Bilim nedir?. Bir kaynakta bilim hakkında
şöyle bir yorum yapılır:
“Bizim bilgimiz, duyu organlarımızla aldığımız duyumlara
bağlıdır. Duyumların ötesindeki şeyi bilmiyoruz. Meselâ, elektriğin ne olduğunu
bilmiyoruz; sâdece onun ısı, ses, renk, titreşim v.s. hâlindeki izlenimlerini
algılıyoruz. O hâlde bilgi-limitimizi aşan şeyler vardır. Bunlar hakkında
hipotezler kurar ve oradan çıkarımlar yaparız. İşte, bilim budur.”
Mehmet Keçeci bilimin târifini şu şekilde
yapar:
“Bilim, bilim-adamının
bir gelinin duvağını her açtığında farklı bir görüntü görmesidir”.
İki tür bilim vardır, takvâya götüren
bilim, fıtratı bozarak Allah’ı inkâr eden bilim. Allah’ı inkâr eden bir
sistemden ya da topluluktan, insanları inkâr etmemesi/göz-ardı etmemesi
beklenemez.
Bu kâinâtta hiç-bir şeyin kökeni ve
târihi mutlak-doğru olarak bilinemez. O yüzden sâdece olgular üzerinde
araştırmalar yapılmalıdır. Bilim sâdece olgular üzerinde çalışmalıdır. Biyoloji
tüm canlılar üzerinde; zooloji hayvanlar üzerinde; jeoloji yer-küre üzerinde;
ekoloji çevre ile ilgili vs. Ancak o zaman başta insan olmak üzere tüm varlığa
bir yarârı olur. Modern-bilim ise sürekli yeni düşmanlıklar çıkaracak işler
yapar. Evrim Teorisi canlı kökenine inmekle dolaylı/dolaysız yönden sosyâl
düşmanlıklar ortaya çıkardığı gibi; Big-Bang Teorisi de kâinâtın kökeniyle
ilgili araştırma yapmakla dolaylı/dolaysız yönden çeşitli ayrışmalara ve
düşmanlıklara neden olmaktadır. Köken ile ilgili yapılan araştırmaların hiç-bir
yararı olmamıştır ve de yoktur. Köken ve târih araştırmaları ancak
insanlar/canlılar arasında bâriz farklar ortaya koyarak düşmanlıkları körükler.
Zâten din ile bilimin çatışması bu noktada ortaya çıkar. Caner Taslaman:
“Kökene dâir bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları
vardır. Bilimsel açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve târihine
dâir bilgilerimizin yetersizliğini kabûl etmektir” der.
Bilgi konusunda bir dergiden alıntı
yapalım:
“Allah’a doğrudan yada dolaylı olarak atıfta bulunmayan
bilgi faydasız bir bilgidir. İçerisine “anlam” konulmayan, aşkın değerlerden
koparılan bir bilgi tehlikeli ve ölümcül bir silâha dönüşebilir. (Atom bombası
gibi). Eğitimde insanlığa sunulan bütün bilgilerin içerisine o bilginin ahlâkı
da konulmalıdır. Sâdece deney ve gözleme dayanan bir bakış-açısı bilgi elde
etmede yetersizdir”.
Modern-bilim ve teknoloji hiç-bir insanî
soruna cevap verememiş ve insanî sorunu çözememiştir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Modern-bilim akımları deneyle doğrulanması mümkün olmayan
olguları kabûl etmemek eğilimindedir. Modern-bilimin başarıları! dînî-akıl
karşısında deneyci aklı büyük bir gurûra sevk-etmiştir. Bu gurur haksız bir
gururdur. Çünkü tamâmen akla dayalı politikalarla insânî hiç-bir sorun
çözümlenemez. Tamâmen akla dayalı inanç ve düşünce sistemleri
gerçekleştirilemez. Çünkü gerek insan gerekse sosyâl hayâtın, aklın ve bilimin
ilgi-alanı dışında kalan pek-çok özelliği bulunmaktadır.
Deneysel aklı bilginin kaynağı sayan sistematik
bilgi-disiplinleri, madde-ötesi gerçeklikler ve sorunlar etrâfında ancak
varsayımlara dayalı yaklaşımlar geliştirebilmektedir. Bütün bilgi-kaynakları
tüm iddialarına rağmen gerçeğin ancak bir bölümünü açılayabilmektedir. Bu da
gösteriyor ki var-sayımlara dayalı bilgi-sistemleriyle nihâi gerçekliğe
ulaşılamamaktadır. Akıl aracılığıyla, duyular aracılığıyla, felsefe
aracılığıyla ancak sorunlu ve sınırlı bilgiler edinilebilmektedir. Sınırlı olan
bilginin araçlarıyla sınırsız olan gerçeklikler kavranılamaz” der.
Modern-bilim, teknolojinin kölesi durumuna
gelmiş bilimdir. Öyle ki artık teknolojiye yaptığı kölelik nedeniyle yeni
şeyler de söyleyemiyor.
Peygamberimiz, kişide ahlâka dönüşmeyen
bilgiyi faydasız ve boş bir bilgi olarak değerlendirmiş ve bundan Allah’a
sığınmıştır.
Hz. Ali:
“Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.
“İlim” müslümanların elindeyken; takvâ,
barış ve adâlet kokuyordu Dünyâ; ne zaman ki bâtıl batı’nın ve modern-bilimin eline
geçti: fücur, savaş ve zulüm başladı. Çünkü ellerindeki bilgi “şuur”suz
bilgiydi. Ali Şeriati:
“Kapitâlist bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki
bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin tabiat hakkında sâhip oldukları bilgi,
Nazi kurbânı olan fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halîfe'ye bağlı bir âlimin
din hakkında sâhip olduğu bilgi ile, halîfe'nin zincire vurduğu âlimin din
hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini cellât, diğerini şehîd; birini özgürlükçü,
diğerini zorba; birini temiz, diğerini pis yapan, “bilgi” değil, “şuur” dur. “Hangi
ilim?” sorusunun bir anlamı yoktur. Zîrâ ilim birdir. “Nasıl bir bilgi?” sorusu
yersizdir. Zîrâ bilginin birden fazla türü yoktur. Fakat “hangi şuur?” sorusu
cevaplanması gereken bir soru. Hacc gerekli cevâbı vermektedir. “Haram şuuru”.
Harîm'de iffet, takvâ, hürmet ve tahâret gibi şeyler koruma altına alınmıştır.
Şuurun bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fânusunda, düşünce yağına parlak bir
ışık saçar. Hikmet, peygamberlerin getirdiği, insanlara bahşettikleri “bilinç”
budur, ne felsefe ne de ilim değil. İslâm’ın sözünü ettiği “ilim”, bilgi, bu
ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiği, ortaya koyduğu ilimdir bu ilim. Bu
ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel, sübjektif tasvir değildir,
aydınlıktır, nûrdur. Dışta değil, içte bir nûr. Ümmî Peygamberin de ifâdesiyle
nûr olan ilim, Allah'ın dilediği kimsenin kâlbine attığı nûr olan ilim budur: “Yol
ilmi”, “hidâyet ilmi.
Arafat ilmini herkes öğrenebilir. Meş'ar ilmi, Allah'ın,
dilediğinin gönlüne ilhâm ettiği ışıktır, nûrdur. Allah kimi diler? kendi
nefisleri yolunda değil, Allah yolunda çalışıp didinen, mücâdele eden kimseyi. “Bizim
için cihad edenlere gelince, kuşkusuz biz onlara yollarımızı gösteririz” (Ankebût,
69). “Yol ve hidâyet ilmi”, bir “ümmî”yi, bir “bedevi”yi, toplumun önderi ve
yol kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluş bilinci, kurtuluş nûru, özel şuur budur.
Bu ilim okuma-yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve sınıfla bir
işi yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi öğretmezler. Bu
bilginin öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun öğrencileri, toplumun
mücâhidleri, Allah yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa, lambaya, lambanın isine,
dumanına ihtiyâcı yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta kendisidir, nûrun ta
kendisidir” der.
Bilgi Allah’ın verdiğidir. “Prometheus”un
aşırdığı değil.
Bilgiyi sâdece kavramak yetmez, bilginin
amacını da kavramak gerekir. Bilginin amacını kavrayamayanlar yanlış yargılara
varırlar. Bilginin amacını kavramak için önce “besmele” çekmek gerekir. Okumayı
besmele ile başlatmak gerekir. Besmele ile başlamak, Allah ile başlamak
demektir. Aksi hâlde işe Şeytan karışır. O yüzden besmelesiz bilim yanlış
yargılara varmaya mecburdur.
Bilim-düşmanlığı yapmıyoruz. Bilim de bir
hakikâttir. Çünkü bilimin “nötr” olanları da vardır ve bunların kabûl edilmesi çok
doğaldır. “Bilim tek-başına hareket ederse hakîkat olmaktan çıkıp
yanlış yargılara varır” diyoruz. Çünkü bütünlükten koparak hareket etmiş olur.
Bütün, madde ve mânâ bütünlüğüdür. Mânâ ile yâni Allah ile berâber yürümesi
lâzım ki doğruya ulaşsın ve insanlığa faydalar getirsin. Modern bilim-adamlarının
yaptıkları aslında bölücülüktür ve bölücülük şirktir, şirk ise hüsranla biter.
Bilim ile bilimcilik, yâni “her şeyi
ancak bilimin çözebileceği ve açıklayabileceği” iddiası farklıdır. Kapitâlizm, “bilim”i
“bilimcilik”e dönüştürmüştür. “Bilimlilik”e evet; ama “bilimcilik”e hayır!
diyoruz. Bilim doğayı araştırmamıza/anlamamıza yarayabilir, fakat bilimciliğin
derdi başkadır: İnsanları teknoloji kölesi hâline getirmek.
Sir William Osler, Oxford Tıp Fakültesi
öğrencilerine mêzun olduklarında yaptığı konuşmada diyor ki:
“Beyler, size şunu söylemek isterim ki, öğrendiğiniz
şeylerin yarısı yanlış ve o yarının hangisi olduğunu bilmiyoruz”.
Bâzılarının inzâl olmuş Kur’ân’a
istediğini söyletmeye çalışması gibi, kevni âyetler olan kâinâta bakan
bilim-adamları da ona istediklerini ya da masa-başında ön-gördüklerini söyletmeye
çalışıyorlar. Kur’ân nasıl kendine yabancı öğeleri kabûl etmeyip dışlıyorsa,
kâinât da aynı şekilde uzak-yakın bir zaman sonra ön-görülerinin çoğunu
çökertiyor.
Formül şu: Eğer bir ilim/bilim, Allah’ı
hatırlatmıyorsa, aksine O’nu unutmasına yol açıyorsa; o ilim yakın/uzak vadede büyük yıkımlara yol açacak,
en azından yanında bir zarar getirecektir. Bir bilgi Allah’a yaklaştırdığı oranda doğrudur.
Bilim-adamları ise modern-bilimlerini ve teorilerini yanlışlanamaz, hattâ
eleştirilemez bir tahta oturtmak ve göstermek istiyorlar.
Fatih Topaloğlu:
“Bilim
bu-gün teknoloji aracılığıyla günlük yaşantımızı öyle radikâl bir şekilde
değiştirmiştir ki, ona yönelik eleştirel her bakış ilerlemeye ve teknolojik
gelişmelere karşıtlıkla suçlanmaktadır” der.
Allah,
müslümanları bilime vahiy aracılığıyla pek-çok yerde yönlendirmiştir. Ayrıca
şunu da söylemek isteriz ki; İslâm’iyet, bilimi dinden ayrı bir şey değil, onu
dînin bir parçası ve bir uzantısı olarak görmüştür.
Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar olan zaman-süreci
içerisinde çoğunlukla insanlık, gök olayları karşısında yanılgıya düşmüş ve
onları kehânet ve falcılıkla yorumlama yoluna gitmiş ve hattâ yıldızlara
tapınmaya kadar işi ileri götürenler olmuştur. Tek-Allah inancı ile bağdaşmayan
ve tabiat olaylarını gerçekçi bir yaklaşımla ele almayan bu eski inanç ve
zihniyetlerle İslâm şiddetli bir mücâdele içine girmiştir.
Doğa bilimleri sâdece gözlenen düzeni
târif eden “genellemeleri” bize söyler. Bu genellemelerin mutlak doğru olması
gerekmez. Bilimsel teoriler, zihinlerimizin evrene yüklediği ve ontolojik
gerçeklikle ilişkisi önemli olmayan îcatlardır.
Modern-bilim “nasıl” ile ilgilenir ama “niçin”
ile ilgilenmez. İlgilendiği “nasıl”ın da tüm ve tutarlı cevaplarını bulabilmiş
de değildir. Çünkü bütüncül bakıştan mahrum etmiş kendini. “Nasıl”ın bir-çok
sorusunun cevâbı “niçin”in içinde saklıdır. Bir şeyin en doğru açıklaması “nasıl” ile değil, “niçin” ile
olur.
Eskiden felsefe denilen şeye şimdilerde
bilim deniliyor. Bu yüzden bilimlerin verilerine olabildiğince temkinli
yaklaşmak gerekir.
“Zâten bilim de mutlak/kesin bilgiden
bahsetmez ki deniyor”. O zaman neden “herkesin kabûl ettiği” deniyor. O zaman
modern-bilimi neden kesin olarak kabûl edelim. Kabûl etmeyenler neden yobaz
görülüyor?.
Sartre:
“Nesne-dünyâsı
olasılık-dünyâsıdır, ister bilimsel, ister felsefî
olsun, her kuram olasıdır” der.
Oscar
Wilde:
“Herkes benim
düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım” der.
“Mutlak”a inanmayan modern-bilim,
doğal olarak mutlak sonuçlar da
veremeyecektir. Nesneler-dünyâsı bilimin dünyâsı olduğuna göre mutlak bir
doğruluğu tanımaz,
olsa-olsa görece bir doğruluğu (izâfet) tanır.
Fâtih Topaloğlu “modern bilim”e şu
eleştirileri yapar:
“Bilim, bilginin ölçüsü müdür?. Bilmenin yegâne yolu bilim
yöntemlerini geçerli saymaktan mı geçmektedir? Bilim adı altında geçen bütün
faaliyetler aynı şeyi mi ifâde etmektedir? Bilimin ortaya koyduğu iddialar ve
kullandığı teknik ve yöntemler eleştiriye açık mıdır?
Gerçekten de bilimin maddenin hareketlerini, onu yöneten yasaları
bulgulayan ve bunları kuramsal olarak önceden kestirebilen bir “bilme yöntemi”
olarak târif ettiğimizde, onun bu konuda bir ölçüt olarak ortaya konabileceğini
kabûl etmiş oluruz. Ancak, belirtmek gerekir ki bunun ne ölçüde başarılı bir
faaliyet olacağı yine de su götürmez bir hakîkat olarak ortaya konamayacaktır.
Doğrusu bilime karşı duyulan güvenin aşırı bir şekilde abartılması ve onun
dinsel bir kılığa sokulması; şaşmaz, kesin yasalar ortaya koyduğu düşüncesi ile
sonuçlanmıştır. Bu düşünceyi savunan bilim felsefecileri, Feyerabend’in
tâbiriyle “kendilerinden önceki Roma Kilisesi’nin savunucuları” gibi
davranmaktadırlar. “Bir zamanlar din bilimsel retoriğin cephâneliğindeki belli
tartışma ve iknâ yöntemleri kendilerine şimdi bilimde yeni bir mekân bulmuştur.”
Böylece bilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı, bilimin de
ötesine geçerek herkes için bir îman nesnesi hâline gelmiştir.
Kendinde bu denli bir güç vehmeden bilimsel önermelerin eski
tâbirle yakîn ifâde ettiği iddia edilmiştir. Böylece doğa yasalarıyla bilim
yasalarının, bir eşitliğin iki tarafında yer alacak şekilde özdeşleştirilmesi,
bilim yasalarının, taşıdığı kesinliğe kayıtsız-şartsız inanılması sonucunu
ortaya çıkarmıştır. M. Şekip Tunç bu konuda: “Bu-günkü ilmimiz kâinatın mutlak
bir aklîlik içinde olduğunu kabûl etmek için bize hak verdirecek gibi değildir.
Zâten ilim hiç-bir hadiseyi ebedi ve mutlak olarak açıklayamıyor. Bu sebepler
zincirindeki boşlukları tamamlasak bile mutlak bir ilk sebebe varacak değiliz.
Çünkü ilmimiz dâima izâfi ve şartlı olarak kalacaktır” demektedir. Peki,
bu-günkü bilim-anlayışının mümkün tek doğru bilgi yolu olduğu iddiası doğru
mudur? Wallace Russell, bilim-adamlarının ortaya attığı her yeni hipotezi kabûl
etme konusunda kafamızın oldukça karmaşık olduğunu söyleyerek, “prensip olarak
biz biliyoruz ki hiç-bir bilimsel kanun mutlak bir güven garanti edemez. Bilim
tarafından ortaya konulan Dünyâ’nın bilgisi her zaman açık ve revizyon
konusudur” der. Poincare de bilimsel teorilerin târihsel bir gelişim
gösterdiğini ve bu yüzden belli bir müddet için “doğru” kabûl edildiklerini
söyler.
Bu durum Guenon’un tâbiriyle “bilimin salt değişim-dünyâsına
kapanması” anlamına gelmektedir. Böylece sağlam ve kararlı bir dayanak noktası
bulamayan bilim, ihtimâllere, tahminlere ya da salt farazî kurgulara
indirgenmiş olmaktadır. Demek ki, bilimsel teorilere mutlak doğrular gözüyle
değil, îtibâri gerçeklikler olarak bakılmalıdır. Hâlbuki bilim insanın
doğru bilgiye ulaşmasını mümkün kılan yollardan sâdece birisidir ve insanlar
çok değişik bilme biçimlerine, vâr olanla bağlantı kurarak faaliyette bulunma
yollarına sâhiptir.
Belirtmek gerekir ki, bilimsel teorilerin değişme ve gelişme
potansiyeline sâhip olması, her ne kadar bilimin mutlaklık iddialarını geçersiz
kılsa da, onları güçlendiren bir durumdur. Bilimdeki gelişmelerin bir enkaz
yığını hâline gelen kalıntılarından, bilimin iflâsı sonucuna varmak oldukça
yanlıştır. Poincare’nin de isâbetle belirttiği gibi bu oldukça üstün-körü bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşım bilim teorilerinin amaç ve rolünü kavramaktan uzaktır.
Zîrâ bu enkazın yeni bulgu ve belgelerin temelini oluşturduğu yadsınamaz bir
gerçektir. Bu anlamda bilimsel bilginin elde edilen yeni bilgi ve
deneyimlerle daha fazla pekiştirileceği gibi değişme hattâ sarsılma olanağı da
vardır. Bu durum onun mutlak anlamda kesin bilgiye ulaşma iddiasını ortadan
kaldırmış ve onu “bilme”nin emin olmak demek olduğu geleneksel anlamdaki
bilgiden ayırmıştır.
Bilim, belli sınırlar içindeki denemelerini tüm uzay için
aynı olarak kabûl eder ki, bu, bilimsel değildir. Ne var ki tüme-varım, sınırlı
bir uzay ve zaman-dilimi içindeki olguların gözlenmesinde sınırsız kapsamda
sonuçlara ulaşma yönteminden başka bir şey değildir. Buna göre, tümel önermeler
aslâ tamâmen doğrulanamazlar; olsa-olsa büyük bir kabûl edilebilirlik oranı
içinde, daha sonraki gözlemlerle git-gide daha çok doğrulanabilirler. Öyle
görünüyor ki genel ifâdeler için ancak çeşitli “doğrulama dereceleri”nden söz
edilmektedir.
Kanaatimizce bilimsel bilgiye bu denli bir önem atfetmek,
onu taşıyamayacağı bir sorumluluk altında bırakmak demektir. Bilimin gözlemsel
olguları açıklamadaki başarısına karşın gerçeğe ulaşmada tek-başına yeterli
olamayacağını, zîrâ evrenin anlam ve düzeni, canlıların sergiledikleri ereksel
davranış biçimleri gibi konuların bir şekilde açıklama-dışı kalacağı açıktır.
Bu konularla uğraşmayı metafiziğe eğilimli olmakla suçlamak da probleme çözüm
getirmemektedir. Epistemolojisinde bilginin tek güvenilir yolunun bilimsel
yöntem olduğunu ifâde eden ve “bilimcilik” diye nitelendirilen bu
yaklaşım-tarzı, aslında Barbour’un da belirttiği gibi, bilime kendisinde
olmayan bâzı idelere ulaşma işlevi yüklemekten başka bir şey değildir. Bunun
anlamı ise sâdece belirli bir alanda geçerli olanı bütün beşerî bilgi alanlarına,
hiç-bir ayırım gözetmeksizin yaymaya çalışmak demektir.
E. Boutroux, kânunların zihnin özel bir hâlinden çıkmadığını
ve bunların matematik hakîkatlerin analitik bir devâmı olmadığını, aynı şekilde
a priori sentetik hükümlere de dayanmadığını belirttikten sonra pozitivistlerin
tüme-varımcı yaklaşımlarıyla ilgili şunu söyler: “Eskiler, tecrübeden evrensel
kânunları ve zorunluluğu değil, sâdece genel ve muhtemel olanı çıkarmaya
çalışıyorlardı. Hâlbuki yeniler için tüme-varım sihirli bir kelime olup, onunla
tikelden tümeli, zorunsuzdan zorunluyu çıkarıyorlar. Ne var ki modern
tüme-varımcılar, ne kadar metodik olursa-olsun, tecrübenin gösterdiği gözlemden
öte bir bilgiye ulaştıramaz”. Dolayısıyla üzerine bilimsel yasa ve teorilerin
inşâ edileceği tam anlamıyla güvenilir bir temel teşkil etmezler.
Wallace Russel’a göre, bilimsel kânunlar bize mutlak bir
güven garanti edemez. Bundan dolayı da her zaman değişimlere açık olmak
zorundadır.
Aslında bilimin yumuşak-karnı gibi görünen bu durum, aynı-zamanda onun en güçlü
yönüdür de. Zîrâ bilimin revize edilebilirliği, doğruluğu konusundaki
kanaatlerimizi sağlamlaştırır. Feyerabend ise gelinen noktadan bir adım daha
ileriye giderek “bilim için ne denli gerekli ya da temel olursa-olsun,
her-hangi bir kural verildiğinde öyle durumlar oluşabilir ki, orada kuralı göz
önüne almamak bir-yana, zıddını bile uygulamak mümkün olabilir” der. Ona göre,
bilimin değişmez, genel-geçer kurallarla işlemesi gerektiği düşüncesi, hem
gerçekçi değil hem de zararlıdır. Bu konuda Feyerabend’in önerdiği yöntem
şudur: “Biz bilimsel etkinliklerimiz sırasında önce bir tahminde bulunuruz.
Tahminlerimiz doğruysa ondan çıkarılacak sonuçların neler olabileceğini
hesaplarız. Daha sonraysa deney ve deneyimlerimiz yardımıyla, bu sonuçların
doğrulanıp doğrulanmadığını araştırırız. İşte bu yöntem bilimin anahtarıdır.”
Katı doğrulamacı bilim anlayışının temel kriter olarak öne
sürdüğü “anlamlı” olma ifâdesinin bizzat kendisinin bilimin kendine uygulanması
açısından bâzı problemlerin oluştuğunu belirtmemiz gerekir. Aslında “doğrulama”
ile “anlamlı olma” arasında bir özdeşlik kurulduğunda, özellikle bilimde genel
yasalar olarak kabûl edilen ifâdeler konusunda bir-takım güçlükler ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle bilimin kendi sahasındaki faaliyetleri yaparken dâhi
belli noktaları a-priori dayanak noktası olarak belirlediğini kabûl etmek
gerekir. Buna göre bilim ilk olarak, bizden bağımsız olarak var olan fiziksel
bir Dünyâ’nın bulunduğunu, bu maddî âlem hakkında bilgi elde etmenin mümkün
olduğunu ve son olarak da bu maddî âlemin anlaşılabilir olduğunu kabûl
etmektedir. Bu bağlamda bilimin işlevi, doğal süreçleri betimlemekle
sınırlanmalı ve bilim, her türlü açıklama girişiminden kaçınmalıdır. Nitekim Newton,
kurduğu bilimsel sistemin, tabiatın kendisini değil, sâdece fiziksel
hadiselerin bir tasvirini verdiğini, nesnelerin gerçek mâhiyetinin bizce
bilinmediğini söylemektedir.
Bu noktada modern bilimin önermelerini belirlerken dayandığı
“ölçüt” problemi ortaya çıkmaktadır. Max Planck’ın, “Ne ki reâldir, ölçülebilir.
Bu şu anlama gelir: Bilimde neyin têminat altına alınmış bilgi
sayılabileceği hakkındaki karar, doğanın
nesnelliğinde verilen ölçülebilirliğin eline bırakır ve bu ölçülebilirliğe
uygun olarak, ölçme usûlünde aslî olan imkânlara dayanır”. Bu inceleme
yöntemlerinin kabûlü ise, salt duyusal âlemle sınırlı kalmak ve maddî şeylerle
ilgili olmayan her bilimi inkâr etmek anlamına gelmektedir.
Bilimin tabiat hususunda genel-geçer bir hakîkat olarak
iddia ettiği şey, bu konudaki tek açıklama değil, mümkün açıklamalardan
birisidir.
Özetle burada bilimle ilgili olarak eleştiri konusu olan
şey, bilimin âlem hakkında kendi metodolojisi içerisinde bir yargıda bulunması
ve gelecekle ilgili ön-yargıda bulunması değildir. Tabii ki onun fiziksel
gerçeklikle olan epistemolojik ilişkisini, metodolojisine ilişkin kendi felsefî
öncüllerinin sınırları tarafından belirlenen çerçevede kaldığı sürece kurması
meşrûdur. Fakat bu çabanın bizzat kendisi, mevcut fikrî iklimde bilime yer
açmayı ve modern bilimin tüm bilgiyi tekelinde tutmak isteyen “bilimci” tavrını
tenkit etmeyi gerektirmektedir. Doğrusu Mantıkçı Pozitivizm’in en büyük
çıkmazı, dar bir anlamda kognitif bir tecrübe anlayışını kabûl etmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu durum aklı sâdece maddenin epifenomeni olarak gören fiziksel
indirgemecilik olarak ortaya çıkmıştır ki, Prigogine’nin de önemle belirttiği
gibi “bilimi sembolik aritmetik hesaplamalara indirgeyen pozitivist görüş kabûl
edilirse, bilim îtibârını önemli ölçüde yitirecektir”.
Kartezyen felsefesinin ve ondan türeyen dünyâ-görüşünün
temelinde yer alan bilimsel bilginin kesinliğine olan inanç, onlarca yıldır bir
devrim olarak sunulmaktaydı. Oysa 20. yüzyıl fiziği bize bilimde hiç-bir
mutlak doğrunun olmadığını, bütün kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve tahmini
olduğunu göstermektedir.
Touraine’nin de ifâde ettiği gibi, “modernist ideolojiden
arda kalan, bir eleştiri, bir yıkım ve bir büyü bozumudur. Bir de yeni bir
Dünyâ’nın oluşturulmasından çok, aklın yolunda birikmiş engelleri aşma istenci”.
Kanaatimizce modern bilimin sağladığı başarıların bir anlam ifâde etmesi
ise, “aşkın olan”ın yeniden kazanılması ve böylece beşerî bütünlüğün yeniden
oluşturulmasına bağlıdır.
Modern bilim-anlayışı, insanın bilgiye ulaşma çabasını
duyusal yetilerle sınırlandırarak, din başta olmak üzere onun mânevi yönüne
hitâp eden alanları tasfiye edebileceği iddiasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu iddia, din ile bilim arasında
bir-birini yok sayan bir gerilim oluşmasına neden olmuştur. Modern bilimin
en temel iddiası olan mutlak gerçekliğe tek-başına sâhip olma düşüncesi ve buna
ulaşmak için kullandığı “doğrulama” yöntemi oldukça eleştiriye açıktır. Aslında
bu-gün gelinen noktada doğrulama kavramının tam olarak tanımlanamadığını ve tam
bir doğrulamadan bahsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Şüphesiz bu durum
bilimin değerini ve güvenilirliğini ortadan kaldırmamakta, bilakis
artırmaktadır. Yeter ki bilim, kendi alanını teoloji ve felsefenin ilgi
sahasını kapsayacak bir şekilde genişletmesin ve âlemi anlamaya yönelik kendi
dışındaki görüşleri dışlayarak toptancı bir tavır ortaya koymasın.
Algının meydana gelebilmesi için, süjenin algılamış olduğu
objeye âit bir kavrayışa sâhip olması gerekmektedir. Yâni, algılamış olduğumuz
şeye dâir bir kavrama veya bir fikre sâhip olmaksızın o objeyi algılamış olmak
âdetâ imkânsızdır
Mackie’ye göre: “tabiat kânunları Dünyâ’yı, -tabii ki insanı
da içerecek şekilde- kendi hâline bırakıldığında ve dışarıdan müdâhale
edilmediğinde nasıl çalıştığını açıklar. Bir mûcize ise Dünyâ kendi hâline
bırakılmadığında ve tabii düzenden farklı olan bir şey ona dâhil olduğunda
meydana gelir”.
Ali Şeriati:
“İlmin sâdece dîne
muhâlif olmakla kalmayıp, aynı-zamanda felsefe ve ahlâka da aykırı olması ve
aykırı olmaya devâm etmesi tesâdüfi bir şey değildir. Aslında ilmin
yönü ve durumu da değişiyor. İlmin her zamanki endişe ve kaygısı
eşyânın özünü ve zâtını araştırmaktı, insanın gerçeğini, hayâtı ve hedefi
tanımaktı. Daha sonraki hedefi hakîkati araştırmaktı. İlim bu
hedefinden saptı. “Benim sâdece işâretler, eşyânın zâhiri özellikleri,
işâretler arasındaki ilişkiler ve maddî tabiat kânunlarını keşfetmekle işim var”
dedi. O da hakîkati bulmak için değil, bunları kudret ve menfaat kazanma
yolunda istihdam etmek için.
Bu sesin, ilmin
taklit ettiği burjuvazinin sesi olduğunu görüyoruz. Bu ilim, hiç-bir
sırrı ve gizliliği keşfetmeye, hiç-bir meçhule ve tabiat-ötesine muhtaç
değildir. Ölümden sonrayı düşünmüyor. Aslında ölümden sonra diye bir sınırlama
da yoktur. Her-şey budur, bundan başka bir şey yoktur. İçinde bulunduğumuz,
ömür adını taşıyandan başka bir şey yoktur. İnsan hayâtı, refaha ulaşmak ve
bunun yolu olan tüketimi têmin etmekten başka bir şey değildir. Bunun vâsıtası
ise ilimdir. Ama hep zengin ve burjuva sınıfının faydasına” der.
Bereşt
şöyle diyor:
“Bu-günkü insan ilimden
bıkmıştır. Zîrâ faşizmi meydana getiren ilim idi’’ ve bunu insanlığa
zoraki yükledi. Dünyâ’da ilk defâ insanlığın üçte ikisinin aç
olması düzeyinde açlığı ilim meydana getirdi.
Sınıfsal sömürü ve
artık değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve
açık şeklinden alıp bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan
ilimdir. Dünyâ-milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran
ilimdir. Üçüncü-dünyâ’yı çirkinleşmiş kurt-zede kuzular yapan ilimdir...
Bilimsel metodolojiyi kimse sorgulamıyor. Sınırlı yapısıyla
yanlış/eksik bir metodolojiye sâhiptir modern-bilim.
Alexis Carrel’in dediği gibi, “İnsan dış-dünyâ
içinde boğulup, bu alanda elde ettiği başarı ve ilerlemeleri ölçüsünde
kendinden uzaklaşmakta ve kendi gerçeğini unutmaktadır”.
Bu boşluk öyle bir felâkete varmaktadır
ki, insan bilim-dünyâ’sında elde ettiği şaşırtıcı başarılara rağmen, yine de
hayâtının anlamını ve varlığının önemini tam ve doğru bir şekilde kavrayabilmiş
değildir. Dewey’e göre, bu-günkü insan, kendini yönetme açısından dünkü
insandan daha zayıf ve bilgisizdir.
Ali
Şeriati:
“Bilim, dîne kölelikten kurtuluyor,
ama kuvvetlinin emrinde ve kuvvete köle oldu. Mesih’i öldürüp, Sezar’ın bir başka uşağı hâline gelen kıt görüşlü ve
katı bir bilime dönüştü. Tabiata egemen olmak ve işe kölelikten kurtulması için
insanlığın âleti olması gereken makine, kendisi insanı köleleştiren bir
mekanizma hâlini aldı” der.
Modern-bilim bilgi verir ama bilinç vermez. Bilinç olmayınca
insan yarârına dönük bir eylem gerçekleşmez ve insanın Dünyâ-zindanı karardıkça
kararır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder