklı olduklarına şükretmeleri için bir hatırlatmadır.
Sonsöz:
Ne olur engellilere engel olmayın!. Çünkü onlar hayâtın doğal engelleri ve
kendilerinde bulunan engelin zorluğundan çok, insanların oluşturduğu
engellerden rahatsız oluyorlar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder