“…Ey temiz
akıl-sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız” (Bakara 178-179).
TDK sözlüğünde; “bir suçluyu, başkasına yaptığı
kötülüğü aynı biçimde uygulayarak cezâlandırma” anlamına gelen kısas; lûgatte
de; “bir suç işleyenin aynı şekilde cezâlandırılması” anlamındadır. Yâni, bir
kişi birine bir zarar vermeyi plânlıyorsa, bilsin ki, sonunda yaptığının aynısı
kendisine de yapılacaktır. Yine; bir kişi birini bile-isteye öldürmeyi
plânlıyorsa, bilsin ki, o kişi o işi yaptıktan sonra kısas gereği
öldürülecektir. Yâni kişinin, öldürmeyi, “sonunda kendisinin de öldürüleceğini
bilerek” yapması gerekir. İslâm hukûkunda hüküm budur ve insanlık için en iyisi
de bu şekilde bir cezâlandırmadır. Çünkü hem adâlet en iyi bu şekilde sağlanabilir,
hem de gönüller ancak bu şekilde teskin edilebilir. Allah Kur’ân’da kısası bu nedenle
emretmiştir.? Çünkü Allah her zaman adâleti emreder ve en doğru hükmü verir:
“Sana
vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en
hayırlısıdır” (Yûnus 109).
Tüm kâinat gibi Dünyâ’da da muazzam bir düzenin-döngünün-amelin
ve adâletin olması için, düzenin “Allah’ın düzenlemesine göre” olması gerekir.
Ancak “Allah’a göre” olursa, Dünyâ’daki insan-ilişkileri ve yapılıp edilenler kâinattaki
gibi kusursuz ve sorunsuz olur. İşte kısas da Allah’ın böyle bir düzenin olması
için emrettiği emirlerden biridir ve ancak ve ancak bu emre göre hareket edildiğinde
insan-ilişkilerinde onurlu ve adâletli bir yaşam sağlanabilir.
İslâm hukûkunun en önemli kânunlarından birisi “kısasa-kısas”
denilen kısas emridir. Kur’ân bunu: “Kısasta
hayat vardır” diyerek dile getirir. Bu hükme göre, kendisine yapılan her ne
tür; haksızlık, zulüm, şiddet, vs. olumsuz davranış olursa-olsun, mağdur olan
kişinin şikâyet edip hakkını almak istemesi üzerine kendisine yapılanın aynısı
haksızlığı yapan kişiye uygulanır. İşte bu yüzden bir kötülük düşünen kişi,
aynı kötü duruma kendisinin de mâruz kalacağını düşünerek o kötülüğü
yapması/yapmaması gerekir. Bir kimse birini öldürmeyi; sonunda kendisinin de
öldürüleceğinin kaçınılmaz olduğunu bilerek yapması gerekir ki bu kolay-kolay
kimsenin göze alamayacağı bir iştir. Bu yüzden bu kânun, caydırıcılığı çok
güçlü bir kânundur. Ayrıca; “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!”
sözü, bu kânunun edebî bir yorumudur. Allah kısası emretmiştir ki, olası bir
kötü niyetin ve eylemin önü daha başlamadan alınmış olsun.
İslâm, cezâyı “geçici” olarak öngörmez. Suçu kalıcı
bir şekilde önlemek için hükümler ortaya koyar. Örnek olarak hırsızlığı ele
alalım; Hırsızlığın cezâsı “elin kesilmesi”dir. Ama İslâm’a göre bu “kesim” işi
“analitik” olarak uygulanır. Yâni bir ekmek çaldı diye bir kişinin eli hemen
kesilmez. Bu kesilme analitik olarak; çeşitli öğütlerle o kişinin “o işten
elinin uzak tutulması” anlamında elinin kesilmesi; canını yakacak ve kanatacak
bir şekilde eline çizik atılması; parmaklarının kesilip koparılması; bilek
hizasından elinin komple kesilmesi; dirsek hizasından elinin kesilmesi olarak
yorumlanıp belirlenebilir. Yüklü miktarda kamu-malının çalınması ise kolunun
komple kesilmesine neden olabilir. İslâm, hızsızın elinin kesilmesi
kânununu, mâsum insanların kafaları kesilmesin diye koymuştur. Ayrıca bu
el-kesme hükmü kabaca uygulanacak bir hüküm de değildir. Bu hüküm, hırsızlığın
ancak son aşamasında uygulanabilir. Zâten Kur’ân’da bu el-kesme cezâsı son
gelen âyetlerde konu edilir. El-kesme cezâsı Mâide Sûresi’nde geçer. Mâide
Sûresi Asr-ı Saadet Devri’nin başladığı zaman inmiştir. Herkes âdil bir ortamda
yaşamaktadır ve artık hırsızlığın gerekçesi kalkmıştır. Bu yüzden de “el-kesme
cezâsı” tâvizsizdir.
İslâm’da uygulanan İslâm cezâ kânununa göre, cezâların
verilmesi ve uygulanması için bir şart vardır ki, bu şart yaşana-gelen hayatta
tezâhür etmemişse, o suç için suçluya cezâ verilmesi bir yana, cezâ, suçun
ortaya çıkmasına neden olanlara kesilir. Yâni İslâm adâletine ve kânunlarına
göre, ilk başta, insanları suça itecek herhangi bir ortam, herhangi bir durum
olmamalıdır. Meselâ İslâm, zîna cezâsını vermeden önce bekâr erkeklerin
evlendirilmelerini; erkeğin evlenecek durumda olmaması üzerine yakınlarının ve
diğer müslümanların ona maddî yardım yapmalarını; bu da olmazsa ona uygun
biriyle yâni ondan çok şey istemeyecek biriyle evlendirilmesini ve o kişiye
yapılabilecek tüm imkânların hazırlanmasını devlete ve müslümanlara emreder. O
kişi ne yapıp-edilmeli, bir şekilde baş-göz edilmelidir. Gene de izdivaç hiç-bir
şekilde mümkün olmamışsa, Peygamberimizin önerisiyle o kişi belli bir zamana
kadar yâni Allah ona bir “kapı” açana kadar nefsini oruç tutarak terbiye etmeli
ve dizginlemelidir. Fakat bu durum yalnızca kısa süreliğine alınacak bir
tedbirdir. Tabî ki saygın kişiler tarafından bâzı telkinler de yapılır. İşte
tüm bu şartlar yerine getirilmesine rağmen o kişi yine de zînaya başvurursa İslâm
cezâ sistemi devreye girer. Uygulanan İslâm cezâ sisteminin olmazsa-olmaz şartı
budur. Bu şartlar yerine getirilmemişse hiç-bir cezâ uygulanamaz. Yine meselâ
yanında çalışan birinin açlık nedeniyle yiyecek bir şeyler çalmasının asıl
suçlusu, o kişinin iş-verenidir. Hiç kimse yanında çalışan birinin muhtaç bir
duruma gelmesine göz yumamaz. Alt-yapısı hazırlanmadan işlenen suçun sorumlusu
aslında başta devlet olmak üzere tüm ülkedir. Adam öldürme olayında da; öldüren
kişinin o cinâyeti işleme sebebi göz-ardı edilemez. Kişi, o cinâyeti bir çıkar,
kin vs. nedeniyle mi, yoksa bir zorlukla mecbûren mi işlemiş ona bakılır. Meselâ
kişi, öldürdüğü kişiyi bir fitne dolayısı ile de öldürmüş olabilir. Çünkü: “..Fitne, öldürmekten beterdir..”
(Bakara 191. Meselâ bu durum göz-önüne alınır ve ölen kişinin yakınları bu
duruma göre diyeti kabûl ederek af yoluna giderler. “Canlı fıkıh”, bunu
gerektirir. Zâten İslâm’da fıkıh, yazılmaktan çok yaşanan bir ilimdir. Fıkıh,
kâidelerini, Kur’ân-merkezli prensiplere aykırı olmayan hayattan ve olaylardan
alır.
Kısasta, maktûlün yakınlarına ya da mazlumun kedisine
sorulmadan cezâ biçilemez. Maktûlün yakınları ya da mazlumun kendisi
suçluyu-kâtili bağışlar ya da cezâlandırılmasına hüküm verir. Yâni kâtile ya da
zâlime ne yapılacağına maktûlün yakınları ya da mazlumun kendisi karar verir. Cezânın
uygulanması, mağdur olmuş kişiler ya da yakınları tarafından değil, devlet
tarafından verilmelidir. Bu şekilde suçlunun yada suçlu-yakınlarının mağdur
kişiye karşı kin gütmesi ve intikam-hissi duyması önlenir. Yâni, cezâyı verenin
sonradan cezâ görmemesi sağlanır.
İslâm’daki kânunlar ve Şûrâ denilen
istişâre meclisi, demokrasi gibi donuk, hareketsiz, cansız bir sistem değildir.
Demokraside hüküm bir-kez verildi mi artık o
şeyin önüne-arkasına bakılmaz. Şûrâda ise, olay o anda ele alınır ve
İslâm hükümleri merkezinde kişi canlı bir sorgulamaya-yargılamaya tâbi tutulur.
Şûrâ’da dinamik, hareketli bir yapı vardır. Kesin ve açık hükümler hâriç, her-an
tartışılabilir uygulamalar, düzenlemeler yapılır. Hayattan kopuk yargılamalar
ve hükümler uygulanmaz. Meselâ kısas durumunda karârı vermek halka âittir. Onu
affedecek mi yoksa ölümüne mi hükmedecek?, bunu ölenin yakını belirler, devlet
keyfine göre belirleyemez. Demokrasi çok mekanik, şûrâ ise canlı rûh içeren bir
yapıdır.
“Ey îman
edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı
özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi kâtilin) lehine,
onun (maktûlün) kardeşi (vârisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık
(yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktûlün vâris veya velisine)
güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir.
Artık kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap
vardır. Ey temiz akıl-sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki
sakınırsınız” (Bakara 178-179).
“Biz onda,
onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak
bağışlarsa o kendisi için bir kefârettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte onlar, zâlim olanlardır” (Mâide 45).
“Bu
nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da
yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki
bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak)
diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara
apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir-çoğu yeryüzünde
ölçüyü taşıranlardır” (Mâide 32).
Peygamberimiz de kısas hakkında şunları söyler:
Ebu Şüryeh radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Kim haksız yere, bile-bile öldürülürse velisi şu üç
şeyden birini tercihte muhayyerdir: Ya kısas ister, ya affeder, yahut diyet
alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (mâni olun)!” Sonra
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, şu âyeti tilâvet buyurdu: “Kim bundan sonra tecâvüz ederse ona elîm
bir azap vardır” (Bakara 179). Ebu Dâvud, Diyat 3, (4496), 4, (4504);
Tirmizi, Diyât 13, (1406).
İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Kim mü’min bir kimseyi bile-bile (âmden) öldürürse,
kâtil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa mâni olursa Allah’ın lânet ve
gadâbı onun üzerine olsun. Allah onun ne farz ve ne nâfile hiç-bir hayrını
kabûl etmez”. Ebu Dâvud, Diyât 17, (4539, 4540, 4541); Nesâi, Kasâme 29, (8,
40).
Kısasta sâdece kâtile ya da suçluya cezâ vermek
değildir amaç. Maktûlün ya da mazlumun yakınlarının da gönlünü teskin etmektir
aynı-zamanda. Kasten ölümlerde maktûlün yakınları o kişiyi affeder mi bilemem.
Fakat affetmek şart koşulmamıştır ve belki de çok-çok özel durumlarda böyle bir
şey yaşanabilir. Çünkü insanın gönlü teskin edilmediğinde affetmesi gerçek bir
affetme olmayacaktır.
Kısas, modern zamanlardaki gibi bir adâletsizliğe
dönük değildir. Bir-çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’deki modern hukuk(suzluk)a
göre de meselâ adamın biri 20 yaşındayken bile-isteye ve tasarlayarak birini
öldürse ve “müebbet hapis” denilen cezâyı alsa bile, aslında o cezânın yıl
olarak karşılığı en fazla “ağırlaştırılmış müebbet ise 30 yıl, normâl müebbet
hapis ise 24 yıldır. Bu kişi 44 ya da 50 yaşında çıkıyor hapisten ve diyelim ki
90 yaşına kadar yaşadı ve işlediği cinâyet sebebiyle kendisine ömür-boyu
yetecek bir kazanç sağladı, hapisten çıktıktan sonra kırk yıl boyunca gününü
gün edecek. Oysa maktûlün ya da mazlumun yakınları bir ömür-boyu acı ve gözyaşı
içinde yaşayabiliyor ve hayatları zindan olabiliyor. Modern hukuk, îdâmı
kaldırarak bu zulmün üstüne tüy dikmiştir.
Seküler yâni insan-merkezli kânunlarla-yasalarla adâletin
sağlanması zinhar mümkün değildir. Çünkü bu kânunları-yasaları çıkaracak
olanlar sınırlı akla ve irâdeye sâhip olan insanlardır ve insanlar, meseleyi
tüm vukûfiyetiyle ve ayrıntısıyla görebilecek ve kavrayabilecek çapa sâhip
olmadıklarından, çıkaracakları kânun-yasa eksik, hatâlı, kusurlu kararlar
olacaktır. Bu nedenle de yanlış hüküm vermeleri kaçınılmazdır. Hele ki ölüm-öldürme
ile ilgili konularda. Bu nedenle Allah/vahiy-merkezli hukûkun devreye girmesi
şarttır. Çünkü ancak bu şekilde adâlet yerine getirilebilir ve gönüller teskin
edilebilir.
Son-söz olarak şunu da söyleyelim ki; İslâm’da kânunlar
sâdece suç işleyeni cezâlandırmak için değildir, suç işlemeyi önlemek içindir,
suçu önlemek için.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder