13 Şubat 2016 Cumartesi

Konjonktürel Bilim Anlayışı


Modern-bilimin oryaya attığı hipotezler ve teoriler modernizm ile bire-bir uygundur. Çünkü bu hipotez ve teoriler modern zamanlarda ortaya atılmış ve tağutların desteği ile yapılan çalışmaların bir sonucudur. Bu nedenle ortaya atılan teorilerin hemen tamâmı modernizme aykırı değildir, olamaz. Çünkü mevcut Dünyâ’da kapitâlist-liberâl bir sistem ve ideoloji vardır ve bilimin destekleyicileri bu ideolojilerin kurucuları ya da önde gelenleridir. Bu ideolojilerden beslenenlerdir. Bilim-adamları büyük oranda bu desteklerden bağımsız çalışmalar yapamadıkları için bu ideolojilere uygun olmayan düşünceler üretemezler. Zâten onların bir-çoğu bu ideolojilerin çocuğudurlar. İlginç olan ise, müslüman bilim-adamları ve yazar-çizerleri de, vahye/Kur’ân’a aykırı olan bu ideolojiler merkezinde hazırlanmış olan teorilere (ilginçtir ki neredeyse hiç eleştirmeden) sâhip çıkmaları ve üzerlerine tüy dikmeleridir. Hem de bunu, Kur’ân’ı aşırı zorlayarak, yorarak ve onu tabir-i câizse “şamar oğlanı”na çevirerek yapmalarıdır.

 

Oysa bilimsel teoriler ve hipotezler bir ön-kabûlün, bir konjonktürün sonuçlarıdır ve modernizmin siyâsi ve sosyâl sonuçları ortada duruyorken ve hattâ gözümüze batıyorken, modernizmin ürünü olan bu teorileri hiç mi hiç eleştirmemeleri ve daha farklı düşünerek yeni teoriler üretememeleri hem anlaşılır gibi değildir, hem de utanç vericidir. Bir ideoloji ve dünyâ-görüşünün sosyâl ve siyâsal sonuçlarıyla bilimsel sonuçları arasında fark olmaz. Bir ideolojinin bilimsel çıkış-noktası ile siyâsal-sosyâl çıkış-noktası aynıdır, yâni aynı insan-tipidir ve bilindiği gibi modernizm en çok müslümanlar olmak üzere mazlumlara kan ağlatmaktadır. Bu nedenle modernizmin beşiği olan “batının ahlâkını, siyâsetini ve sosyo-kültürel yapısını almayalım ama bilimini alalım” demek hem beyinsizlik hem de bir düşüklük göstergesidir. “Teknolojisini alalım fakat ahlâkını almayalım” dediler ama tersi oldu. Teknolojisini aldığınızda otomatikman ahlâkını da almış oluyorsunuz zâten. O teknolojiler, mevcut ahlâk(sızlık)larının bir ürünüdür. O ahlâksızlık, kitleleri yok edecek silahlar üretir meselâ. Müslümanlar, batı’nın teknolojilerini bir-türlü alamazlarken ya da aldıkları teknolojilerin sâdece “kabuğunu” alıp içeriğini alamamışlarken; ne kadar ahlâksızlıkları varsa aldılar ve alıyorlar. İşte cezâ budur!. 

 

Müslüman bilim-adamlarını büyük hatâsı şudur: Evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl ediyorlar; insanın yaratılışını pozitivistler gibi evrimsel süreçlerle îzah ediyorlar, sonra da diyorlar ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar “tesadüfle olmuştur” deseler bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptıkları için “tasarım”ı kabûl etmiş olmuyorlar mı?.

 

Ey müslüman bilim-adamı!; eğer modern-bilime hiç-bir eleştirin yoksa, anlattığın şeyler sâdece modern-bilimin hikâyesi ise ve kendi kişisel bir düşüncen-teorin-hipotezin yoksa, sen aslında modern-bilimin büyüsü altında onun taşeronluğunu yapıyorsun demektir. Yine; yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan:

 

“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır”. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.

 

Çoğu insan bilim-adamlarından duyduğu her-şeyi mutlak birer doğru zanneder. Bilim-adamlarının bir-takım felsefi ya da ideolojik ön-yargılara kapılmış olabileceklerini aklına getirmez. Çünkü halk, bilim-adamlarını “lâ yüsel” ve “lâ yuhti”: “hesap sorulmaz ve hatâ etmez” zannediyor. Tabi birileri de onları o şekilde gösteriyor. Oysa bu bir aldanmadır, çünkü bilim-adamlarının bir bölümü, sâhip oldukları bâzı ön-yargıları ya da bağlı oldukları felsefî görüşleri bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri hâlde, evrendeki ve canlılardaki tasarımın ve düzenin tesadüfen ortaya çıktığını savunurlar. Evet; bilim-adamlarının çoğunun temel ön-kabûlleri vardır ve teorilerini bu ön-kabûllere göre şekillendirirler. Çünkü mevcut hayattan bağımsız düşünce üretilemez. Bu yüzden belki de bilim-adamlarının ne dediğini dinlemenden önce, onların oto-biyografilerine bakmak gerekir. En azından müslüman âlimler bu kişilerin “cerh ve tâdilini” yapmalıdırlar. Kâinât tümüyle modern-bilim ön-kabulüyle yorumlanmaktadır. Peşînen doğru kabûl edilen hipotez ve teoriler ile yapılan gözlemler, mutlak-doğru kabûl edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Bu yüzden meselâ Big-Bang Teorisi aslında bilimin değil, bilim-adamlarının kendi felsefi ön-kabûllerinin bir sonucudur. Bu kabûl ediş, “fikrî bir kabûl ediş” değil; arzuların kışkırttığı bir kabûl ediştir. Duygusal bir kabûl ediş. Karârı veren, arzu ve hevâ-i hevestir. Halk da zâten duygusal bir kabûl edişle anlamadan kabûl ediyor Big-Bang’i ve diğer teorileri.

 

Hangi teorinin/düşüncenin kabûl edileceği, medeniyetin hangi medeniyet olduğuyla alâkalıdır. Batı medeniyeti başka, İslâm ise başka sonuçlar üretir. Çok az ve sınırlı alanlarda benzer sonuçlara varabilirler. Her paradigma kendine-özgü bir toplumsal/bilimsel/siyâsal yapı üretir çünkü. Kişi içinde bulunduğu sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez.

 

Abdurrahman Arslan:

 

“Unutmamak lâzım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde faâliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabî ki büyük nispette zihni kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduğu gibi o ortama uyum göstermek için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur. Dolayısıyla akıl boşlukta oluşmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken berâberimizde getirdiğimiz bir şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir; yâni bir-yandan yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla kirlenmiş malzeme, aklı inşâ ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış hareket eder. Hiç-bir bilgi tarafsız değildir ve kendine göre bir sosyâl-dünyâ kurmak ister” der.

 

Erol Anar:

 

“İnsanların çoğu aslında toplumsal-yaşam içerisinde gerçeği aramazlar, daha doğrusu gerçek diye bir sorunları yoktur. Çünkü çoğu-zaman gerçeğe ulaşma çabası riskli ve tehlikelidir. Bu yüzden “sistem” tarafından kendilerine sunulan sanal-gerçekliği yaşamayı tercih ederler. Çoğu insanın sorunu, içinde bulunduğu konumu korumak ve geliştirmektir. Bunun için, gerçek olmadıklarını bilseler de inanırlar ya da inanmış görünürler. Öyleyse toplumun bütünü için gerçek ya da gerçeklik diye bir kavram söz-konusu değildir.

 

Gerçeği ve hakîkati arayanların başına ise târihsel olarak hep kötü şeyler gelmiştir. Gerçek, sistemin düşmanıdır, onu en ince yerinden kırar, dağıtır.

 

Matrix filminin ünlü bir sahnesinde, filmin bir kahramânı kaşığı bakışıyla büken diğerine şöyle der: “Aslında kaşık yoktur.”

 

Gerçekte böyle midir?

 

Aslında kaşık vardır, ama kaşığın bükülmesi eylemi yoktur. Bu bir illüzyondur, yalnızca beyinde öyleymiş gibi algılanmaktadır. Ama öyleymiş gibi  algılandığı için, onu algılayanın gözünde “gerçek” olarak nitelenebilir. İşte manipülasyon da böyle bir-şeydir, tıpkı kaşık gibi gerçeğin bükülmüş ve başka bir-şeye dönüşmüş şekliyle gösterilmesidir.

 

Simulasyon kuramını geliştirmiş olan Jean Baudrillard’a göre ise simulakrum, orijinali, gerçeği, ilk-örneği olmayan; kendisi zâten kopya olan bir şeyin kopyasını anlatan bir terimdir. Baudrillard, gerçeğin çöktüğünü ve onun yerini “hiper-gerçeklik”in aldığını ve bir simulasyon çağına girildiğini savunur. Bu hiper-gerçeklik, hem sistem hem de gönderen olarak ortadan kaldırıp model düzeyine yükselttiği gerçeği yok etmektedir.

 

Resmî ideolojinin egemen olduğu rejimlerde ise, yine sistem kendi ideolojik aygıtları eliyle “sanal bir gerçeklik” yaratır ve toplum algılayışında bunun gerçeğin yerini almasına çalışır. Gerçeği savunarak “sanal gerçekliğe ve yalanlara” karşı çıkan kişiler ise cezalandırılırlar. Çünkü sisteme göre “gerçeklik” yoktur, yalnızca kendi “sanal gerçekliği” gerçektir. Neyin gerçek, neyin sanal olduğu bir-birine karışmıştır. “Gerçek”, Büyük Birader’in sözleri ve ideolojisidir; bunlar da konjonktüre göre değişebilir” der.

 

Mahcub Taha:

 

“Hiç-bir araştırmacı, çalışmasına kişisel duyguları ve psikolojik yapısından tamâmen bağımsız olarak yaklaşamaz. Aksine araştırmacı belli bir felsefeye dayalı referans çerçevesi ile ilişkisi içinde oluşan tutkularını, görüşlerini ve beklentilerini araştırmasına yansıtmaktadır” der.

 

Yusuf Kaplan:

 

“Kişinin durduğu ve baktığı yer, gördüğünü etkiler, belirler” der.

 

Caner Taslaman:

 

“Dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus, fizikçilerin her ifâdelerinin fizikle ilgili olmadığıdır; fizikçiler kimi-zaman evren veya madde üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyâde akademik kimlikleriyle değerlendirenler, bir-çok zaman bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırabilmektedirler.

 

Hayâtımızda bâzı görüşleri belli bir şekilde edindikten sonra artık bunlar ön-kabûl olarak zihnimize eşlik eder ve bir-çok olguyu bu ön-kabûllerle değerlendiririz. Her gördüğümüz olguda, bu olguyu anlamamızı mümkün kılan ön-kabûlleri en baştan gözden geçirmeye hiç-birimizin gücü yetmez; bu yüzden daha önce edindiğimiz belli kanaatler, sonraki olguları değerlendirmemiz için “ön-kabûl” görevi görürler” der.

 

Atasoy Müftüoğlu:

 

“Tefekküre yabancılaştırıldığımız, kaba bir pozitivizme saplanıp kaldığımız için bilimlerin sınırlılığını fark etmiyoruz, bilim için hâlâ pek çok şeyin büyük bir meçhûlden ibâret olduğunu hatırlamıyoruz” der.

 

Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir zihinle gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi de belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.

 

İnsanlar sapık fikirler de üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal-Ruh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücut felsefesi gibi. Bu felsefelere bakarsanız, her-şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da söylendiği gibi olduğunu, her şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu felsefelerde hiç-bir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler olduğu “âlim”lere açıktır. Bir fikrin var olmuş olması onu ille de meşrûlaştırmaz.

 

Bilimin içinde insan unsuru  bulunmaktadır ve insanların toplumsal şartlanmalar, ön-yargılar, apriori kabûller, kavramsal ve kapasite yetersizlikleri gibi sınırlılıkları vardır.

 

Kâinâtı anlamak için gözlemcinin özne, gözlemlenenin ise nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun tam tersini yaparak çeşitli modern dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna sokarak, gözlemlenenin sorgulanmasına ve eleştirilmesine izin vermiyor. Rousseau:

 

“Özne ile nesne arasında kesin bir mesâfe vardır ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal, siyâsal, ideolojik kabûllerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.

 

Bilim, toplumsal bir değer/yapı ön-görmez, ön-göremez de.. Bu sebeple toplumu/insanı ikinci plâna atar ve ürettiklerini tüketen bir nesneye dönüştürür.

 

Bilim felsefecisi Caner Taslaman da:

 

“Bilim-insanlarının her görüşünün bilimsel olmak zorunda olmadığına, bilim-insanlarının da felsefi, teolojik, ideolojik, kültürel ve alışkanlıklarından kaynaklanan kanaatleri olduğuna ve asıl önemlisi, bilimsel olguları yorumlarken bunların etkisinde olabildiklerine dikkat edilmelidir. Kısacası bilim-insanlarının, bilimsel konularda yaptıkları her açıklama “saf bilimsel” değildir. Çözümsüzlükle oluşan boşluklar, bir-çok zaman apriori inançlarla, felsefî veya teolojik görüşlerle doldurulmaya çalışılır” der.

 

Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda, bilim-insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim-insanlarının çalışmalarına başladıkları zamanki ön-görülerini haklı çıkarmak için gerek aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını belirtir. Thomas Kuhn’un, bilim-insanlarının sâhip oldukları paradigmanın ön-kabulleriyle olguları değerlendirdiklerini ve bu ön-kabullerden dolayı objektif olamadıklarını söyler.

 

Thomas Kuhn: “Bir bilim-adamının, bağlılığını bir paradigmadan başka bir paradigmaya kaydırması durumunda, onun bütün Dünyâ’ya bakış-tarzı değişir ve bir bakıma onun için Dünyâ çok farklı hâle gelir” der.

 

İnsanlar tüketişine göre düşünürler. Buna bilim-adamları da dâhildir. Modern tüketiş-biçimleri, modern düşünüş-biçimleri doğurur. Bu da bu biçimlere uygun bilimler üretir ki modern-bilim budur.

 

Kuram/teori seçiminde baz alınan şey nedir?. Ortada somut bir gösterge olmadığına göre mutlaka bir fikirsel/düşünsel/inançsal baz gerekir. Peki bu baz ne/neye göre olmalıdır? Konjonktür mü?; din mi? Sorun, temel-ilkenin ne olacağı sorunudur. Bizce bilim, bir kriterden yoksundur. Ya da bilimin bir-çok kriteri vardır ve bu kriterlerin bir sonu da olmaz. Kriterlerini konjonktür belirler. Bilimin gerçek bir kriteri yoktur.

 

Bilimsel teoriler, genel olarak Dünyâ’nın “genel ideolojisi”ne uygun olurlar. Dünyâ’da hangi ideoloji hüküm sürüyorsa ona uygun olan teoriler üretilir ve kabûl edilirler. Devrimler, bilimsel-devrimleri de yanında getirir. Artık bilim-anlayışı da “devrim”e uydurulur. Kuhn; bilimsel değişimin temelde birikimsel değil de bağlantısız ve devrimsel olduğunu öne sürer.

 

Celâleddin Vatandaş:

 

“Şurası açıktır ki, ideolojinin toplumsal fonksiyonu, toplumsal yapı hakkında bireylere doğru bilgi vermek değil, bu yapıyı destekleyecek eylemlere yöneltmektir. İdeoloji, taraftarlarına neyin değerli, neyin değersiz olduğunu; neyin korunup devâm ettirilmesi veya neyin değiştirilmesi gerektiğini gösterir ve bu yoldan taraftarların davranışlarını şekillendirir. Bilmek ve anlamak ile ilgilenen felsefenin ve teorinin aksine, ideolojiler toplumsal ve politik tavır ve davranışlarla ilgilidir. İdeolojiler, fertleri politik davranışa ve bu davranışın genel çerçevesini belirlemeye sevk eder. Şu-hâlde ideoloji, kaçınılmaz biçimde sahte bilgidir. Bu demek değildir ki, ideolojilerde doğru bilgi öğeleri yoktur. Elbette ki vardır. Ama önemli olan, ideolojik bilginin, gerçek karşısında yetersiz bilgi olmasıdır: Çelişkileri saklayarak, bireylerin deneyimleriyle sınırlı bir ilişkiler ağını genelleştirip temsil ettiği için sahtedir, hayâl ürünüdür, ideoloji, toplumsal kuruluşu oluşturan ilişkilerin tümel birliği yerine, doğru olarak, bu kısmî ve sübjektif ilişkileri ve onlara ilişkin bilgiyi sunar. Bu işleviyle, bir birleşme, dayanışma aracı, ortamıdır; ama, îmal edilmiş bir Dünyâ’da ideoloji, ne-denli bilimsel görünme çabasının ürünü olursa-olsun, pek-çoğu açık ve ispatlanabilir olmaktan uzak düşünceleri birbirine bağlayan önermeler demetidir. Doğru olduğu ileri sürülen şey, denetimden geçirilmez. İdeologlar, olgular dizisinden kendi iddialarını, sübjektif ispatla destekler görünenleri seçer ve öne sürerler. Bu bağlamda ideologların amacı, var-olduklarına inandıkları ve başkalarını inandırmak istedikleri şeylerin gerçek ve doğru olduğunu saygın (bilimsel) yöntemlerle kanıtlamak değil, bunu başkalarına benimsetmektir. İdeologlar, haklılıklarını ispatlamak isterler. Delillerin kendi ileri sürdükleri gerçeklikte olduğunu savunurlar. Onları yalanlayabilecek her-şeyi, her yolu inkâr ederler. Bu açıkladıklarımızın bir başka açıdan, Bell tarafından ifâde edilen biçimiyle; ideoloji, bir siyâsal topluluğun soyut değerlerini kapsayan, somutlaştıran, yorumlayan bir söylem/belirtim sistemidir. Aşkın bir ahlâk anlayışına (örneğin târihe) dayanarak, içerdiği değerlere ve inançlara haklılık kazandırmak ister. Ayrıca, haklılık kazandırmaya çalıştığı inançları gerçekleştirmek için, insanları eyleme katılmaya çağırır” der.

 

Atasoy Müftüoğlu:

 

“Her bilim-disiplini mutlaka bir Dünyâ-görüşü ile ilintili bulunmaktadır. Modern-bilim okulları da doğal olarak modern Dünyâ-görüşünün bir yansımasıdır” der.

 

Althusser’e göre insanın bilincini, Dünyâ’ya bakış çerçevesini, sosyâl hayâtı kurgulayışını sağlayan referans ideolojidir. Bilinç Dünyâ’sı, insanın içinde yer aldığı maddî koşullar tarafından belirlendiği için, ideoloji insanla onun maddî ortamı arasına giren bir bağ olarak çevresini yorumlamasını sağlamaktadır. Bu anlamda ideoloji “yanlış bilinç” (false consciousness) işlevi görmektedir.

 

J. J. Rousseau:

 

“Modern-bilim ve kapitâlizm, modernizmin aslî bileşenleri olarak, paylaştıkları evren tasarımıyla modern Dünyâ’nın biçimlenmesinde önemli etkiye sâhiptir. Modern-bilim ve kapitâlizmin eş-zamanlı olarak ortaya çıkmıştır/çıkarılmıştır. Modern-bilimin temelleri, batı uygarlığının kabuk değiştirdiği bir dönemde atılmıştır. Avrupa’da özellikle 16.yy.dan îtibâren başlayan iki önemli gelişme vardır: Modern-bilim hareketi ve yükselen kapitâlizm. Bir-yanda Newton, Descartes, Galileo gibi bilim hareketinin öncüleri; diğer yanda da feodâl engellerden ve kilisenin baskılarından kurtuldukça gelişen ekonomik girişimciler. Bu iki önemli gelişmenin birlikte yol alabilmesinin târihsel ve sınıfsal temelleri bulunmaktadır. Her ikisi de feodâl-aristokratik kurumlardan ve kiliseden özerkleştikçe, orta-çağın kurumlarını toplumdan ve evrenden izole ettikçe genişlemektedir. Bu engeller aşıldıkça yeni bir evren de kendini göstermektedir: Modernite.

 

Modern-bilim ve kapitâlizm, târihsel uzlaşmalarının yanında, aynı evren modelinin üretilmesine katkıda bulunmak ve yeni evrenin havasını solumak anlamında da bir mutâbakata varmaktadır. Bu ikilinin modernitenin sac-ayakları olarak anılmalarını mümkün kılan ortak bir evren-anlayışları bulunmaktadır. Bu evrenin hangi uzlaşımlar aracılığıyla belirlendiğinin ortaya konulması, modernite evrenini ve onun rasyonelliğini anlayabilmek açısından stratejiktir. Bilim-hareketinin öncüleri (örneğin Descartes) ile yeni Dünyâ’nın diğer öncüleri olan ekonomik girişimcilerin (örneğin Fuggerler) ortak bir düzlemde nasıl buluşabildiğinin anlaşılması, aynı-zamanda modern Dünyâ’nın temellerinden birine de ışık tutacaktır”. der.

 

Birileri meselâ insanların evrimleşmesi, maymun, mağara vs. gibi saçma târihler-düşünceler hayâl ederek onun üzerinde çalıştı ve onlara göre argümanlar topladı ve onları savunmada o argümanları kullandı/kullanıyor. Oysa siyâset farklı olsaydı farklı argümanlar toplanıp o argümanlara göre yorumlar yapılırdı. Meselâ Dünyâ’da siyâseten İslâm hâkim olsaydı onun yönlendirdiği argümanlar toplanıp yorumlanır, ona göre kolaylıkla argümanlar bulunabilirdi ve farklı sonuçlar ortaya çıkardı. Bu iş hangi siyâsi konjonktürün iş-başında olduğu ile alâkalıdır. “Hangi siyâsete, düşünceye, ideolojiye göre argüman toplanacak?” sorun budur.

 

Şahabeddin Yalçın’ın “Kuhn ve Bilimsel Relativizm” adlı makâlesinde bu konu irdelenir ve şunlar söylenir:

 

“Bilimsel bilgi, birikimsel bir şekilde yâni yeni bilimsel kuramların önceki kuramlar tarafından keşfedilen olgulara yeni olgu ekleme biçiminde ilerler. Bilimsel Relativizm: “Hakîkat, bilimsel kuramlardan bağımsızdır” der.

 

Kuhn’a göre bilimsel kuramların temel amacı hakîkate ulaşmak olmadığı gibi, hakîkat da bilimsel kuramlardan bağımsız değildir. Kuhn’a göre bilimsel bilgi tıpkı dil gibi esas îtibâriyle bir topluluğun ortak-malı olduğundan onu anlamak için onu yaratan ve kullanan grupların genel niteliklerini bilmek gerekir. Kuhn, bilimsel değişimin devrimsel usunun temelinde, bilim-adamları topluluğunun bilimsel araştırmalarını farklı inanç, teknik ve ‘olgular’ içeren bir ‘paradigma’ içerisinde yapmaları olduğunu iddia eder. Bu ise bilimsel kuramlar arasında vârolduğu düşünülen devamlılığın olmadığı anlamına gelir. Kunh’a göre ‘paradigma’, bilim-adamları topluluğunun bilimsel ilgilerini, fenomenlerin nasıl görülmesi gerektiğini, neyin olgu olarak kabûl edilip neyin reddedilmesi gerektiğini ve bilimsel yöntemin karakterini belirler.

 

Kuhn’un devrim yaratan bilim-felsefesine göre, bilimsel bir disiplinde paradigma değişmesi, bir-takım rasyonel ilkelere değil, bunun yerine o disiplinde araştırma yapan bilim-adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine yahut kararlarına dayanır. Öyle ki, Kuhn, paradigma seçimini bir siyâsi kurumlar kümesi seçimine benzetir: “Siyâsi devrimlerde olduğu gibi, paradigma seçiminde de ilgili bilim-topluluğunun tercihinin üstünde her-hangi bir ilkeler manzûmesi yoktur”. Bilim-adamları topluluğunun seçimi de her zaman rasyonel ya da bilimsel değildir. Başka bir deyişle, Kuhn’a göre bilim-adamlarının kararlarında bilimsel normlara dayanmayan târihsel ve toplumsal etkenler önemli rôl oynar. Kuhn’un bilim-felsefesine göre bilimsel kuramlar rasyonel gerekçelerle değil, sosyolojik sebeplerle kabûl ya da red edilir”.

 

Meselâ Higgs bozonu için bir yazıda şu söylenmiştir:

 

“Cenevre yakınlarındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda (BHÇ) yürütülen iki deneyden ATLAS'ın sorumlusu Fabiola Gianotti, düzenlenen basın toplantısında 126 giga elektron volt (GeV) aralığında sinyal aldıklarını söyledi”.

 

Görülen bir şey yok, alınan bir sinyâl var ve alınan bu sinyâli aranılan şey olarak kabûl edip-etmeme durumu var. Kabûl edilecekse gerekli işlemlerin/prosedürlerin tamamlanmasından ve açıklamanın yapılacağı sahnenin hazırlanmasından sonra parçacığın bulunduğu açıklanacak.

 

Batı paradigması; laik, seküler, kapitâlist, liberâlist, neo-liberâlist, hazcı, konformist, modernist, bireyci, hümanist, emperyalist, şerefsiz, tağutist bir paradigmadır. Bu paradigma, şeytanın telkin ettiği ve dayattığı, uşaklarının da ne pahasına olursa-olsun uygulamaya soktuğu/sokmaya çalıştığı bir paradigmadır.

 

Tağutun uşakları, sınırsız şehvetlerinin bir sonucu olarak hayâl ettikler piyasayı oluşturmak ve oturtmak için kâinât örneğinden yola çıkmanın kolaylığını ve etkisini fark ettikten sonra, istedikleri piyasa düzenine uygun bir evren tasarımı ortaya attılar ve bunu çeşitli yollarla tüm Dünyâ’ya yansıttılar. Evrenin mekanik ve serbest bir hareketi olduğunu ve bunun doğal bir şey olduğu için piyasanın da “serbest” bir durumda olmasının doğal olduğunu ve ahlâk ile de örtüştüğünü göstermeye çalıştılar ve büyük ölçüde de bunu başardılar. Artık herkes “serbest”liğe meftûn bir şekilde hareket etmeye başladı. Bu durumun en büyük destekçisi olan şehvet de bunu körükleyince haz-perestlik öne çıktı ve haz da en çok “tüketerek” sağlanabiliyordu. Artık “ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun ve başarılısın” düşüncesi Dünyâ’ya hakim oldu. Bunu modern-bilim ve neo-liberâlizm, çok büyük engel olan kilise/din bakış-açısını sınırlayarak yaptı.

 

Bunlarınki sapıklıktan başka bir şey değil. Zâten yaptıklarının kötü sonuçları ortada. Yaptıkları doğru ve iyi bir şey olsaydı, sosyâl/kamusal alanda çirkin bir şekilde mâkes bulmazdı.

 

Ali Bulaç:

 

“Sosyâl blôklar, gruplar, cemaât ve topluluklar dağıtıldıkça, birey atomize olmakta, bu da devletin ceberrutlaşma imkân ve isteklerini daha çok arttırmaktadır. En demokratik Batılı ülkelerde en ceberrut devletler vardır ve fakat târihte görülen kaba ceberrutluktan farklı olarak modern devlet, bilim, teknoloji ve kurumlar aracılığıyla bu ceberrutluğunu rafine etmekte, hattâ gizleyebilmektedir” der.

 

İnsan, bir şeyi sorgusuz-suâlsiz kabûl etmeye programlandığında, gerçeklerin gösterilmesi bile onu yolundan çevirmeyecek ve inandığı şeyin doğru olduğunda, ısrarcılığını ölümüne koruyacaktır.

 

Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek-çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.

 

Her bilgi-sisteminin mutlakâ bir sosyâl boyutu olduğunu savunan J. Habermas; amaçların, çıkarların v.s. bilimsel araştırmalarda ve bilimsel bilginin ortaya konmasında önemli olduğunu söylüyor.

 

Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî tartışma, târihsel arka-plânından yalıtılarak anlaşılamaz.

 

Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek Evrim Teorisini ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori üretilmiştir. Demek ki tüm teoriler sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar. Orijinâl teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar-dünyâsına yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar-dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde de etkili oldu.

 

Demek ki Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişiyor. Dolayısıyla görüşleri değişiyor. En uygun bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.

 

Karl Popper:

 

“Teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir. Fakat bir-çok kişi bilimsel metodolojinin objektif olduğunu ve bilim-insanlarının olgulara “tabula rasa” bir zihinle (boş bir zihinle) yaklaştıklarını sanmaktadır. Üstelik bilim-insanlarının zihinlerinin endişelerle ve ön-yargılarla en çok dolu olduğu ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan biri zihin felsefesidir” der.

 

Popper, teorinin gözlemi öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır. Bu da bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı sonucuna götürür.

 

Bilim anlayışına göre önce hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup-olmadığını test etmek için gözlem ve deney yapılır. Aslında bu, felsefî bir önermenin test edilmesi ve paradigmaya/konjonktüre uygunsa çeşitli kanallarla telkinin yapılmasıdır. Bilim-adamlarının yaptığı şey, bir ön-inanışa delil yada “kılıf” bulmaktır. İlk-önce masa-başında bâzı işlemler ve düşünceler üretmek, sonra da bu düşüncelere uygun gözlem yapmaktır yaptıkları. Bu tür bir gözlem, ön-yargıyla yapılan bir gözlemdir. Ön-yargılarına uydurulacak bir gözlem.

 

Tayfun Er:

 

“Tezinizi gündelik hayattan ispatlayamazsanız o tez skolastik bir iddia olur” der.

 

Dindar bilim-adamlarına göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç” olunca hem Evrim Teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk kazanıyor. Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin Allah’ın kontrôlünde olması o şeyleri meşrû hâle mi getirir. Her türlü saçmalık “Allah’ın kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?.

 

Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:

 

“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır”.

 

Margaret Macmillan:

 

“Her neslin kendi ön-yargıları ve ilgileri vardır” der.

 

Atasoy Müftüoğlu:

 

“Her-hangi bir şey hakkında ön-yargılı olanlar, hiç-bir zaman gerçeğe, doğruya, hakîkate ve iyiye ulaşamazlar. İdeolojik propaganda ve güdümleme yoluyla bilgi ya da inançlar, gerçek bilgi ve inanç değil, basma-kalıp alışkanlıklardır” der.

 

Hz. İbrâhim’in toplumu, ilm-i nücûmda (yıldız ilmi) ileri bir seviyedeydi ama bu, yıldızların ilâhlaşması sonucunu getirmişti. Hz. İbrâhim yıldızların zannettikleri gibi olmadığını söylediğinde ateşe atılmaya kadar vardırmışlardı işi. Allah’sız gözlemledikleri yıldızlar ilâhlaşmayla sona ermişti. Zâten Allah’sız incelenen her-şey sonunda put hâline gelir.

 

Ivan Illich:

 

Gerçekliğin kendisi insanın karar vermesine bağlı hâle gelmiştir” der.

 

                İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil ediliyor. Meselâ Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği bilgisi doğru olan bir bilgi değil, “kabûl edilmiş” olan bir bilgidir, fakat aslında “on numara” bir yalandır. Çünkü daha önceden Amerika’da başkaları (Maya, İnka, Aztek uygarlıkları) vardı ve huzur içinde yaşıyorlardı. Fakat yalan daha câzip geldi. O yalan işlerine yarıyordu ve yarayacaktı. O şekilde kabûl etmek işlerine gelmiştir/geliyor.

 

İşte modern-bilim de finansörlerin dayattığı ve bilim-adamlarının da “kabûl ederek” resmîleştirdiği ideolojilerdir. Finansörler “karar” verdiler, bilim-adamları da “kabûl” ettiler ve “anlaşma” tamamlandı. Modern değer-yargıları bilim-adamlarına nasıl düşüneceğini öğretmiş ve kabûl ettirmiştir. Artık ne söylerlerse ve nasıl düşünürlerse-düşünsünler, o, modernizme tam-uygun olacaktır.

 

Kuantum felsefesine göre ölçülmek istenen şey, gözlemcinin görmek istediği şeye göre değişir. Kuantum teorisine göre, “atom-altı”nın parçacık mı dalgacık mı olduğuna karar veremiyorlar. Dalgacık (soyut) mu, parçacık (somut) mu olduğu, bilim-adamının (gözlemci) keyfine göre değişir. Onu nasıl tanımlamak isterse öyle olur. Tabi bu keyfî bir yargıdır.

 

Bilindiği gibi; Firavun’un sarayında kendisine çeşitli şekillerde yardımcı olan sihirbazlar vardı. Bu kişiler-sihirbazlar o devrin kimyâger/bilim-adamlarıydı. Firavun onların yeteneklerini/âsâlarını iyi kullanmaları karşısında onlara ayrıcalık tanıyordu. Bu ayrıcalıkların hatırına onlar da Firavun’un istediklerini (kulluk) yapıyorlardı. Aslında yaptıkları, halkı kandırmak için ortaya serdikleri bir çeşit düzenbazlıktı. Onlara tasmayı takmış olan Firavun istediğini yaptırıyordu sihirbazlara. İşte; “modern Firavun”ların modern kulları da benzer bir durum sergiliyorlar. Efendilerinin istekleri doğrultusunda “bilimsel sihirbazlıklar” (Big-Bang, Evrim Teorisi) yaparak halkın aldatılmasına neden oluyorlar.

 

Evrim Teorisi 1859 yılında değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göstermezdi ve yayılamazdı. Zâten müslümanlar içinden bunu söyleyenler olmuştu fakat o zamânın konjonktürü bu düşünceye uygun olmadığından o târihte fitne olamadı. Aynı şekilde Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki gösteremezdi. Bu teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi aslında felsefî tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya atılabilirdi. Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu teorileri tampon olarak kullandılar. Eldeki malzemeye göre ev yaptılar.

 

Hangi bilim-anlayışında olduğunuz, yapılan bilimsel! açıklamaların hangisini seçtiğinizle alâkalıdır. Bu seçimi hangi ön-bilgiyle yaptığınız belirleyici etkendir. Meselâ apriori/ön-kabûl olarak Big-Bang Teorisi’ni doğru kabûl ettiğinizde, artık olguları da buna göre değerlendirmeye/yorumlamaya başlarsınız.

 

Bilindiği gibi Kur’ân’daki âyetleri bir-kaç farklı şekilde yorumlayabiliyoruz ve yorumlar tutarlı da olabiliyor yarı-tutarlı da. Bu yorumlamadaki fark, kelimeleri hangi anlamda alacağımızla ilgilidir. Kavli âyetleri yorumlama serbestimiz olduğu gibi kevnî (varlığa âit) âyetleri de yorumlama serbestimiz vardır. Kevni âyetler toplamı olan kâinâtı da farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Kâinâtın bize verdiği farklı seçeneklerden birini seçebiliriz. Yâni “seçmemize” göre farklı yorumlar yapılabilir. “Tek yorum” zorunluluğundan böylece kurtulabiliriz. Tabî ki yapılan yorumların içlerinden sâdece biri en doğru yorum olacaktır.

 

İnsan önce inanır, sonra argümanlar toplar ve üretir. İnanmadığı şeyi ne yapıp edin, ne kadar delil getirirseniz getirin kabûl etmeyecektir. İnanmayacak olana delil yetmez. Bir-çok teori daha ortaya atılabilir ve bu “bilimsel!  olarak desteklenebilir. Bu insanların isteklerine ve hayâl-güçlerine kalmış bir şeydir. Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi; teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir.

 

Dîni arkaya atan bilim-adamları, kâinâtı yaratılmış olarak değil de yaratıcı olarak gördükleri için doğru bir sonuca ulaşamıyorlar. Eğer kâinâtı yaratıcı olarak değil de, yaratılmış olarak görselerdi, evreni bütün yaratılmış olan varlıklar için geçerli olan kurallara (sünnetullah) göre yorumlayacakları için doğru sonuca ulaşmaları zor olmayacaktı.

 

Kuramlar, deneyler, düşünceler vs. belli bir amaç doğrultusunda ortaya atılır ve geliştirilirler. Yâni ön-kabûlden sonra eyleme geçilir. İşte sorun, bu ön-kabûlün neye göre olduğudur. Bu ön-kabûlün oluşmasında çeşitli unsurlar/etkiler vardır. Hattâ tüketim-biçimi bile bunu belirler. Yâni temelde bilim değil, bir inanış, düşünüş vardır. Önemli olan bu inanış/düşünüşün kâinâtın kendisiyle uyumlu olup-olmamasıdır. Ben diyorum ki, modern-bilim mü’min kâinat ile uyumlu değildir. Çünkü, evrenle mutlak-uyumlu olan vahiyle/Kur’ân’la uyumlu değildir. Vahiyle kâinât bire-bir uyumlu olduğu için, ön-görülen düşüncenin de vahiyle uyumlu olması gerekir.

 

Câbiri; Bilimsellik iddiasıyla çok sayıda teorinin ortaya çıktığını, aslında bunların, bilimi kendi ideolojik gerçeklerine maske olarak kullanıp, bilimsel nesnelliğin arkasına sığındığına dikkat çeker.

 

Alain Touraine de, modernizmin en önemli özelliklerinden birinin, toplumda, Tanrı’nın yerine bilimi yerleştirmeye çalışması olduğunu söylemiştir.

 

Yûsuf Özkan Özburun:

 

“Her çağın bir bilim telâkkisi var. Hattâ o çağın içinde de değişebiliyor bu. Siz hangi telâkkiyi, hangi kalıpları kabûl ederseniz, hangi temel esaslardan hareketle yürürseniz ona göre bir deney/gözlem/bilim anlayışına varırsınız” der.

 

Bilim, zamânın telâkkisine göre şekillenir. Zamânın en ünlü ama yanlış teorileri olan Big-Bang ve Evrim Teorileri “zamânın telâkkisi”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder