1 Şubat 2016 Pazartesi

Kuşatılmışlık


Dünyâ’nın, Fransız Devrimi ile başlayan seküler değişimi, 20. yy.’da ve özellikle de 2. dünyâ-savaşından sonra hızlandı ve “soğuk savaş”ın bitimiyle birlikte Dünyâ’da tek-merkezli, tek-düşünceli bir anlayış-ideoloji ortaya çıktı ve hâkim oldu. Bu ideoloji(ler) tüm Dünyâ’yı ağır bir kuşatma altına aldı. Fakat insanlar, her yönden kuşatılmışlıklarına rağmen, -bir kesim hâriç-, “nefse nişan almış” olan bu kuşatmaya ve değişime; “hazza alıştırıldığı için” ses çıkar(a)mıyor, îtirâz düşüncesinde olmuyor ve hattâ eleştirmiyor bile bu sistemi. Oysa târihin hiç-bir zamânında insanlar bu oranda bir kuşatılmışlık içinde bulunmamışlardı. Şeytan-merkezli tâğutların kontrôl ettiği bu sistemde, doğumumuzdan ölümümüze kadar “bizi bize bırakmayan bir dünyâ-anlayışı ve düşüncesi” var. Öyle bir kuşatılmışlık ki bu, hangi birine îtirâz ve isyân edeceğini şaşıran insanlar, boş-vermiş bir şekilde bir “yenilmişlik” duygusu içinde yaşıyorlar. Maddeye aşırı kilitlenmiş ve odaklanmış olan insanlar, bu kuşatılmaya ne şekilde îtirâz edilebileceğini bilemiyorlar. Aslında tüm insanlık-târihi boyunca vâr olan eleştiri-îtirâz-isyân kaynağını (vahiy) ise, güçlü vaz-geçiş bedellerini göze alamadıkları için gündeme getir(e)miyorlar. Âdetâ ruhsuz-şuursuz robotlara dönüştürülmüş olan insanların yaşadığı modern-seküler Dünyâ’da, aşağıda bahsettiğimiz alanlardaki kuşatılmışlıklar belirgin şekilde öne çıkıyor..  

Bebeklik Dönemi: İnsanı kendine bırakmayan bu kuşatma ideolojisi, çocuğun hasta-hâne dışında doğmasını neredeyse yasaklamış durumda. İlle de bir hasta-hânede doğmasını şart koşan “baş-kuşatıcı şeytan”ın taşeron kuşatıcıları, çocuğu hemen, belirlemiş oldukları kontrôl sürecine sokarak; kan alma, aşılar, beslenme vs. ile kontrôl-kuşatma altına alıyorlar. Çünkü tâğutlar, insanların, kendi belirledikleri bir yaşam-tarzı, düşünce ve tüketim dışına çıkmasını istemediklerinden, bu kuşatmayı daha doğum ânından îtibâren yapmak zorundalar. Aksi-takdirde ipin ucunu kaçırabilirler ve “sistem” çökme tehlikesine girebilir. Sıkı bir kontrôle tâbi tutulan bir çocuğun onların belirledikleri kontrôl sürecine tâbi tutulması kânunlaştırılmış durumdadır. Kimse bu kânunların dışına çıkmaya kalkamaz. Meselâ çocuğun ana-babası, çok şüpheli olan aşı uygulamasını yaptırmak istemediklerinde hem kânuni hem de toplumsal baskılara mâruz kalabiliyorlar. Yine, çocuğun ne kadar süre annesinin sütünü emeceğini belirliyorlar. Hâlbuki Yaratıcı bunu en iyi belirleyendir:

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).

“Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…” (Bakara 233).

“Biz insana, anne ve babasına iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve güçlükle doğurdu. Onun (hâmilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır..” (Ahkâf 15).

Bu âyetlere rağmen emzirme süresi belirleniyor ve anne-sütü en iyi besin olmasına ve yetmesine rağmen yine de, kendi hazırladıkları ve çocuğun kişiliğine de etki eden katkılı mamaları biraz da zorlayarak “tavsiye”(!) ediyorlar. Bu mamalar çocuğun; tâğutların kendi istedikleri bünyeye, düşünceye ve isteklere sâhip olmasını sağlayabiliyor. Çünkü “insan, yediğidir”. Onun kişiliğini yedikleri de belirler. Anne-babalara çocuğun giysilerini, giysilerin rengini, yatacağı yeri vs. ve ne tarzda büyütüleceğini, kapitâlist-liberâl sistemlerin tam da istediği gibi yapmaları çeşitli kanalla dikte ediliyor. Modernizme alıştırılmış ve alışmış olan ana-babalar da yapılan bu şeyin “iyi” olduğu zannediyorlar ve belirlenmiş olan bu düzene-sisteme tam bir bağlılıkla uyuyorlar. Zâten ana-babaların bu sisteme uyması biraz da mecbûri bırakılıyor. Çünkü modern sistemde “görece” iyi yaşamak için “kadın-erkek berâber çalışmaları gerekir” düşüncesi hâkim olduğundan, ana işe, baba işe, çocuk da kreşe gidiyor ve çocuk karakterini sistem tarafından belirlenmiş olan bu yerlerde kazanıyor. Bu karakter tabî ki de, şeytanın uşakları olan tâğutların oluşturduğu sisteme tam uygun iken; İslâm’a-fıtrata zinhar uygun olmayan karakterdir.

Okul Çağı: Okula ne zaman başlayacağını her çocuk için aynı yaş ile belirleyen sistem, çocukların “ana-okulu” diye adlandırdıkları yerlere gönderilmelerini çeşitli psikolojik dayatmalarla zorluyorlar. En iyi ana-okulu, çocuğun annesinin yanında olduğu evdir. Adı “ana-okulu” olan ama annelerin olmadığı bu yerlerde çocuklar “modernizme göre insan yetiştirme”nin ilk başladığı yerlerdir. Burada çocuklara öğretilen şey şudur: “Sıkıntısız bir hayat hedefiniz olsun”. Bu söylem psikolojik olarak ve çeşitli bilinç-altına yönelik söylemlerle işleniyor çocuğa. Artık bu telkinleri alan çocuk ilk-okula başlamaya hazırdır.  

7 yaşına kadar çocuğun gelişimi ve yetiştirilmesi çok önemlidir. Çünkü çocuğun şahsiyeti 7 yaşına kadar belirlenir. Yahudiler, “çocukları 7 yaşına kadar bize verin, biz eğitelim, ondan sonra nereye isterseniz gönderin” derler. Çünkü, araştırma verilerine göre çocuklar 6-7 yaşlarında karakterini kazanır. Ondan sonra “kendi içinde büyük devrimler yapamazsa” değişemez artık. Fakat daha bu yaşa bile gelmeden kreşlere gitmeye başlayan çocuk, ilk-okulda da aynı sistem-içi kuşatmaya mâruz kalmaya devâm ediyor. Artık çocuk ilk-okul dönemi olan yaklaşık 8-10 yıllık bu dönemi, sistemin kuşatma-merkezli düşünce, tüketim, davranış biçimlerini özümsemiş olarak gençliğe adım atıyor.

Gençlik Dönemi: Gençlik dönemi bir insanın artık kendi düşüncesine göre tüketim yapacağı bir yaş olduğu için, sistem bu yaştaki gençlere özel programlar uyguluyor. Neredeyse her-şey onlar için yapılıyor. Yeme-içme, giyim-kuşam, davranış, eğlence vs. her-şey, sistemin belirledikleri formatta sunuluyor ve gençler de haz-merkezli ve nefse tam uyumlu olan bu sunumların büyük bir keyifle çok sıkı müşterisi oluyorlar. Ana-babalar “geçim derdi”ne sokulduğu için ilgilen(e)medikleri çocuklar; tüketim, düşünce, ilişki biçimleri, alışkanlıklar, karakter ve ahlâk(sızlık)larını, zamanlarının büyük kısmını geçirdikleri okullarda kazanıyor. Artık hayatlarını, burada belirledikleri şekilde sürdürüyorlar. Zihinsel devrimler yapan çocuklar farklılaşıyorsa da bunların sayısı çok az oluyor. Fakat sisteme-kuşatmaya göre davranışa alışan çocukların-gençlerin düşünce şekilleri ve hayat-tarzları tabî ki de tam da “sistem”in istediği şekilde oluyor ve İslâm’a-fıtrata neredeyse taban-tabana zıt oluyor. Zâten sistem de İslâm’a-fıtrata aykırı bir program geliştirmiştir. Aksi-hâlde düzenlerini tutturamazlar ve Dünyâ’ya hükmedecek hâle gelemezlerdi.

Gençlik büyük bir kuşatılmışlık içinde yaşadığı hâlde bunun farkında olamıyor çeşitli nedenlerle. Çünkü gençlerin bulundukları yaşları; nefsin, arzuların, güçlerinin  vs. zirve yaptığı dönemlerdir ve yaptıkları şeyi iyi olduğunu zannederler bu nedenle. Uyarılara da yine bu nedenle kulak asmıyorlar ve kendilerini uyaranlar, kendilerinden yaşça büyük olan başta ana-babalar olmak üzere yaşlı kişiler olduklarından ve gençlere uygulanan program, bu yaşlı kişilerin düşünce ve sözlerine aykırı olduğundan, ayrıca gençler de kendilerine sistem tarafından uygulanan programı yemiş-yutmuş ve hattâ sindirmiş bulunduklarından, onların bu uyarılarını küçük görüp yobazca buluyorlar ve onları hor görüyorlar. Onların zaman-dışı kalmış ve bu nedenle de geri-kafalı olduklarını düşünüyorlar. Çünkü her-şeyden daha değerli olan “öğüt”, sistem dâhilinde hiç-bir işe yaramayan boş bir şey olarak düşünülüyor ve “şerefsiz ama zengin” yada “ünlü” birinin beş-para etmez bir sözü onlara daha câzip geliyor. Yine; elektronik ve sosyâl-medya tarafından kuşatılmışlık ve hattâ köleliğe düşürülmüş olan gençler, bir boşluğun içinde, tam da küresel tâğutların istediği gibi “profesyonel tüketiciler” olarak çıkıyorlar piyasaya.

Askerlik: Tam okul bitmişken, meslek öğrenilmişken, evlenilecekken, araya bir “askerlik” sokuluyor ve kişinin fikri alınmadan ve durumunun uygun olup-olmadığına bakılmadan askere çağırılıyor ve toplumsal olarak kuşatılmış olan halkın da baskısıyla askere gitmeye mecbûr kalıyor ve icâbında hedef gösterdikleri kişileri öldürmeye zorlanıyorlar ve belki de “kâtillik” olan bu eylemi, “kahramanlık” olarak îlan ediyorlar. Üstelik bunu yapmak zorunda olanlar, toplumun alt seviyesinde olan ve bu nedenle askerlikten “para vererek yırtamayanlar”dır. Mecbûren askerliğini yapacaktır, tabi biraz da “vatan-millet Sakarya” gazıyla. Zîrâ ırkçı-milliyetçi ideoloji olan ulus-devlet anlayışı insanları kuşatmıştır ve bunu dayatmaktadır. Aynı vatan içinde yaşadıkları insanlarla mücâdele etmelerini ve birbirlerini öldürmelerini salık veriyorlar ve bu-arada çeşitli kayıpların yaşanmasından doğacak isyanları da “şehitlik” kurgusuyla yumuşatıyorlar. (Vatana yapılan bir saldırıya karşı mücâdele vermek bir görev ve kahramanlıktır. Fakat şehâdet İslâm ile alâkalıdır ki, ancak “Allah yolunda” olduğunda geçerlidir). Böylelikle düşmanlıklar körüklenerek tam da küresel tâğutların istediği doğrultuda bir askerî siyâset ile kuşatılıyor ülke ve insanlar. Askerlik yapmaya zorlanan bu kişilere askerlik yapıp-yapmak istedikleri sorulmuyor ve insanlar hem kânunen hem de kamusal baskı ile bu yola sokuluyor ve “askerî kuşatılmışlık” sürdürülüyor. Hâlbuki zorunlu askerlik Dünyâ’da çok yakın zamâna kadar yoktu. Çok a-normâl olmayan durumlar hâriç profesyonel bir askerlik sistemi vardı.

Evlilik-Eş Seçimi: Evliliğin nasıl olması gerektiğini de şeytanın emrindeki küresel tâğutlar belirliyor. “Çıkma” denilen 3-5 yıllık bir zamandan sonra kişilerin kendi aralarında yaptıkları nişanı, büyük masraflarla yapılan evlilikler tâkip ediyor. İnsanların bu masrafları yapıp-yapamayacağına bakılmıyor ve bu konuda da toplumsal bir baskı kurulmuş durumdadır. İslâm ve fıtrata göre evlilik şu şekilde olur: “3-5 ay süren kısa bir nişanlılık dönemi ve normâl bir mehirle, çok da kalabalık olmayan bir topluluğun katılımıyla yapılan merâsimle olan evlilik”. Oysa modern zamanlarda evlenmenin bedeli en aşağı 20-30.000 lira. Asgarî ücretlinin 1,5-2 yılda kazandığı parayı harca(ya)mayanlar evlenemiyorlar. Bu nedenle de toplumda evlilik-yaşı uzadıkça uzuyor. “Allah’ın emri ve peygamberin kavli (sözü)” ile başlayan süreç, dansözlerin oynatıldığı, içkilerin içildiği ve gösterişin ayyuka çıktığı düğün salonlarında isrâf ile birlikte devâm ediyor. İnsanlar doğum, evlilik ve ölümü çok büyütüyorlar. Çok normâl ve doğal olan bu olaylar modernizmin ve küresel etkilerin dayatmasıyla zorlaştıkça zorlaşıyor ve bu sebeple de toplumun yapısı bozuluyor.

Nasıl bir tipte ve davranışta bir kız yada erkek seçileceğine medya ve modern tarzlar karar veriyor ve aslında hiç de uygun olmayan seçimler yapılıyor, yada uygun olmayan özentiler yayılıyor. Meselâ bir kadın profili çiziliyor. Bu profil yıldan-yıla değişebiliyor. Bu kadın aslında “kadın fıtratına” çok da uygun olmamasına rağmen, “sistemin kararlaştırıldığı iyidir” düşüncesiyle kuşatılmış insanlar, sistemin kendilerine “iyi” olarak gösterdiği tiplere yöneliyorlar. Hoşlanmasalar bile yöneliyorlar. Çünkü “iyi” olarak belirlenen şu-anda odur. Bu tiplere herkes ulaşamadığı için evlilikler erteleniyor yada evlenme düşüncesi yok ediliyor. Tabi bu-arada gayr-i meşrû cinsel ilişkiler yaygınlık kazanıyor. Hattâ yeni “cinsel tercih”ler çıkıyor ortaya.

Bir arkadaşımın anlattığına göre, Afrika’nın bir ülkesinden okumaya gelen bir gençle şöyle bir konuşma yapmışlar: “Senin ülkende evlilik nasıl oluyor?” diye soran arkadaşıma Afrika’lı genç şöyle cevap vermiş: “Meselâ sabah saat 8’de âilenin büyüğüne evlenmek istediğini söylersin. O da bir-kaç kişi ile görüştükten sonra öğleye doğru kız istemeye gidilir, mehir biçilir, öğleden sonra çadır kurulur yada ev düzenlenir, yemekler yenir ve akşama da nikâh kıyılıp gerdeğe girersin” diye cevap vermiş. Bir-kaç dakîkada ayrılmanın kolaylaştırıldığı modern-dünyâda, evlenmeler çok zorlaştırılıyor ve tam tersine; evlenmelerin kolaylaşıp boşanmaların zorlaştırılması gerekirken, tersi yapılarak fıtrata aykırı davranılıyor ve insanlar modern-kapitâlist evlilik süreçleri ile kuşatılıyorlar ve mahrûm bırakılıyorlar.

İş-Ev-Eşyâ-Araba: İş, modern dönemde tabulaştırılmış bir konudur. Yeryüzünde geçinmek için bir-çok yol olmasına rağmen, sistemin belirlemiş olduğu tarzda yaşamak için yine onların öne çıkardığı işlere kilitleniyor insanlar, fakat çoğu bu işlere ulaşamıyorlar doğal olarak. Çok doğal olan ve insanlar tarafından binlerce yıl yapılan, ana-babalarının yaptıkları işlere burun kıvıran insanlar, sistemin kölesi olmak pahasına küresel tâğutların kölesi olacak işlere yönelebiliyorlar. Başlarını sokacak küçük bir evden bile yoksun oldukları hâlde, saray gibi evler hayâl edebiliyorlar ve câhillikle bir-çokları, hayatlarının ilerideki 15-20 yılını küresel tâğutlara-sermâyedarlara ipotek ederek (yâni kredi alarak) hayâlini kurdukları evlerin benzerlerine güyâ ulaşabiliyorlar. İşlerini görebilen ve onları yolda bırakmayan arabalara da burun kıvırıyor ve yine hayatlarını ipotek ederek “toplumdan farklılaşma adına” gelirleriyle hiç de uyumlu olmayan arabalar alıyorlar yada en azında almayı hayâl ediyorlar. Çünkü bir kuşatılmışlık içindeler ve bu kuşatılmışlık “aşağılık komleksi” yada “üstünlük kompleksi” çerçevesinde sürdürülüyor. Çünkü kendi kararları yok. Onlara ne alacaklarını, nasıl yaşayacaklarını “sistem” öğretiyor. Bu nedenle de sistemin kuşatılmışlığı içinde sisteme tam bir kölelik yapılıyor ve “tam itaat” ediliyor. Çünkü aksi-hâlde istedikleri şeylere ulaşamıyorlar. Her-türlü eşyâ için de aynı şey geçerli. Hiç de gerekli olmayan her şeyi almak istiyorlar. Almayı, “iyi yaşamak” zannediyorlar. Oysa aldıkları şeylerin kölesi oluyorlar. Ev eşyâdan geçilmiyor ve kendileri ayakta duruyorken eşyâlar köşe-başlarını tutmuş, oturuyor.

Elektronik: Elektronik cihazlar “modern insanın kelepçesi” olmuş durumda. “Elektronik kelepçe”. Elektronik cihazların çekip sürüklediği yere gitmek zorundalar. Bu cihazlar insanları âdetâ … gibi peşlerinden sürüklüyor. Öyle bir kuşatma ki, içki-kumar-uyuşturucu-sigara bağımlılıkları bu bağımlıklıların yanında artık “ikinci mesele” olarak kalmaya başladı. Hiç-bir şey olmasa, sâdece bu elektronik cihazlar bile insanları istedikleri gibi kuşatmaya ve yönetmeye yetiyor küresel tâğutlara. Kuşatılmışlığın zirvesi belki de bu konuda yaşanıyor.

Elektronik cihazlar olan televizyon ve bilgisayar, gazetelerden sonra medyanın gücünü çok-çok arttırmıştır. Artık insanları medya aracılığı ile istedikleri gibi denetleyebilmekte ve kuşatabilmektedirler. İnsanları istedikleri doğrultuda yönlendirebildiklerinden, onların her konuda en ince ayrıntısına kadar nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğinin belirlemesini yapabiliyorlar. Böylece ortaya sorumsuz, tembel, pısırık, uyuşuk, ahlâksız, nefsinin kölesi olmuş ve sâdece çeşitli tüketimler yapmak isteyen ve kölelik-sistemini ayakta tutarak kuşatılmışlığı büyüten toplumlar oluşturuluyor.

Yeme-içme: İnsanlar aslında ekmek-soğanla bile doyabilirler. Tabî ki insanın farklı besinlere ihtiyâcı vardır. Fakat modern insanın yemek konusundaki istekleri ve israfları  o kadar çoktur ki, bu yüzden dünyâ-insanlarının bir-kesimi aç kalıyor ve açlıktan dolayı ölümler yaşanıyor. Peygamberimiz:

“Biriniz yemek yerken “Bismillah” desin; başta söylemeyi unutursa sonunda “Bismillahi fi evvelini ve âhirihi “Başında da sonunda da Bismillah” desin” (Ebu Davud, Tirmizi); “İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği de dört kişiye yeterlidir” (İbn Mâce) ve “Bir kişilik yemek iki kişiye yeter. İki kişilik yemek dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Tirmizi) der.

Gerçekten de öyledir. İnsanların en çok paylaşmadıkları şey yemekleridir. Öyle ki; çöpe giden yemekler, açlıktan ölümleri yok edebilecek orandadır. Yeme-içme ile kuşatılmış olan insanlar, şeytanın taşeronluğunu yapan küresel tâğut ve sermâyedarların tam istediği gibi tüketmeye devâm ediyorlar.

Sosyâl İlişkiler: Sosyâl ilişkiler rûhunu kaybetmiş durumdadır. Kimse kimseye güvenmiyor. Hattâ en yakın akrabâlar bile birbirlerine güvenmez hâle geldi. İlişkiler “çıkar ilişkisi”ne dönmüş durumda. Bir dost diğerinden bir şey isteyemiyor (yada aldığında istismâr ediyor). Meselâ sıkışık bir durumdayken bir miktar borç para isteyemiyor da bankadan kredi alıyor. Zâten bu, “sistem”i kuran şerefsizlerin bir plânıdır. İnsanlar arasındaki güveni bozacaklardı ki zor durumda kalan insanlar onlara yalvarsınlar ve böylelikle onların dediklerini kabûl etsinler. Samîmiyet kelimesi âdetâ korkulacak bir kelime olmuş durumda. Samîmiyet denildiğinde korkanları biliyorum. Dost olmaktan korkuyorlar. “Acaba benden ne çıkarı olacak?” düşüncesi tüm benliklerini sarmış. Kendilerine yapılan bir iyiliğe anlam veremiyorlar. İnsanlar artık bir-birleriyle konuşamayacak duruma gelmiş. Her sohbetten sonra sohbet ettiği kişiyle ilişkisini koparmayı düşünmek normâlleşti. “Sözde arkadaşlıklar-dostluklar-akrabâlıklar” var artık. Çünkü insanlar büyük bir kuşatılmışlık içinde ve bu kuşatılmışlığın yazdığı senaryoyu oynadıkları için, o senaryo gereği her çeşit güvensizlik, korku, îtimatsızlık, sevgisizlik, merhâmetsizlik, yakınlık kurma korkusu ayyuka çıkmış durumda. Çok kalabalık metropôllerde büyük yalnızlıklar yaşanıyor bu nedenle.

Âile Yapısı: Âile neredeyse çökmüş durumda. İslâm ve fıtrat-merkezli âileler dağılmış ve yerlerine yenileri kurul(a)mamış olduğundan, âileler çökmeye yüz tutmuş. Batı’da zâten çökmüş durumda. “İslâm çimentosu” hâlen tutuculuğunu devâm ettirdiğinden, bu durum müslüman ülkelerde yıkılmamış durumda fakat çatırdamalar başlamış. Adam karısından bir bardak su isteyemiyor rahatlıkla. “Kadın-erkek eşitliği zırvalığı” söylemi özellikle kadının nefsine mıhlandığı için, kadın erkeğe-kocasına hizmet etmeyi zûl görüyor. Hâlbuki iş-yerlerindeki “erkek patronlar”ına hizmet etmekten bir sıkıntı duymuyor ve emrini ânında yerine getiriyor. Çocuklar ana-babalarını ve büyüklerini sevmiyor. Onların sözlerini yerine getirmiyor ve onlarla yan-yana gelmekten bile sakınıyor, utanıyor. Üzerine titreyen ana-babalar çocuklarına olan sevgi ve merhâmetleri nedeniyle bu duruma bir şey demiyorlar fakat “küresel şerefsiz bir kuşatma”nın altında olan modern çocuk ve gençler, sırtlarında taşıması gereken, “öf” bile dememesi gereken ana-babalarından nefret eder hâle gelmişler. Allah bu konuda çok hassas olduğu için şöyle emrediyor:

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge” (İsrâ 23-24).

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır” (Lokman 14).

Bir-gün bir kişi Peygamberimize gelerek; “anne-babanın evlatları boynundaki hakkı nedir?. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlar senin cennet ve cehennemindir”.

Emeklilik: Ne zaman emekli olacağına da kendi karar vermeyen insanlar, emekli olduklarında, “bir kenara atılan faydasız insanlar” gibi algılanıyorlar modern zamanlarda. Sistemin kuşatması altında olan gençler ana-babalarına yada yaşlılara acımıyorlar ve onlara sevgi-merhâmet göstermiyorlar. Hem de bir zaman sonra kendisinin de onlar gibi olacağını bildiği hâlde. Bunun nedeni, küresel kuşatmanın kendilerine sunduğu hazları rahatça yaşama sevgisi ve azmidir. Artık huzur-evlerinin sayıları artıyor, yaşlılar evlerinde değil de, hasta-hânelerde yada huzur-evlerinde yalnız ölüyor. Zâten modern zamanlardan en olumsuz yönde etkilenenler yaşlılardır. Bu nedenle de emekliliklerinde memleketlerine-köylerine gitmek onlar için en iyisi oluyor. Çünkü ancak o yerlerde kendileriyle aynı düşüncede-anlayışta kişiler bulduklarından mutlu-huzurlu olabiliyorlar. Modern kentler yaşlılara-emeklilere zulmediyor.

Ölüm ve Mezar: Artık insanların ne kadar yaşaması gerektiği bile hesaplanmak isteniyor. “Ne kadar yaşarsa ne kadar tüketir”, ona bakılıyor. Zâten artık hem üretim yapamayan hem de tâğutların istediği tüketimi yapamayan yaşlılar değersizleştiriliyor ve onlar için en iyisi “ölmek” oluyor. Öldüklerinde de nereye gömüleceğini kendisi vasiyet edemiyor. Meselâ bahçesine gömülmek isteği yerine getirilemiyor. Kentlerden olabildiğince uzak olan ve ölümü hatırlatması mümkün olmayan bir dağ-başına götürülüp gömülüyor. Hâlbuki eskiden şehirlerin tam orta yerine yapılırdı kabirler. Mezarların baş-uçlarında eski doğal ama buram-buram rûh tüten, canlı ve sıcak, o bölgeden alınan taşlarla değil; buz gibi soğuk ve ruhsuz mermerlerle, estetikten uzak bir şekilde, bâzen de maddî imkânı iyi olanlar tarafından çok abartılı olarak ve yoksul kimseyi bir-kaç yıllık geçindirecek bir meblağ harcanarak çok gösterişli olan yapılarlarla çevreleniyor. Çünkü mezarlıklar, tâğutların belirlediği sistemin kuşatıcılığında ve kapitâlizmin doğrultusunda bir “mermer yatakları” hâline getirilerek tüketim çılgınlığının yaşan(ma)dığı merkezlere çevriliyor. Hiç-bir şeyden haberi olmayan mezar-sâkininin mezarı bile, kendi istediği şekilde olmayabiliyor ve “küresel kuşatmanın altında yatıyor” ölen kişiler.

Sistem tarafından kurgulanan ve doğumla başlayan bir kuşatılmışlık içindeyiz. Çocukluk-gençlik tarafından; okul-eğitim tarafından; yeme-içme-giyme tarafından; âile ve sosyâl ilişkiler tarafından; güvenlik tarafından; iş-eş-aş tarafından; hasta-hâne tarafından; elektronik tarafından; medya tarafından; ideolojiler tarafından; hocaefendiler-lîderler tarafından; kadınlar-erkekler tarafından; gayr-ı meşrû cinsellik tarafından; para-bankalar tarafından; faturalar-vergiler tarafından; teknoloji tarafından; sermâyedarlar-tâğutlar tarafından ve şeytan tarafından ağır bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bu kuşatılmışlıktan ancak; Allah’a sığınarak, Kur’ân’a-sünnete(peygamber) sarılarak ve “vazgeçerek” kurtulabiliriz.

Evet; insanlık-târihinde hiç olmadığı oranda, şeytanın emrindeki tâğutların ve küresel sermâyedarların istediği ve hazırladığı sistem doğrultusunda büyük bir kuşatılmışlık var ve bu kuşatılmışlık insanlığı boğuyor. İnsanlar bu kuşatılmışlığa kolayca müşteri olabiliyor. Üzücü taraf ise, müslümanların da bu kuşatılmışlığa seve-isteye müşteri olması. Bu durum bir zulümdür, utanç verici bir durumdur, haysiyetsizliktir. Bu durumdan bir-an önce kurtulmak elzemdir ve bunun için “hemen şimdi” harekete geçmek gerekir. Bunun için ilk yapılması gereken şey ise, vazgeçiştir.

Güçlü bir “Lâ”; öfkeli bir “Kellâ” ve “kerîm vazgeçiş”ler en büyük yardımcımızdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder