Dünyâ’nın, Fransız Devrimi ile başlayan seküler
değişimi, 20. yy.’da ve özellikle de 2. dünyâ-savaşından sonra hızlandı ve “soğuk
savaş”ın bitimiyle birlikte Dünyâ’da tek-merkezli, tek-düşünceli bir
anlayış-ideoloji ortaya çıktı ve hâkim oldu. Bu ideoloji(ler) tüm Dünyâ’yı ağır
bir kuşatma altına aldı. Fakat insanlar, her yönden kuşatılmışlıklarına rağmen,
-bir kesim hâriç-, “nefse nişan almış” olan bu kuşatmaya ve değişime; “hazza alıştırıldığı
için” ses çıkar(a)mıyor, îtirâz düşüncesinde olmuyor ve hattâ eleştirmiyor bile
bu sistemi. Oysa târihin hiç-bir zamânında insanlar bu oranda bir kuşatılmışlık
içinde bulunmamışlardı. Şeytan-merkezli tâğutların kontrôl ettiği bu sistemde,
doğumumuzdan ölümümüze kadar “bizi bize bırakmayan bir dünyâ-anlayışı ve
düşüncesi” var. Öyle bir kuşatılmışlık ki bu, hangi birine îtirâz ve isyân edeceğini
şaşıran insanlar, boş-vermiş bir şekilde bir “yenilmişlik” duygusu içinde
yaşıyorlar. Maddeye aşırı kilitlenmiş ve odaklanmış olan insanlar, bu
kuşatılmaya ne şekilde îtirâz edilebileceğini bilemiyorlar. Aslında tüm
insanlık-târihi boyunca vâr olan eleştiri-îtirâz-isyân kaynağını (vahiy) ise,
güçlü vaz-geçiş bedellerini göze alamadıkları için gündeme getir(e)miyorlar. Âdetâ
ruhsuz-şuursuz robotlara dönüştürülmüş olan insanların yaşadığı modern-seküler
Dünyâ’da, aşağıda bahsettiğimiz alanlardaki kuşatılmışlıklar belirgin şekilde
öne çıkıyor..
Bebeklik
Dönemi: İnsanı kendine
bırakmayan bu kuşatma ideolojisi, çocuğun hasta-hâne dışında doğmasını
neredeyse yasaklamış durumda. İlle de bir hasta-hânede doğmasını şart koşan “baş-kuşatıcı
şeytan”ın taşeron kuşatıcıları, çocuğu hemen, belirlemiş oldukları kontrôl
sürecine sokarak; kan alma, aşılar, beslenme vs. ile kontrôl-kuşatma altına
alıyorlar. Çünkü tâğutlar, insanların, kendi belirledikleri bir yaşam-tarzı,
düşünce ve tüketim dışına çıkmasını istemediklerinden, bu kuşatmayı daha doğum
ânından îtibâren yapmak zorundalar. Aksi-takdirde ipin ucunu kaçırabilirler ve
“sistem” çökme tehlikesine girebilir. Sıkı bir kontrôle tâbi tutulan bir
çocuğun onların belirledikleri kontrôl sürecine tâbi tutulması kânunlaştırılmış
durumdadır. Kimse bu kânunların dışına çıkmaya kalkamaz. Meselâ çocuğun ana-babası,
çok şüpheli olan aşı uygulamasını yaptırmak istemediklerinde hem kânuni hem de
toplumsal baskılara mâruz kalabiliyorlar. Yine, çocuğun ne kadar süre annesinin
sütünü emeceğini belirliyorlar. Hâlbuki Yaratıcı bunu en iyi belirleyendir:
“Biz insana
anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk
üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl
içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).
“Emzirmeyi
tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…” (Bakara 233).
“Biz
insana, anne ve babasına iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu
güçlükle taşıdı ve güçlükle doğurdu. Onun (hâmilelikte) taşınması ve sütten
kesilmesi, otuz aydır..” (Ahkâf 15).
Bu âyetlere rağmen emzirme süresi belirleniyor ve
anne-sütü en iyi besin olmasına ve yetmesine rağmen yine de, kendi
hazırladıkları ve çocuğun kişiliğine de etki eden katkılı mamaları biraz da
zorlayarak “tavsiye”(!) ediyorlar. Bu mamalar çocuğun; tâğutların kendi
istedikleri bünyeye, düşünceye ve isteklere sâhip olmasını sağlayabiliyor.
Çünkü “insan, yediğidir”. Onun kişiliğini yedikleri de belirler. Anne-babalara
çocuğun giysilerini, giysilerin rengini, yatacağı yeri vs. ve ne tarzda
büyütüleceğini, kapitâlist-liberâl sistemlerin tam da istediği gibi yapmaları
çeşitli kanalla dikte ediliyor. Modernizme alıştırılmış ve alışmış olan
ana-babalar da yapılan bu şeyin “iyi” olduğu zannediyorlar ve belirlenmiş olan
bu düzene-sisteme tam bir bağlılıkla uyuyorlar. Zâten ana-babaların bu sisteme
uyması biraz da mecbûri bırakılıyor. Çünkü modern sistemde “görece” iyi yaşamak
için “kadın-erkek berâber çalışmaları gerekir” düşüncesi hâkim olduğundan, ana
işe, baba işe, çocuk da kreşe gidiyor ve çocuk karakterini sistem tarafından
belirlenmiş olan bu yerlerde kazanıyor. Bu karakter tabî ki de, şeytanın
uşakları olan tâğutların oluşturduğu sisteme tam uygun iken; İslâm’a-fıtrata zinhar
uygun olmayan karakterdir.
Okul
Çağı: Okula ne zaman
başlayacağını her çocuk için aynı yaş ile belirleyen sistem, çocukların “ana-okulu”
diye adlandırdıkları yerlere gönderilmelerini çeşitli psikolojik dayatmalarla zorluyorlar.
En iyi ana-okulu, çocuğun annesinin yanında olduğu evdir. Adı “ana-okulu” olan
ama annelerin olmadığı bu yerlerde çocuklar “modernizme göre insan yetiştirme”nin
ilk başladığı yerlerdir. Burada çocuklara öğretilen şey şudur: “Sıkıntısız bir
hayat hedefiniz olsun”. Bu söylem psikolojik olarak ve çeşitli bilinç-altına
yönelik söylemlerle işleniyor çocuğa. Artık bu telkinleri alan çocuk ilk-okula
başlamaya hazırdır.
7 yaşına kadar çocuğun gelişimi ve yetiştirilmesi çok
önemlidir. Çünkü çocuğun şahsiyeti 7 yaşına kadar belirlenir. Yahudiler, “çocukları
7 yaşına kadar bize verin, biz eğitelim, ondan sonra nereye isterseniz
gönderin” derler. Çünkü, araştırma verilerine göre çocuklar 6-7 yaşlarında
karakterini kazanır. Ondan sonra “kendi içinde büyük devrimler yapamazsa”
değişemez artık. Fakat daha bu yaşa bile gelmeden kreşlere gitmeye başlayan
çocuk, ilk-okulda da aynı sistem-içi kuşatmaya mâruz kalmaya devâm ediyor. Artık
çocuk ilk-okul dönemi olan yaklaşık 8-10 yıllık bu dönemi, sistemin
kuşatma-merkezli düşünce, tüketim, davranış biçimlerini özümsemiş olarak
gençliğe adım atıyor.
Gençlik
Dönemi: Gençlik dönemi bir insanın
artık kendi düşüncesine göre tüketim yapacağı bir yaş olduğu için, sistem bu
yaştaki gençlere özel programlar uyguluyor. Neredeyse her-şey onlar için
yapılıyor. Yeme-içme, giyim-kuşam, davranış, eğlence vs. her-şey, sistemin
belirledikleri formatta sunuluyor ve gençler de haz-merkezli ve nefse tam
uyumlu olan bu sunumların büyük bir keyifle çok sıkı müşterisi oluyorlar.
Ana-babalar “geçim derdi”ne sokulduğu için ilgilen(e)medikleri çocuklar; tüketim,
düşünce, ilişki biçimleri, alışkanlıklar, karakter ve ahlâk(sızlık)larını, zamanlarının
büyük kısmını geçirdikleri okullarda kazanıyor. Artık hayatlarını, burada
belirledikleri şekilde sürdürüyorlar. Zihinsel devrimler yapan çocuklar
farklılaşıyorsa da bunların sayısı çok az oluyor. Fakat sisteme-kuşatmaya göre
davranışa alışan çocukların-gençlerin düşünce şekilleri ve hayat-tarzları tabî
ki de tam da “sistem”in istediği şekilde oluyor ve İslâm’a-fıtrata neredeyse
taban-tabana zıt oluyor. Zâten sistem de İslâm’a-fıtrata aykırı bir program
geliştirmiştir. Aksi-hâlde düzenlerini tutturamazlar ve Dünyâ’ya hükmedecek hâle
gelemezlerdi.
Gençlik büyük bir kuşatılmışlık içinde yaşadığı hâlde
bunun farkında olamıyor çeşitli nedenlerle. Çünkü gençlerin bulundukları
yaşları; nefsin, arzuların, güçlerinin
vs. zirve yaptığı dönemlerdir ve yaptıkları şeyi iyi olduğunu zannederler
bu nedenle. Uyarılara da yine bu nedenle kulak asmıyorlar ve kendilerini uyaranlar,
kendilerinden yaşça büyük olan başta ana-babalar olmak üzere yaşlı kişiler
olduklarından ve gençlere uygulanan program, bu yaşlı kişilerin düşünce ve
sözlerine aykırı olduğundan, ayrıca gençler de kendilerine sistem tarafından
uygulanan programı yemiş-yutmuş ve hattâ sindirmiş bulunduklarından, onların bu
uyarılarını küçük görüp yobazca buluyorlar ve onları hor görüyorlar. Onların zaman-dışı
kalmış ve bu nedenle de geri-kafalı olduklarını düşünüyorlar. Çünkü her-şeyden
daha değerli olan “öğüt”, sistem dâhilinde hiç-bir işe yaramayan boş bir şey
olarak düşünülüyor ve “şerefsiz ama zengin” yada “ünlü” birinin beş-para etmez
bir sözü onlara daha câzip geliyor. Yine; elektronik ve sosyâl-medya tarafından
kuşatılmışlık ve hattâ köleliğe düşürülmüş olan gençler, bir boşluğun içinde,
tam da küresel tâğutların istediği gibi “profesyonel tüketiciler” olarak çıkıyorlar
piyasaya.
Askerlik: Tam okul bitmişken, meslek öğrenilmişken,
evlenilecekken, araya bir “askerlik” sokuluyor ve kişinin fikri alınmadan ve
durumunun uygun olup-olmadığına bakılmadan askere çağırılıyor ve toplumsal
olarak kuşatılmış olan halkın da baskısıyla askere gitmeye mecbûr kalıyor ve
icâbında hedef gösterdikleri kişileri öldürmeye zorlanıyorlar ve belki de “kâtillik”
olan bu eylemi, “kahramanlık” olarak îlan ediyorlar. Üstelik bunu yapmak
zorunda olanlar, toplumun alt seviyesinde olan ve bu nedenle askerlikten “para
vererek yırtamayanlar”dır. Mecbûren askerliğini yapacaktır, tabi biraz da
“vatan-millet Sakarya” gazıyla. Zîrâ ırkçı-milliyetçi ideoloji olan ulus-devlet
anlayışı insanları kuşatmıştır ve bunu dayatmaktadır. Aynı vatan içinde yaşadıkları
insanlarla mücâdele etmelerini ve birbirlerini öldürmelerini salık veriyorlar
ve bu-arada çeşitli kayıpların yaşanmasından doğacak isyanları da “şehitlik”
kurgusuyla yumuşatıyorlar. (Vatana yapılan bir saldırıya karşı mücâdele vermek
bir görev ve kahramanlıktır. Fakat şehâdet İslâm ile alâkalıdır ki, ancak
“Allah yolunda” olduğunda geçerlidir). Böylelikle düşmanlıklar körüklenerek tam
da küresel tâğutların istediği doğrultuda bir askerî siyâset ile kuşatılıyor
ülke ve insanlar. Askerlik yapmaya zorlanan bu kişilere askerlik yapıp-yapmak
istedikleri sorulmuyor ve insanlar hem kânunen hem de kamusal baskı ile bu yola
sokuluyor ve “askerî kuşatılmışlık” sürdürülüyor. Hâlbuki zorunlu askerlik
Dünyâ’da çok yakın zamâna kadar yoktu. Çok a-normâl olmayan durumlar hâriç profesyonel
bir askerlik sistemi vardı.
Evlilik-Eş
Seçimi: Evliliğin nasıl olması
gerektiğini de şeytanın emrindeki küresel tâğutlar belirliyor. “Çıkma” denilen
3-5 yıllık bir zamandan sonra kişilerin kendi aralarında yaptıkları nişanı,
büyük masraflarla yapılan evlilikler tâkip ediyor. İnsanların bu masrafları
yapıp-yapamayacağına bakılmıyor ve bu konuda da toplumsal bir baskı kurulmuş
durumdadır. İslâm ve fıtrata göre evlilik şu şekilde olur: “3-5 ay süren kısa
bir nişanlılık dönemi ve normâl bir mehirle, çok da kalabalık olmayan bir
topluluğun katılımıyla yapılan merâsimle olan evlilik”. Oysa modern zamanlarda
evlenmenin bedeli en aşağı 20-30.000 lira. Asgarî ücretlinin 1,5-2 yılda
kazandığı parayı harca(ya)mayanlar evlenemiyorlar. Bu nedenle de toplumda
evlilik-yaşı uzadıkça uzuyor. “Allah’ın emri ve peygamberin kavli (sözü)” ile
başlayan süreç, dansözlerin oynatıldığı, içkilerin içildiği ve gösterişin
ayyuka çıktığı düğün salonlarında isrâf ile birlikte devâm ediyor. İnsanlar
doğum, evlilik ve ölümü çok büyütüyorlar. Çok normâl ve doğal olan bu olaylar
modernizmin ve küresel etkilerin dayatmasıyla zorlaştıkça zorlaşıyor ve bu
sebeple de toplumun yapısı bozuluyor.
Nasıl bir tipte ve davranışta bir kız yada erkek
seçileceğine medya ve modern tarzlar karar veriyor ve aslında hiç de uygun olmayan
seçimler yapılıyor, yada uygun olmayan özentiler yayılıyor. Meselâ bir kadın
profili çiziliyor. Bu profil yıldan-yıla değişebiliyor. Bu kadın aslında “kadın
fıtratına” çok da uygun olmamasına rağmen, “sistemin kararlaştırıldığı iyidir”
düşüncesiyle kuşatılmış insanlar, sistemin kendilerine “iyi” olarak gösterdiği
tiplere yöneliyorlar. Hoşlanmasalar bile yöneliyorlar. Çünkü “iyi” olarak
belirlenen şu-anda odur. Bu tiplere herkes ulaşamadığı için evlilikler erteleniyor
yada evlenme düşüncesi yok ediliyor. Tabi bu-arada gayr-i meşrû cinsel
ilişkiler yaygınlık kazanıyor. Hattâ yeni “cinsel tercih”ler çıkıyor ortaya.
Bir arkadaşımın anlattığına göre, Afrika’nın bir ülkesinden
okumaya gelen bir gençle şöyle bir konuşma yapmışlar: “Senin ülkende evlilik
nasıl oluyor?” diye soran arkadaşıma Afrika’lı genç şöyle cevap vermiş: “Meselâ
sabah saat 8’de âilenin büyüğüne evlenmek istediğini söylersin. O da bir-kaç
kişi ile görüştükten sonra öğleye doğru kız istemeye gidilir, mehir biçilir,
öğleden sonra çadır kurulur yada ev düzenlenir, yemekler yenir ve akşama da nikâh
kıyılıp gerdeğe girersin” diye cevap vermiş. Bir-kaç dakîkada ayrılmanın
kolaylaştırıldığı modern-dünyâda, evlenmeler çok zorlaştırılıyor ve tam tersine;
evlenmelerin kolaylaşıp boşanmaların zorlaştırılması gerekirken, tersi
yapılarak fıtrata aykırı davranılıyor ve insanlar modern-kapitâlist evlilik
süreçleri ile kuşatılıyorlar ve mahrûm bırakılıyorlar.
İş-Ev-Eşyâ-Araba: İş, modern dönemde tabulaştırılmış bir konudur. Yeryüzünde
geçinmek için bir-çok yol olmasına rağmen, sistemin belirlemiş olduğu tarzda
yaşamak için yine onların öne çıkardığı işlere kilitleniyor insanlar, fakat
çoğu bu işlere ulaşamıyorlar doğal olarak. Çok doğal olan ve insanlar tarafından
binlerce yıl yapılan, ana-babalarının yaptıkları işlere burun kıvıran insanlar,
sistemin kölesi olmak pahasına küresel tâğutların kölesi olacak işlere
yönelebiliyorlar. Başlarını sokacak küçük bir evden bile yoksun oldukları hâlde,
saray gibi evler hayâl edebiliyorlar ve câhillikle bir-çokları, hayatlarının
ilerideki 15-20 yılını küresel tâğutlara-sermâyedarlara ipotek ederek (yâni
kredi alarak) hayâlini kurdukları evlerin benzerlerine güyâ ulaşabiliyorlar.
İşlerini görebilen ve onları yolda bırakmayan arabalara da burun kıvırıyor ve
yine hayatlarını ipotek ederek “toplumdan farklılaşma adına” gelirleriyle hiç
de uyumlu olmayan arabalar alıyorlar yada en azında almayı hayâl ediyorlar.
Çünkü bir kuşatılmışlık içindeler ve bu kuşatılmışlık “aşağılık komleksi” yada “üstünlük
kompleksi” çerçevesinde sürdürülüyor. Çünkü kendi kararları yok. Onlara ne
alacaklarını, nasıl yaşayacaklarını “sistem” öğretiyor. Bu nedenle de sistemin
kuşatılmışlığı içinde sisteme tam bir kölelik yapılıyor ve “tam itaat” ediliyor.
Çünkü aksi-hâlde istedikleri şeylere ulaşamıyorlar. Her-türlü eşyâ için de aynı
şey geçerli. Hiç de gerekli olmayan her şeyi almak istiyorlar. Almayı, “iyi
yaşamak” zannediyorlar. Oysa aldıkları şeylerin kölesi oluyorlar. Ev eşyâdan
geçilmiyor ve kendileri ayakta duruyorken eşyâlar köşe-başlarını tutmuş,
oturuyor.
Elektronik: Elektronik cihazlar “modern insanın kelepçesi” olmuş
durumda. “Elektronik kelepçe”. Elektronik cihazların çekip sürüklediği yere
gitmek zorundalar. Bu cihazlar insanları âdetâ … gibi peşlerinden sürüklüyor.
Öyle bir kuşatma ki, içki-kumar-uyuşturucu-sigara bağımlılıkları bu bağımlıklıların
yanında artık “ikinci mesele” olarak kalmaya başladı. Hiç-bir şey olmasa,
sâdece bu elektronik cihazlar bile insanları istedikleri gibi kuşatmaya ve yönetmeye
yetiyor küresel tâğutlara. Kuşatılmışlığın zirvesi belki de bu konuda
yaşanıyor.
Elektronik cihazlar olan televizyon ve bilgisayar,
gazetelerden sonra medyanın gücünü çok-çok arttırmıştır. Artık insanları medya
aracılığı ile istedikleri gibi denetleyebilmekte ve kuşatabilmektedirler. İnsanları
istedikleri doğrultuda yönlendirebildiklerinden, onların her konuda en ince
ayrıntısına kadar nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğinin belirlemesini
yapabiliyorlar. Böylece ortaya sorumsuz, tembel, pısırık, uyuşuk, ahlâksız,
nefsinin kölesi olmuş ve sâdece çeşitli tüketimler yapmak isteyen ve kölelik-sistemini
ayakta tutarak kuşatılmışlığı büyüten toplumlar oluşturuluyor.
Yeme-içme: İnsanlar aslında ekmek-soğanla bile doyabilirler.
Tabî ki insanın farklı besinlere ihtiyâcı vardır. Fakat modern insanın yemek
konusundaki istekleri ve israfları o
kadar çoktur ki, bu yüzden dünyâ-insanlarının bir-kesimi aç kalıyor ve açlıktan
dolayı ölümler yaşanıyor. Peygamberimiz:
“Biriniz yemek yerken “Bismillah”
desin; başta söylemeyi unutursa sonunda “Bismillahi fi evvelini ve âhirihi “Başında
da sonunda da Bismillah” desin” (Ebu Davud, Tirmizi); “İki kişinin yemeği üç
kişiye, üç kişinin yemeği de dört kişiye yeterlidir” (İbn Mâce) ve “Bir kişilik
yemek iki kişiye yeter. İki kişilik yemek dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek
ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Tirmizi) der.
Gerçekten de öyledir. İnsanların en
çok paylaşmadıkları şey yemekleridir. Öyle ki; çöpe giden yemekler, açlıktan
ölümleri yok edebilecek orandadır. Yeme-içme ile kuşatılmış olan insanlar,
şeytanın taşeronluğunu yapan küresel tâğut ve sermâyedarların tam istediği gibi
tüketmeye devâm ediyorlar.
Sosyâl
İlişkiler: Sosyâl ilişkiler rûhunu
kaybetmiş durumdadır. Kimse kimseye güvenmiyor. Hattâ en yakın akrabâlar bile
birbirlerine güvenmez hâle geldi. İlişkiler “çıkar ilişkisi”ne dönmüş durumda.
Bir dost diğerinden bir şey isteyemiyor (yada aldığında istismâr ediyor). Meselâ
sıkışık bir durumdayken bir miktar borç para isteyemiyor da bankadan kredi alıyor.
Zâten bu, “sistem”i kuran şerefsizlerin bir plânıdır. İnsanlar arasındaki
güveni bozacaklardı ki zor durumda kalan insanlar onlara yalvarsınlar ve
böylelikle onların dediklerini kabûl etsinler. Samîmiyet kelimesi âdetâ
korkulacak bir kelime olmuş durumda. Samîmiyet denildiğinde korkanları
biliyorum. Dost olmaktan korkuyorlar. “Acaba benden ne çıkarı olacak?”
düşüncesi tüm benliklerini sarmış. Kendilerine yapılan bir iyiliğe anlam
veremiyorlar. İnsanlar artık bir-birleriyle konuşamayacak duruma gelmiş. Her
sohbetten sonra sohbet ettiği kişiyle ilişkisini koparmayı düşünmek normâlleşti.
“Sözde arkadaşlıklar-dostluklar-akrabâlıklar” var artık. Çünkü insanlar büyük
bir kuşatılmışlık içinde ve bu kuşatılmışlığın yazdığı senaryoyu oynadıkları
için, o senaryo gereği her çeşit güvensizlik, korku, îtimatsızlık, sevgisizlik,
merhâmetsizlik, yakınlık kurma korkusu ayyuka çıkmış durumda. Çok kalabalık
metropôllerde büyük yalnızlıklar yaşanıyor bu nedenle.
Âile
Yapısı: Âile neredeyse çökmüş
durumda. İslâm ve fıtrat-merkezli âileler dağılmış ve yerlerine yenileri kurul(a)mamış
olduğundan, âileler çökmeye yüz tutmuş. Batı’da zâten çökmüş durumda. “İslâm
çimentosu” hâlen tutuculuğunu devâm ettirdiğinden, bu durum müslüman ülkelerde
yıkılmamış durumda fakat çatırdamalar başlamış. Adam karısından bir bardak su
isteyemiyor rahatlıkla. “Kadın-erkek eşitliği zırvalığı” söylemi özellikle
kadının nefsine mıhlandığı için, kadın erkeğe-kocasına hizmet etmeyi zûl
görüyor. Hâlbuki iş-yerlerindeki “erkek patronlar”ına hizmet etmekten bir
sıkıntı duymuyor ve emrini ânında yerine getiriyor. Çocuklar ana-babalarını ve
büyüklerini sevmiyor. Onların sözlerini yerine getirmiyor ve onlarla yan-yana
gelmekten bile sakınıyor, utanıyor. Üzerine titreyen ana-babalar çocuklarına
olan sevgi ve merhâmetleri nedeniyle bu duruma bir şey demiyorlar fakat “küresel
şerefsiz bir kuşatma”nın altında olan modern çocuk ve gençler, sırtlarında
taşıması gereken, “öf” bile dememesi gereken ana-babalarından nefret eder hâle
gelmişler. Allah bu konuda çok hassas olduğu için şöyle emrediyor:
“Rabbin, O’ndan
başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet
onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve
onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük
kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen
de onları esirge” (İsrâ 23-24).
“Biz insana
anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk
üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl
içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).
Bir-gün bir kişi Peygamberimize gelerek; “anne-babanın
evlatları boynundaki hakkı nedir?. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlar senin
cennet ve cehennemindir”.
Emeklilik: Ne zaman emekli olacağına da kendi karar vermeyen
insanlar, emekli olduklarında, “bir kenara atılan faydasız insanlar” gibi algılanıyorlar
modern zamanlarda. Sistemin kuşatması altında olan gençler ana-babalarına yada
yaşlılara acımıyorlar ve onlara sevgi-merhâmet göstermiyorlar. Hem de bir zaman
sonra kendisinin de onlar gibi olacağını bildiği hâlde. Bunun nedeni,
küresel kuşatmanın kendilerine sunduğu hazları rahatça yaşama sevgisi ve azmidir.
Artık huzur-evlerinin sayıları artıyor, yaşlılar evlerinde değil de,
hasta-hânelerde yada huzur-evlerinde yalnız ölüyor. Zâten modern zamanlardan en
olumsuz yönde etkilenenler yaşlılardır. Bu nedenle de emekliliklerinde
memleketlerine-köylerine gitmek onlar için en iyisi oluyor. Çünkü ancak o
yerlerde kendileriyle aynı düşüncede-anlayışta kişiler bulduklarından mutlu-huzurlu
olabiliyorlar. Modern kentler yaşlılara-emeklilere zulmediyor.
Ölüm ve
Mezar: Artık insanların ne kadar
yaşaması gerektiği bile hesaplanmak isteniyor. “Ne kadar yaşarsa ne kadar
tüketir”, ona bakılıyor. Zâten artık hem üretim yapamayan hem de tâğutların
istediği tüketimi yapamayan yaşlılar değersizleştiriliyor ve onlar için en
iyisi “ölmek” oluyor. Öldüklerinde de nereye gömüleceğini kendisi vasiyet
edemiyor. Meselâ bahçesine gömülmek isteği yerine getirilemiyor. Kentlerden
olabildiğince uzak olan ve ölümü hatırlatması mümkün olmayan bir dağ-başına
götürülüp gömülüyor. Hâlbuki eskiden şehirlerin tam orta yerine yapılırdı
kabirler. Mezarların baş-uçlarında eski doğal ama buram-buram rûh tüten, canlı
ve sıcak, o bölgeden alınan taşlarla değil; buz gibi soğuk ve ruhsuz mermerlerle,
estetikten uzak bir şekilde, bâzen de maddî imkânı iyi olanlar tarafından çok
abartılı olarak ve yoksul kimseyi bir-kaç yıllık geçindirecek bir meblağ harcanarak
çok gösterişli olan yapılarlarla çevreleniyor. Çünkü mezarlıklar, tâğutların
belirlediği sistemin kuşatıcılığında ve kapitâlizmin doğrultusunda bir “mermer
yatakları” hâline getirilerek tüketim çılgınlığının yaşan(ma)dığı merkezlere
çevriliyor. Hiç-bir şeyden haberi olmayan mezar-sâkininin mezarı bile, kendi
istediği şekilde olmayabiliyor ve “küresel kuşatmanın altında yatıyor” ölen kişiler.
Sistem tarafından kurgulanan ve doğumla başlayan bir
kuşatılmışlık içindeyiz. Çocukluk-gençlik tarafından; okul-eğitim tarafından;
yeme-içme-giyme tarafından; âile ve sosyâl ilişkiler tarafından; güvenlik
tarafından; iş-eş-aş tarafından; hasta-hâne tarafından; elektronik tarafından;
medya tarafından; ideolojiler tarafından; hocaefendiler-lîderler tarafından;
kadınlar-erkekler tarafından; gayr-ı meşrû cinsellik tarafından; para-bankalar
tarafından; faturalar-vergiler tarafından; teknoloji tarafından;
sermâyedarlar-tâğutlar tarafından ve şeytan tarafından ağır bir kuşatılmışlık
içerisindeyiz. Bu kuşatılmışlıktan ancak; Allah’a sığınarak,
Kur’ân’a-sünnete(peygamber) sarılarak ve “vazgeçerek” kurtulabiliriz.
Evet; insanlık-târihinde hiç olmadığı oranda, şeytanın
emrindeki tâğutların ve küresel sermâyedarların istediği ve hazırladığı sistem
doğrultusunda büyük bir kuşatılmışlık var ve bu kuşatılmışlık insanlığı boğuyor.
İnsanlar bu kuşatılmışlığa kolayca müşteri olabiliyor. Üzücü taraf ise,
müslümanların da bu kuşatılmışlığa seve-isteye müşteri olması. Bu durum bir
zulümdür, utanç verici bir durumdur, haysiyetsizliktir. Bu durumdan bir-an önce
kurtulmak elzemdir ve bunun için “hemen şimdi” harekete geçmek gerekir. Bunun
için ilk yapılması gereken şey ise, vazgeçiştir.
Güçlü bir “Lâ”; öfkeli bir “Kellâ” ve “kerîm
vazgeçiş”ler en büyük yardımcımızdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder