Milâdi 610 yılında, toplumdaki olumsuz durumlar
sebebiyle ızdırap çeken Hz. Muhammed, teselliyi Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasında
buluyordu. Yine Hira’da olduğu bir günde melek Cebrâil’in “oku” hitâbıyla,
Peygamberimizin hayâtının sonuna kadar sürecek olan mücâdelesi/mücâhedesi
başlıyordu.
O vakitte Mekke halkının çoğu okuma-yazma bilmeyen,
hattâ çoğu, hayatlarında kitap bile görmemiş insanlardı. İnsanların ilk derdi
“geçim” olduğu için, hayatlarını kazanç-geçim yolunda tüketiyorlardı. Kültürel
etkinlikleri ise şiir ve ataların isimlerinin kayıtları ile bâzı sözleri idi.
Sözel bir kültür vardı yâni. Vahiy işte böyle bir kültürel düzeydeki kişilere
gelmişti. Peygamberimiz belki biraz bu nedenle görevin ağırlığını hissetmişti
omuzlarında. Çünkü vahiy, bildirmekle ve dâvet ile başlıyordu. İnsanların çoğu
okuma-yazma bilmeyen ve çobanlıkla uğraşan kişiler olmasına rağmen şan ve şeref
için de olsa yiğitlik ve cömertlikle anılan kişilerdi. Aslında bu hasletler
okuma-yazma bilmekten daha önemlidir. Çünkü Peygamberimize daha çok bu
kesimlerden destek geliyordu. Okuma-yazma bilenlerin çoğu tedirgin ve kibirli
davranıyordu. Hem zâten Kur’ân peygamberlerin kıssalarını anlatırken daha çok
mücâdele/mücâhedeyi öne çıkaran hitaplarda bulunuyordu.
İşte Peygamberimiz de kendisine inen vahiyden bunu
anladığı için tüm peygamberliği boyunca Mekke’de görece pasif, Medîne’de ise
aktif mücâdele/mücâhedede bulundu. Kur’ân’ın/Vahyin kâlplere hitâp eden etkisi,
onun üzerinde sonsuz yorumlar/anlatımlar/araştırmalar yapılmasına gerek
bırakmıyordu. Gelen vahiyler bir kere dinlenildiğinde/okunduğunda bile idrâk
ediliyor, artık iş “uygulama”ya kalıyordu. Kur’ân ile daha yoğun ilgilenen
Ashab-ı Suffa örneğine rağmen Peygamberimizin gelen vahiyleri
okumakla/bildirmekle ve bu âyetlerle ilgili uygulama metotlarını konuşmaktan
başka düzenli olarak “derin ve çeşitli Kur’ân dersleri” yaptığı vâki değildir.
Bir-tek arada-bir sahabenin ilk-defa duyduğu kelimelerin anlamlarını sorması
istisnaydı. Zâten zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda derin araştırmalar yapılması
çelişki olarak görülür vicdanlara.
Evet; Peygamberimiz ve ashab, bu tarz bir İslâm’i
mücâdele/mücâhede ile 23 yıl sonunda Arabistan yarım-adasında İslâm’i bir
barış/selâmet yurdu kurdu. Bu durum bâzı aksamalara rağmen Hz. Ali’nin vefâtına
kadar sürdü. Ondan sonra başa gelenler, Kur’ân’ı aşırı yorumlama ile anlam
kaybına uğrattılar ve iktidarlarını sürdürdüler. Yaklaşık 100-150 yıl sonra hem
maddî hem de kültürel olarak müslümanların çıtası yükselse de, içi boşalmış bir
idrâk ve anlayış hâkim durumdaydı. Halk kendi içinde hakîkati korumak istese de
iktidar, kültürel etkinlikleri çoğaltarak hem ilmî bir keşmekeşe sebep oluyor,
hem de bu kargaşayı kullanarak iktidarlarını güvence altına alıyorlardı. Bu içi
boşalmış (yâni eyleme dönmeyen aşırı yorumlama) kültürel etkinlik, 12. yy.ın
başında iflâs etti. Artık tam bir kültürel karmaşa hâli vardı. İslâm’ın Kur’ân
ile bağı koparılmış ve uydurma hadis/söz/yorumlara bağlanılmıştı. Kılıçların
etkisinin sürdüğü 19. yy.’ın başına kadar perişanlık açıkça görünmese de, bu
târihten sonraki kopuş kendini acı bir şekilde göstermeye başladı ve 2. Dünyâ Savaşı’ndan
sonra ayyuka çıktı.
19. yy.’ın sonlarına doğru bâzı kişiler bu kötü
durumun nedenini anladılar fakat baskı karşısında çok da fazla bir netîce
alamadılar. Diğer bâzı İslâm’i hareketlerin gayretleri de gerek karşılarındaki
güç, gerekse de iç-destekten yoksunluktan ve bâzı hatâlardan dolayı netîceye
ulaşamadı. Bundan sonra artık müslümanlar şu karâra vardılar: “Biz sistemli ilmî-kültürel
etkinlikler yapmadığımız için bu kötü durumlara düştük. Bunu düzeltmek için
sistematik kültürel çalışmalar/dersler yapmak lâzım”. Ve sürekli
okumalar/yazmalar/sohbetler vs. yapıldı. Bir-zaman sonra Kur’ân-merkezli
okumaların yapılması gerektiği doğru olarak anlaşıldı. Bu bir silkiniş dönemi
olabilirdi ama çeşitli nedenlerle ve baskılarla bu silkiniş önlendi ve gerçekleşemedi.
Bunun sonucunda Kur’ân daha çok okunmaya, okunduktan sonra tekrar okunmaya,
sonra yorumlanmaya, te’vil edilmeye, tefsir edilmeye, meâllendirilmeye,
kavramlarının ayrıştırılmasına ve araştırılmasına vs. başlandı. Kur’ân tâbir-i
câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü eyleme/harekete dönmüyordu. Kamusal
alanda, sosyâl hayatta kendini göster(e)miyordu. Kur’ân profesörleri çoğaldıkça
çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaşma zirve yaparak en üst
dereceye yükseliyor ama değişen bir şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyordu.
Müslümanların hâl-i pür melâli artarak devâm ediyordu. Bu süreç değişmediği
için artık müslümanların ışığı sönmeye başlamıştı. Artık âlim denilen kişiler
bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve
İslâm’ın düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlardı. Bu nedenle tüm bu ilmî etkinliklerin
başta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmadı-olmuyor. Şeytan
“sağdan” yaklaşmış ve yine müslümanları Allah ile aldatmıştı.
Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan
kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı,
hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştı bu
hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştı. Kur’ân ısrarla hayâtın
içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı dernekleri/vakıfları/zâviyeleri/STK’ları
gösteriyordu.
Peygamberimiz ve sahabeler ilk iki-üç yıllık bir Kur’ân
okuma çalışmasından sonra, hayâta dönerek; eleştiriler/tebliğler/dâvetler
yaparak sözlü; mazlumu kayırma/köleleri özgürleştirme/yardımlar vs. gibi
etkinliklerle de fiîli hareketlere/çalışmalara başlamışlardır. Hiç-bir zaman:
“Hele bir Kur’ân’ın inişi tamamlansın; hele bir Kur’ân’ın tamâmını
tam-anlamıyla anlayalım; hele onun bir meâlini/tefsirini/te’vilini yapalım;
kavramlarını ayıralım; semantiğe vuralım; hermönetiğini yapalım; çeşitli
ders-halkaları kurarak onu topluma yayalım; çeşitli İslâm’i etkinlikler yapalım
da, daha sonra eleştiriye dönüp zulümlerle/adâletsizliklerle/eşitsizliklerle
vs. uğraşırız” gibi bir düşünceye kapılmadılar ve böyle bir yola gitmediler. (Şu-anda
ise Kur’ân üzerinde denklem çözme çalışmaları bile yapılıyor). Şunu
unutmamalıyız: Zihindeki mükemmellik dış-dünyâda hiç-bir zaman karşılığını tam
olarak bulamaz. “İlk önce zihni inşâ edelim” düşüncesi kemâle eremez.
Kemâlin zirvesi kendini eyleme döndüğünde gösterebilir ancak.
Kur’ân daha ilk
sûresinde eleştirel bir dil kullanarak kaçınılması ve karşı durulması
gereken hedefleri göstermeye başlar: “Engellemekte
olanı gördün mü?. Namaz kıldığı zaman bir kulu” (Alâk 9-10). Zâten Mekke
“âcil olarak peygamber gönderilmesi gereken bir yer” durumuna gelmişti.
Mâlûmdur ki peygamberler güllük-gülistanlık ve hiç-bir derdin olmadığı yerlere
değil; zulmün/acının/adâletsizliğin/öfkelerin/çığlıkların/feryatların ayyuka
çıktığı yerlere gönderilmişlerdir. Bu yerlerdeki zulümlerin tez-elden ber-taraf
edilmesi içindir gönderilme nedenleri ilk-başta. O yüzden, ilk-andaki Kur’ân
hitaplarıyla başlayan Kur’ân’ı okuma/dinleme çalışmaları sürerken fiîli
çalışmalara da başlamışlardır.
“Oku” diye başlayan vahiy süreci, “oku” dedikten
sonra bir de “anla” demeye gerek duymamıştır. Çünkü Kur’ân, “okunduğunda zâten
anlaşılabilecek de olan” bir kitaptır. Bu yüzden de Kur’ân’ın hiç-bir yerinde:
“Bu Kur’ân’ı okuyun ve anlayın” denmez. “Okuyun ve ibret/öğüt alın”, “okuyun ve
düşünün” denir. Hattâ Müzzemmil 20’de: “Kur’ân’dan
kolay geleni “okuyun” diye iki kere tekrar yapılır: Gerçekten “Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde,
yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte
olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah
takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na
dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden
hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yer-yüzünde
gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir.
Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı
verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için
önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık)
olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20). İlginçtir ki ilkinde
“okuyun” dedikten sonra ikincide de yine “okuyun” der (fe ikraû) ve “anlayın”
tarzı bir ifâde kullanmaz. Okumak demek anlamak demektir zîrâ. Anlamayı içinde
barındırır. Anlama okumanın içinde mündemiçtir yâni. Bu nedenle ayrıca bir
“anlama çalışması” yapmak abestir. Kur’ân’da “anla” (fehim) diye bir emir yada
öneri yoktur. Aklını kullan/ibret al/düşün vs. der Kur’ân.
Yâsin Aktay:
“Kur’ân’ı
anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda
kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbir-i
câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Biraz
erken olacak bir cevapla kendi mütâlaalarımı sürdüreyim. Kur’ân’dan
edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip
olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız
yönündedir. Basit bir veri şudur: “Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu
anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur” desem eminim
çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtiraz edecektir. Türkçesi “Kur’ân’ı
Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız” diye yaygınlaşan âyetin veya
genel olarak siyâkında “anlayasınız” olduğu zannedilen âyet meâllerinin arapça
aslında “anlama” değil de “düşünme” “ibret alma”yla karşılanabilecek
sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik
objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini
örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu-tür
çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu “anlama” sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir
sözcük yok. Örneğin bir “f h m” kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir
yerde geçmekte, (Enbiyâ 79. H.G.) o da Kur’ân’ın
anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan
bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince
gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla
birlikte bir “anlama-anlaşılma” ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak
verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir v.s. Burada da sorunumuz
bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği
konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor.
Kur’ân’la Kur’ân’ın târif ettiği bir diyaloğu têsis ettiğimizde, Kur’ân’ı,
anlama faaliyetinin objektif sınırlarında tüketmekten âciz olduğumuzu farkettiğimiz
gibi, okurken bize bir hâller olduğunu da eminim hepimiz hissediyoruzdur.
Aslında
her çeşit metni okurken içine düştüğümüz bir-çok durumun sayısız kat fazlasına Kur’ân’ı
okurken giriyoruz. Çünkü Kur’ân’ı her-hangi bir metni okur gibi okumuyoruz. Her-hangi
bir metin gibi okuyanları dışta tutabiliriz, ama bir ibâdet kastıyla Kur’ân’ı
okumaya alışmış bir insanın, Allah’tan gelmiş olduğuna inanarak, öğüt almak,
hidâyet aramak üzere okuyan bir insanın Kur’ân’la kendisi arasına nesnel
mesâfeler koyarak okuması fiîliyatta mümkün değildir zaten. Peki bunu
yapmaya kalkışırsa, yâni salt bir anlama nesnesi olarak mütâlaa edip
kutsiyetini rafa bir-an için bile kaldırırsa ne olur?. Böyle bir durumda Kur’ân’ın
değişik yerlerde değindiği tiplemelerden birine denk düşme ihtimâlinin çok
yüksek olduğunu söylemek durumundayım: “Ölçüp biçen”, “Allah ne murâd etti”
diyen “bunlar geçmişlerin masallarıdır”, “bir büyüdür” ve sâir şeyler diyen
tiplemelerden bahsediyorum. Tabiî ki bu-arada bunca nesnel teşhisle Kur’ân’da
söylenen hiç-bir şeyi üzerine alınmadan, onu ameliyat masasına yatıranların
bile kendilerini alamadıkları bir durumun yol açtığı tip var. “Onun etkisine
kendilerini kaptırıp gizlice onu dinlemeye gidenlerin tiplemesi”. Bu-arada yeri
gelmişken Kur’ân’ın bilgi kuramsal (epistemolojik) mâhiyeti üzerine deminden
beri yaptığım değinileri uyarlamak istiyorum. Özetle Kur’ân tüm bu nedenlerle
bir epistemoloji nesnesi olmak hedefine çok fazla tâlip görünmüyor.
Anlama kelimesinin batı
dillerindeki eş karşılıklarından birisi de “to exhaust” tur. Bu da bir anlam
içeriğini kavramak, ama tüketerek kavramak şeklindedir. Yâni bir anlamda Kur’ân’ın
her-hangi bir âyetini anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak başka hiç-bir
şeyi geride bırakmamış olduğumuzu söylemiş oluyoruz” der.
Okuduktan sonra “anla” diye bir emir yoktur ama
gör/idrâk et/şuûruna var/aklını kullan/düşün/ibret al/anlat/açıkla/bildir vs. diye,
yâni harekete geçirici yada fiîliyatla ilgili kelimeler gelir. Okuma anlama ile
berâberdir zâten. Artık okunduktan sonra îman etme ve üzerinde düşünüp/akıl
yürütülüp/karar verilip yapılacak olana/eyleme/işe yönelinmelidir. Bu konuda
meselâ şöyle denilir:
“Sana Kitap’tan
vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar
(fahşâ)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük
(ibâdet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir” (Ankebût 45).
Evet; okuduktan sonra ne yapılacağı görülmüştür
artık. Namazını kılarsın, tüm ibâdetlerini yaparak kendini bir disiplin altında
tutarsın ve fahşâdan/kötülüklerden uzak kalmış olursun. “Namaz kıl” emrini
okuduktan sonra, “acaba ne demek istiyor” diye günlerce namaz/salât üzerinde
araştırmalar/incelemeler yaparak zaman/enerji isrâf etmeye gerek yok.
Okunduğu-anda anlaşılan şeyler olduğu gibi, dinlenildiği-anda
anlaşılan şeyler vardır. Fakat bilmenin/idrâkin/anlamanın kemâli, meydanda
eylem (cihad) hâlindeyken olur. Yâni bilmenin/anlamanın yöntemleri okuma,
dinleme ve cihattır.
“Kur’ân’ın ne
dediğinin anlaşılmasına gerek yoktur” diyoruz. Çünkü Kur’ân, ilk muhatapların
bilmediği/anlamadığı hiç-bir şeyden söz etmemiştir. Kur’ân zâten okunduğunda yada
duyulduğunda ânında anlaşılır. Fakat Kur’ân’ı hayâta/yaşadığımız zamâna taşıma
anlamında “fıkh etmek” zarûridir. Önemli olan budur. Bu nedenle Kur’ân’ı doğru
okumak yetmez; “dosdoğru okumak” gerekir.
Kur’ân’ın ilk muhatapları %99’u okuma-yazma bilmeyen
insanlardı. (Şu-anda da Türkiye’de 4 milyon 640 bin yetişkin insan okuma-yazma
bilmiyor). Çölde yaşayan bedevilerdi. Deve çobanlarıydılar. Kaba-saba kişiler
vardı içlerinde. Haydutluk yapanlar vardı. İşte Kur’ân bu kişilere gönderildi.
Onlara okundu. (Belazuri’ye göre Peygamberimiz zamanında sâdece 10 kişi
okuma-yazma biliyordu). Bu kişiler; “bu dediklerini hele bir anlama sürecine
sokalım, kelimelerini/kavramlarını ayırıp inceleyelim de ondan sonra tâbi
olup-olmamaya karar veririz” demediler. Vahiy onlara öyle bir bilinç ve inanç
aşıladı ki, Dünyâ’yı fethetmelerine sâdece îmanları ve gayretleri yetti.
“Kur’ân’ı tertil üzre ağır-ağır oku” (Müzzemmil 4)
deniliyor. Demek ki eğitimin ilk başında yapılması gereken iş sâdece budur.
Kurâ’n tertil ile okunup da belli bir bilince-şuura ulaşılmadan eyleme geçmek,
Kur’ân’ın-İslâm’ın yöntemi değildir. Belli seviyede bir bilgi-bilince
ulaştıktan sonra eyleme-amele geçmek, Kur’ân’i bütünlüğe uygun olandır. Zâten
Kur’ân hakkıyla okunduğunda idrâk edilecek olan da budur.
Kur’ân’ın hitâbı, halkın seviyesinde bir hitâptır.
Öznel değil, nesneldir yâni. Tabî ki Kur’ân, kendisiyle samîmiyetini ilerletene
daha fazla açıklama ve idrâk verir.
Ramazan Yazçiçek:
“Dolayısıyla doğru okuma, Kur’ân’ı ve onunla amel etmeyi birlikte
öğrenmedir. Kur’ân’a bâtınî mânâlar yüklemek, isteyenin istediği anlamları
çıkarma çabası da tahrife kalkışmanın bir başka şeklidir. Bâtınîlik, Hurûfîlik
nevi hurâfelerin büyük bir kısmının İsrâiliyattan ümmetin kültürüne geçtiği
açıktır. Bu nokta da sahih İslâm anlayışının önündeki önemli engellerdendir.
Kur’ân’ı salt gramer kitabı, lügatçe gibi görmek, onu anlaşılmaz kabûl
etmenin, âdetâ bilimsel(!), çağdaş savunuculuğudur. Kur’ân’ı belli bir zümrenin
anlayabileceği bâtınî yorumlardan îbâret bir kitapmış gibi gören gnostik
yaklaşımlar ile îmânın amacı olan amelî yükümlülükleri erteleyen modern
eğilimlerin çakıştığı/örtüştüğü görülmektedir. Oysa Kur’ân’ın muhâtap aldığı
insan, özel bir kâbiliyette veya ihtisas sâhibi insan değildir. Kur’ân’ın
muhâtabı standart her insandır. Bu, âkil ve bâliğ olmuş her insandır.
Kur’ân’daki belli kıssa ve âyetleri, haberi geçen mûcizeleri, bilimsel
buluş ve ilmî neticeler ile izâha kalkışarak, ilmi sonuçlara endeksleme de
yanlış yaklaşımlardandır. Bu yaklaşımın başka sebepleri olmakla birlikte
daha çok batı kültürü ve bilimsel gelişmeler karşısında eziklik duygusu ile
takınılan tavır olduğu izlenmektedir.
Bid’at ve hurâfelerin maalesef sahih din diye yaşandığı günümüzde
“Kur’ân” vurgusu olumlu karşılık bulmuştur. Bu, sevindiricidir. Zâten olması
gereken önce ve sonra Kur’ân’ın esas alınmasıdır. Her müslümanın kaygı ve
çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır. Toplumun kokuşmuş dînî anlayışı, bid’at ve
hurâfelerle dürülü din telâkkisi, doğruları Kur’ânî olan söylemlerin ilgi ile
izlenilmesine imkân hazırlamıştır. Ancak(!) “Kur’ân” vurgusu, insana, Allah’tan
başka edinilen ilâhların, rableştirilen şahısların reddini, tağutun bütün
çeşitleriyle inkârını ve de fitne kalmayıncaya; din bütünüyle Allah’ın oluncaya
kadar Allah yolunda mücâdeleyi emretmektedir. Oysa ki şurası da bir gerçek ki, “Kur’ân’daki
İslâm” vurgusuyla birileri “geleneksel din anlayışı”nın reddi ile elde ettikleri
primi, şeytanizme, profan (din-dışı) sistemlere meşrûiyet tanımakta
kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dîninin iflâsı, Kur’ân’ın bütün
boyutlarıyla hayâta ikâmesini zorunlu kılmaktadır. Haklı bir noktadan
hareket, varılan yanlış noktayı meşrûlaştırmaz. Çıkış noktasının doğruluğu,
alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifâde eder.
İslâm, salt mâlûmat değil; esas îtibâriyle bilinen, sâhiplenilen,
yaşanılan, farklı bir ifâdeyle kendisiyle örtüşülendir. Sahabe, inandıklarını pratiğe dönüştürmeleriyle ortaya koymuşlardı.
Kezâ onların bu duyarlılığına mukâbil, Kur’ân da onlara yol gösteriyor ve
rehber oluyordu.
Bugün için gelenek olarak tanımladığımız dün ‘yeni’ idi. Bugün modern
olarak tanımladıklarımız da yarın ‘gelenek’ olacaktır. Dolayısıyla “yeni“ veya
“târih“ değer kriteri olamazlar” der.
Bünyamin Zeran:
Kur’ân, pratik edilmeden anlaşılmayan bir kitaptır. Kur’ân bizim
hayâtımızı inşa etmediği sürece anlaşılmayı bekleyen bir varlık olarak
kalacaktır. Birey, vahyi yol gösterici olmaktan
daha çok entelektüel alt-yapısını dolduracak bir bilgi dağarcığı olarak
görmektedir. Hâl böyle olunca vahiy yaşam alanından giderek soyutlanmakta olup
Allah yalnızca “göklerin tanrısı olarak kalmaktadır” der.
Hikmet Ertürk:
“Müslümanlar çok büyük bir yanlışın içerisine düşüyorlar. İslâm’ın
doğrularını anlatabilmek için başkalarının yanlışlarına hak tanıyorlar” der.
Bir Çin atasözünde: “Anlatırsanız unuturum,
gösterirseniz hatırlarım, yaptırırsanız anlarım” denir.
Evet, bu Kur’ân âlimlere/filozoflara/entelektüellere/toplumun
okumuş kesimlerine/cins kafalara/arap-dili
uzmanlarına/ulemâya/şâirlere/profesörlere/akademik kariyer sâhiplerine/süper
zekâlara/tasavvufçu-bâtınilere/zenginlere vs. gelmedi sâdece. Bunlar da dâhil
Dünyâ’nın her yerinde yaşayan ve akıl zaafiyeti olmayan tüm insanlara
gönderildi. Allah, “ya eyyuhen nas”, “Yâ eyyûhellezîne âmenû” diyerek
tüm insanlığa hitâp ediyor. Sâdece bir-kısım özel insanlara değil, herkese
sesleniyor. Bunların içinde dağda yaşayan çobanlar, çölde yaşayan bedeviler,
ovada yaşayan göçebeler ve şehirlerde yaşayan her kesimden insan vardır doğal
olarak. İşte herkese hitâp eden bir kitaptır Kur’ân-ı Kerim. Sâdece
bilgisayarlarla donanmış modern çağlara değil, her zaman ve mekânda ve her
koşulda yaşayanların, okuduğunda kolayca anlayabileceği bir kitap ve hitaptır
yüce Kur’ân. Bir îman/gönül/fedâkârlık/cömertlik/mertlik/yiğitlik söylemidir.
Bu vasıflara sâhip olanlar ille de “okumuş” olanlar değildir. Dediğimiz gibi;
bu kitap din konusunda uzman olanlara gelmedi sâdece. Peygamberimiz de büyük
ihtimâlle okuma-yazma bilmeyen, diğer vahiy kitaplarını okumamış, ümmî
birisiydi. İşte vahiy bu kişiye geldi. O, kendisine söylenen şeyi hemen anladı.
Anladığı için de bilgi-bilinç-dâvet/eylem-devlet-medeniyet uygulamalarını hemen
başlattı ve uyguladı. Zihinlerle birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir
sestir bu Kur’ân. Kim daha samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum
ise en çok da ona hitâp eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde
“yaşayanlar”dır. “Bilmek” sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak
demektir. Hattâ belki de ona derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan
çok, diğer kesim hizmet etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için
değil, hayatta yaşaması/iktidar olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında
bu ideâl için en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği
görülür. Bilâl-i Habeşi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim
değildiler. Fakat gösterdikleri teslimiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının
yıldızlara yükselmesine sebep olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde âlimin ne yaptığı
önemlidir.
Kur’ân reel-politiğin konusu değildir. Kur’ân’ın
kendi özgün konusu ve gündemi vardır. Ve mü’minleri bu gündeme dâvet eder.
Dâvet, “Kur’ân gündemine dâvet”tir.
Gerçek âlim, “bilmek”ten çok “yapmak”la ilgili
olandır. Halkın bildiği nice bilgin kişiler vardır ki âlim değildirler. Sâdece
entelektüeldirler. Bunlar, halkın yanında değillerdir. Halkın ne durumda
olduğuna da bakmazlar. Ali Şeriati bunların ünlü olanlarından birini şu şekilde
tanıtır:
“İbn-i Sînâ, İslâm medeniyetinde, bütün bilim ve felsefe târihinin
övündüğü büyük bir filozof, bilim-adamı ve dâhidir. Fakat, böylesine önemli bir
filozof ve bilim-adamı olan bu büyük adam, toplumsal açıdan bakıldığında,
iktidârın ve yöneticilerin emrinde hizmet etmekten pek hoşnuttu. İnsanların
âkıbeti ve içinde yaşadığı toplumun geleceği onu hiç ilgilendirmiyordu. Ona
göre, kendi âkıbetiyle başkalarınınki arasında hiç-bir bağ yoktu. Onun biricik
düşüncesi, bilimsel konular ve araştırmalardı. Bunun dışındaki hayat onu pek
ilgilendirmiyordu. Kim ona para ve mevki bağışlarsa başının üstünde yeri vardı”.
Hikmet Ertürk şöyle bir fıkra anlatır:
“Bundan 30-40 yıl önce kadar, üniversitede okumanın büyük forsunun
olduğu dönemlerde, Anadolu’dan bir genç üniversitede okuyormuş. Yaz-tatilinde
köyüne gelmiş. Dedesine, “dede beni bu gece yaylaya götür de seninle çadırda
yatalım” demiş. Dede bu torununu, hem de üniversite okuyan torununu kırar mı
hiç. Almışlar çadırı gitmişler yaylaya, kurup yatmışlar. Gece bir vakit olmuş,
dede torununu “Kalk, kalk” diye uyandırmış. Genç uyanmış. “Ne oldu dede?” diye
sormuş. Dede, “Ne görüyorsun?” diye sormuş torununa, torun, “Milyonlarca yıldız
görüyorum dede” demiş. Dede, “Bu sana ne ifâde ediyor” diye sorunca, torun
birden havalara girmiş, kendini ispatlayacak ya, üniversite okuyor üstelik.
Başlamış torun dedesine îzah etmeye: “Dede şimdi bu durumu kozmolojik olarak
açıklamaya çalışırsak, gökyüzündeki milyonlarca yıldız, galaksiyi oluşturur,
galaksiler, samanyolunu, bunla berâber……” torun kendini dedeye ispat
telâşındayken, dede çakmış toruna tokadı. “Ne vuruyorsun dede yaaaa…”. Dede
çıkışmış torununa: “Len salak, çadırı çalmışlar görmüyor musun?”.
Her an gökyüzüne bakıp durmak yerine elimizin
altındaki değerlerimizin nasıl yok olup gittiğini (çalındığını) anlamaya
çalışalım. Görmemiz gereken şeyler, gözümüzün hemen yanındakilerdir, çok-çok
uzağındakiler değil.
Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma
yapmayanları eleştirmez. Tam aksine, derinlemesine araştırma yapanı
eleştirdiği/kınadığı görülür:
“Çünkü o
bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası
nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.
Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca
“aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası
değildir dedi” (Müddesir 18-25).
Mustafa Öztürk şöyle der:
“Kur’ân tam bir fantezi nesnesi hâline geldi, Kur’ân’la Kur’ân’ca bir
ilişki kurulmuyor, Kur’ân bir rehber/hidâyet/hayat-kitabı olarak görülmüyor.
Stres topu, bir eğlence, kış gecesi eğlencesi gibi oldu. Soba üstünde kestâne
pişirmek, kahvede okey oynamak gibi”.
Evet; yapılan şey, Mustafa Öztürk’ün dediği gibi
“entelektüel geyik”tir. “Entelektüel küstahlık ve kibir”dir.
Biz Kur’ân’ı anlamak ile değil, bilmekle mükellefiz.
Anlamak entelektüellikle, bilmek âlimlikle alâkalıdır. Latincede “intellectus”,
“anlamak” anlamındadır.
Kur’ân’a yapılan modern yorumlar, “Allah’ı gökyüzünde
tutmaya” devâm ediyor. Bir-türlü yeryüzüne indirip de hükümde bulunmasına ve
hükümlerinin eyleme dönmesine izin verilmiyor:
“Eğer onlar
Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni doğruca uygulasalardı,
hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarında olanlardan yerlerdi. İçlerinden
orta-yolu tutan bir ümmet de yok değil; fakat çoğu ne kötü işler yapıyorlar” (Mâide 66).
Kur’ân hakkında oluşan aşırı farklı düşünceler ve
yorumlar, “yaşanan bir Kur’ân”ın olmayışı nedeniyledir. Kur’ân’ın-İslâm’ın
yaşanıp durduğu bir ortamda neyin tartışması yapılacak ki, zâten ne olduğu
pratik olarak görülüp duruluyor çünkü. Ne zaman ki bu yaşam gevşetilip
durduğunda ve bittiğinde, Kur’ân, yaşanmadığı kadar yorumlanmaya başlanıyor ve
yorumlandıkça da daha fazla yaşanmaz hâle geliyor.
Kur’ân, saraylarda, fildişi kulelerde, rezidanslarda,
yatlarda, katlarda okunsa da idrâk edilemeyecek bir kitaptır. Onu normâl hayâtın
tam merkezinde okumayanların yaptıkları şey; “modern mukâbeleler”den başkası
değildir.
Modern Kur’ân okumaları, Peygamberi-sünneti yok
sayarak yapılıyor. Eğer Kur’ân, Peygamber gelmeden kitap şeklinde gökten düşmüş
olsaydı, şu-andaki modern meâl-tefsir okumalarını haklı görebilir ve onun
didiklendikçe didiklenmesini desteklerdik. Fakat Allah Kur’ân’ı bize ahlâk
timsâli bir Peygamber örnekliği üzerinden gönderdiği için, onu örnek alarak bir
okuma yapmalıyız. Bu örneklikle birlikte yapılan okumalar, etimoloji ve
epistemoloji merkezli değil, amel-eylem merkezli bir din-anlayışına ve
işleyişine götürür bizi.
Bâzıları Kur’ân’ı okuyorlar, bitiriyorlar, sonra
tekrar baştan okumaya başlıyorlar. İyi de, değişen bir şey yok ki!. Zulüm aynen
devâm ediyor. Oysa Peygamber ve sahabe, bir-zaman sonra zulümlere bir “dur”
demişlerdi. Şu-anda böyle bir şey yok. O hâlde yapılanlar, anlamsız
kısır-döngülerden îbârettir.
Türkiye’de 2016 yılı îtibâriyle yarısı
“kopyala-yapıştır meâli” olan 250-300 civârında farklı meâl bulunuyor. Peki
niye?. Kur’ân’ın bu kadar çok farklı kitaplarla meâllendirilmesi garip değil
mi?. Aslında Türkiye’de sâdece tek bir meâl olması lâzım. İlmî/ahlâki
yeterliliğini kanıtlamış olan bir komisyonun hazırladığı ve diğer âlimlerin de
(eleştirini/önerilerini sunduktan sonra) onayladığı, Kur’ân’ın bire-bir Türkçe çevirisine
en yakın olan tek bir meâl. İmi yeten kişiler bu meâl üzerinden çalışma ve
yorumlama yapabilirler. Onu tefsir edebilirler. Kur’ân meâl olarak değil,
tefsir/te’vil olarak evrenseldir ve yeni düşüncelere/yorumlara açıktır. Fakat
bu yeni yorumlar/düşünceler meâl olarak yazılamaz, tefsir olarak yazılabilir.
Meâlin değil, tefsirin/te’vilin konusu olabilir. Kur’ân meâl/çeviri olarak
târihsel, tefsir/te’vil olarak evrenseldir. Lafız târihsel, söz evrenseldir.
Târihsel bağlam dikkate alınmadıkça aşırı ve yanlış yorumlar ayyuka çıkacaktır.
Gerçek mânâya bu nedenle ulaşılamayacaktır.
Kur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları gibi, bir
hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir pazıl gibi, bir gizli
bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, eziyet ve
hakârettir. Böyle yapmak Kur’ân’ı “anlaşılmaz bir kitap” gibi göstermek
demektir. Kur’ân, bu tür nitelemelerden uzaktır.
Kur’ân’da “aranacak” bir-şey yoktur. Her şey/âyet o
kadar açıktır ki, aranmayı/anlamayı değil, okunmayı beklemektedir.
Neyi arıyoruz?. Ne bulacağız?. Felsefede şöyle bir
soru vardır: “Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur.
Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden
bileceğiz?”.
Kur’ân’ı anlamayı parçalayıcı bir akılla/çalışmayla
yapıyorlar. Sûre, âyet, hattâ kelimelere kadar parçalıyorlar. Hâlbuki Kur’ân,
bir bütünlük hâlinde; bütünlüğü yakaladıktan sonraki “ruh”u görmekle tam olarak
kavranabilir ve mânâsı bilinebilir ancak.
Kur’ân bir detaylar kitabı değildir, o prensipler-ilkeler
ve küllî kuralların kitabıdır. Onun gerçek vazîfesi, İslâm nizâmının fikrî, ahlâki
ve siyâsi esaslarını açıkça ortaya koymak, aklî deliller getirerek, hissî
teşviklerde bulunarak bu ilkeleri insanlar arasında yaymaktır.
Kur’ân’a zulmederek onu aşırı anlama ve yorumlamaya
kalkışmak ve bu uğurda devâm etmek kişiyi tembelleştiriyor, uyuşturuyor, hayâta
karşı duyarsızlaştırıyor, kişiyi korkaklaştırıyor, hazcı hâle getiriyor,
kalitesizleştiriyor. Şeytânî, tağûtî teorilere-ideolojilere-işlere sıcak bakar
hâle getiriyor. Böyle olunca da hiç-bir haksızlığa/zulme karşı çıkmıyor,
mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleştiride vs. bulunmuyorlar. Müslümanlar Kur’ân
ile îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı, tağutların düzenini
onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavır zulme, adâletsizliğe karşı “Lâ”, “Kellâ”
demeyi geciktiriyor. Zulmün yerleşmesine ses çıkarmayarak tağutlara alan
açıyor. Çünkü anlamanın sonu yoktur ve olamaz. Bir-türlü oradan çıkılamıyor.
Müslümanlar bir-türlü kafasını çevirip hayâta bakamıyor. Zulmün yanından umursamazlıkla
geçip gidiyorlar. Normâl olmayan bir-süre sonra normâl görülmeye başlanıyor.
Tek dert “anlama” oluyor. Bu yaklaşım, yaşamayı/hayâtı erteliyor ve bir-süre
sonra dînin hayatta görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyor.
Tağutlara taşeronluk yapılmaya başlanıyor.
ABD’nin dış-işleri yetkilisinin İslâm’ı yozlaştırmak
için yaptığı şu açıklaması da bu konuda çok mânidar görünmektedir: “İslâm’da
reform olmayacak, ancak insanların İslâm dîninden anladıkları değişecek”. Bu açıklama
bu konuda alınan bir-dizi kararlardan sâdece birisidir. Yıllardır Abant
toplantılarıyla, diyalog çağrılarıyla, ılımlı-İslâm tezleriyle gelinmek istenen
adres işte burasıdır. Yeni-İslâm’cılık denen şeydir bu.
Aşırı-anlama çalışmaları bâzı kolaylıklar
sağlasa da aslında idrâk etmeyi, bilmeyi zorlaştırır. Bir-zaman sonra da
imkânsızlaştırır. Çünkü aşırı-anlama çalışmaları anlama/bilme noktalarını
fazlalaştırarak ve kafa-karışıklığı meydana getirerek karar verme ve tatmin
olmayı blôke eder ve imkânsızlaştırır. Artık ortada anlaşılamayan yada sonsuz
anlamları olan bir Kur’ân (daha doğrusu mushaf) vardır ve düşünce birliği de
ortadan kalkmıştır.
Batıyı en çok korkutan şey, İslâm’ın kendine has bir
dünyâ-görüşünün, hayat-nizâmının olmasıdır. Bu, batı dünyâ-görüşüne,
tek-tipleştirmesine çok güçlü bir alternatif olduğundan, açığa çıkması hâlinde
batıyı yok edecek olan bu sistemi örtmek ve boğmak istiyorlar. İşte esas
konuşulması gereken şey budur. İslâm’ın bir dünyâ-görüşü olduğunu söylemek ve
bunu hayâtın tam orta yerinde uygulayarak göstermek.. Âlim denilen kişi bunu
yapmalıdır. Bunu yapmayanlar ya câhildir yada şirkin çocuğu olan Bel’amlardır.
Ahmet Davudoğlu öğrencilerine: “Evlâdım!. Bu okullarda size öğretilen ilmi
bir şey zannetmeyin. Bu ilimler Osmanlı’nın kasabında-manavında da vardı.
Bunları okumakla âlim olduğunuz zannına kapılmayın” dermiş.
Allah, “yerine getirmeyeceğiniz şeyin muhabbetini de
yapmayın” diyor: “Ey îman edenler,
yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?” (Saff 2).
İnsan bildiklerini bilmez durumuna gelebilir, ama
yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak, bilmekten çok daha
değerli ve önemlidir.
İslâm dîni “sunum dîni”ne döndü. Müslümanlar ya bir
sunum dinleme, yada bir sunum yapma peşine düşmüşler ve bunu dînin amacı-hedefi
zannetme yanılgısına kapılmışlardır. Kıçlarını kaldırıp en ufak bir eylemde
bile bulunmadıkları gibi, bunu düşünmüyorlar bile.
Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm-dünyâsı toplumları bin dört yüz küsur yıldan beridir Kur’ân
okuyor. Hâlâ bıkmadan-usanmadan “Kur’ân’ı anlayalım” çalışmaları yapılıyor.
Ümmet bin dört yüz yıldan bêri Kur’ân’ı anlamamışsa, bırakın gitsin” der..
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân-ı Kerim’in araştırılmasında
ve yorumlanmasında bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar, büyük fikirlerin
yerini okuma becerileri aldı. Bu doğal olmayan durum yavaş-yavaş normâl olarak
kabûl edilmeye başlandı, çünkü bu vaziyet, sayıları her geçen gün artan ve Kur’ân-ı
Kerim’le yollarını ayıramayacak durumda olan, fakat aynı-zamanda hayatlarını
onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine gelmekteydi.
Kur’ân-ı Kerim’in aşırı okunmasındaki
psikolojik açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’ân-ı Kerim’i okuyor,
yorumluyorlar, sonra yine okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine okuyorlar. Bir
defâ olsun uygulamak zorunda kalmamak için bir cümlesini binlerce defâ
tekrarlıyorlar. Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur’ân-ı
Kerim’in nasıl okunması gerektiği husûsunda geniş ve îtinâlı bir ilim
ürettiler. Nihâyetinde, Kur’ân-ı Kerim’i, anlaşılan bir mânâsı ve içeriği
olmaksızın çıplak bir ses hâline getirdiler. Kur’ân edebiyat değil, hayattır”
der.
Peygamberimize ve sahabeye yeten şey şimdiki
müslümana yetmiyor. Zîrâ modern müslüman eyleme geçmenin bedelini ödemek
istemediğinden, sürekli olarak Kur’ân’ı didikliyor ve meselâ bir âyeti ele
alıyor ve onu öyle derinlemesine inceliyor ki, onun kelimelerini-harflerini
deşiyor ve “orada nasıl kullanılmış”, “şurada nasıl söylenmiş”, “burada ne
anlama geliyor” vs. vs. diye araştırmalar yaparak âyeti anlam bütünlüğünden
koparıyor. Araştırmayı derinleştirmek için âyeti o kadar parçalıyor ki, artık
araştırdığı yada okuduğu şey o âyet olmuyor. Artık âyetin söylediği şey
değişmeye başlıyor ve oradaki hayâta dönük olan emr, “lûgata dönük” bir anlamın
konusu olarak görülmeye başlıyor. Bu nedenle o âyet bir türlü teorikten
pratiğe, soyuttan somuta geçemiyor ve gerçekleşemiyor. Çünkü araştırma derinleştikçe
araştırılan şey anlamsızlaşıyor. Söylem, dînin amacı olarak görülmeye
başlıyor. Oysa din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile
ilgilenir.
Hevâ ve hevesini “akıl” zannedenlerin, o akılları(!)
ile yaptıkları aşırı ilmî çalışmalar yüreklerini örttüğünden dolayı bir-türlü
eyleme geçemiyorlar. İlmî çalışmalar, amelî çalışmaları blôke ediyor bu sebeple.
Mehmet Emin Akın:
“Modernizm
ve şirk unsuru içeren bir-çok batılı düşünce tarzlarından etkilenen bir-çok
düşünce adamı ve yazar; ne yazık ki, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) sünnetini bilmeden ve onun ashâbının Kur’ân’ı nasıl anladıkları ve
onlardan sonra onlara ihsanla uyanların Allah’ın kelâmını nasıl tefsir
ettiklerini göz-ardı ederek aslında îman ile amelin arasını ayıranlar ve îmanda
sâdece “kavl”e önem verenlerdir. Böylece, İslâm adına yeni bir Protestanlık îcad
ediyorlar. Allah’a ve kitabına îmânı, neredeyse Luther’in Îsa’ya îmânının
yerine koyuyorlar. Bu vb. zümreler, batılı bilimciliğin, teknolojinin ve çağdaş
gelişmelerin karşısında, batılı felsefelere ve hermenötik yorumculuğa,
neredeyse yeni bir nübüvvet ilhâmı gibi bakıyorlar ve Kur’ân’dan söz eden bir
kısım insanın; Rudolf Karl Bultmann’dan (1884-1976) Martin Heidegger’den (1889-1976),
Umberto Eco’dan (1932-), J. Derrida’dan (1930-2004) Hans Georg Gadamer’den
(1900-2002) sanki nebilerden birer nebi imiş gibi yorumlar devşirdiklerini ve
buradan Kur’ân’ın nasıl anlaşılması gerektiğine dâir usul ve yöntem çabası
verdiklerine de şâhid olmaktayız. Bu yolda olanlar sık-sık “akl”ı
gündeme getirirler ve İslâm’ın “gâye” ve “ilkeleri”nin; “demokrasi” ve “modern
düşünce” ile örtüştüğünden söz ederler. Böylece, İslâm ve Kur’ân hesâbına
modernizmden izzet devşirmeye çalışırlar. Müslümanların, düşünce-özgürlüğü ve
fikir-mozaiği safsatasının ardında yatan gâyeleri bilmemeleri sebebiyle
bir-çoğu bu yanlış ve tehlikeli fikir-akımlarının ve modern tefsir ekollerinin
hastalığına mübtelâ oldular. Unutmamamız gereken çok ciddî bir şeye burada
değinmemiz gerekiyor, o da; Batı’nın Kur’ân’ın hem varlığına, hem getirdiği
ahlâka, hem ahkâma ve hem de gâyeye temelden düşman olduğudur. Batı, topraklarımızı
işgâl eder ve on milyonlarca müslümanı katlederken, ırzlarımıza dokunuyorken ve
servetlerimizi talan ederken, târihimize ve ahlâkımıza karşı savaş açarken,
bunu bir-tek şey için yapıyordu; Kur’ân’ın hakîkatini geçersiz kılmak, hakîkati
hakkında kuşkular üretmek ve müslümanları Kur’an’ın esâretinden(!) kurtarmak!”
der.
Yanlış anlaşılmasın.. Bu satırların yazarı “İslâm’i
ömrünü” Kur’ân okumaya vermiş birisidir. Nerdeyse tüm mesâisini buna
harcamaktadır. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak isteyen biridir. Karşı olduğu şey
Kur’ân’ı tağutların istediği gibi anlama-idrâk etme yanlışıdır. Tefsirin te’vile
dönüşmesidir. Çünkü artık tefsir bırakıldı ve te’vil etme yoluna düşüldü.
Sınırsız te’vil. (burası çok önemli). Aşırı-yorumlama, mevcut hayâtı
tağutlar/firavunlar kontrôl ettiği için, onların istediği şekilde olacaktır.
Yorumlar, onların kurmuş olduğu Dünyâ’dan/kamûsal alandan etkilenerek yapılacak
yorumlar olacaktır. Kur’ân bütünlüğünden kopuk yorumlardır bunlar. (Biz burada
te’vil kelimesini ıstılâhi anlamda alarak, mânâyı farklılaştıracak şekilde
aşırı yorumlama olarak aldık).
Seyyid Kutup der ki:
“Şurası bir gerçektir ki, bu dînin hakîkatini, amelî
metodundan ayırmak imkân hâricidir. Allah’a
yemin olsun ki, binlerce konferans, milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca
dergi, gazete, broşür asl İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle
kadar etkili olamaz”.
KELLÂ!!!. Hayır!!!. Sorun anlama sorunu değil. Kur’ân’ın
böyle bir sorunu yok zâten. (Çünkü Kur’ân çöldeki bedevilere de geldi ve onlar
onu duydukları anda anladılar ve harekete geçtiler). Gerçek sorun, riske
girerek, bedel ödeyerek, canları acıtabilecek oranda “eyleme geçme” sorunu.
Anlama biterse eylem başlamalı çünkü. Bir kişi “anladım” dediğinde artık
harekete geçmesi gerekir. Bunu göze alamayanlar Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama
çalışmalarına devâm ederek Kur’ân’a zulmederler. Eylemin başlamasını
istemedikleri, yâni bedel ödemeyi göze alamadıkları için Kur’ân’a zulmederek,
onu, Kur’ân’ın da istemediği ve beklemediği çeşitli ve sınırsız anlamaların
konusu yaparlar ve yapmaya devâm ediyorlar.
Aşırı yorum Kur’ân’ı aşırı yorar. Bir “Kur’ân
yorgunluğu” oluşur. Bu da anlamayı yozlaştırır, zorlaştırır ve
imkânsızlaştırır. Bu, Kur’ân’a yapılan bir zulümdür. Ey müslümanlar!, gelin Kur’ân’a
eziyet etmeyin, ona zulmetmeyin de onu hayâta hâkim kılmak için canla-başla
çalışın.
Evet; birileri, Kur’ân sanki hiç-bir şey demiyormuş
gibi ve Kur’ân sâdece bir “ses”ten ibâretmiş gibi ve sanki hiç-bir değeri ve
anlamı yokmuş gibi bir kenara bırakarak (mehcûr) zulmederken; diğer kesim de
onun üzerine öyle bir çullanmış ki, onu boğuyor ve eylemsiz bırakarak
zulmediyor. Kur’ân’a yapılan zulüm, insan amele-eyleme geçtiğinde bitecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder