Tasavvuf, TDK sözlüğünde; “Tanrı'nın niteliğini ve
evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıklayan dînî ve
felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye geçer. Lûgatlerde ise değişik tanımlamalar
mevcuttur ki genelde gerçek anlamı yansıtmazlar.
İslâm, ilk-insan yâni Hz. Âdem ile başladığından,
İslâm’ın olmadığı bir zaman olmamıştır. Bu nedenle “vâr-oluşun doğal ve normâl
zorluklarını ve dînin yüklediği bedelleri ödemeyi göze alamayanların; meseleyi aşırı
yoruma tâbi tutarak geliştirdiği Bâtınilik-mistisizm yâni İslâm’i literatürdeki
isimlendirmeyle tasavvuf, dînin sulandırılıp güyâ kolaylaştırıldığı ve salt bir
ahlâk ve keşif ile aşırı yorum şekline dönüştürülmüş bir şirk sistemidir.
Zamira Ahmedova, tasavvuf kelimesinin anlamı hakkında
şunları söyler:
“Tasavvuf” kelimesine bakıldığında onun “sufi” kelimesi ile aynı kökten
geldiği görülür. Sufi kelimesinin nereden geldiği konusunda çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Bunların bâzıları şunlardır; “Ashâb-ı Suffe”, “Saff-ı
Evvel”, “Safevi”, “Sophia” ve “Suf”. İleri sürülen bu kelimeler “sufi”
kelimesine benzer görünmekle berâber, bâzılarının mânâ bakımından da yakınlıkları
vardır. Bu konuda Kelabâzi şunları aktarmaktadır: “Sufi kelimesi ile ilgili
yapılan îzahların hepsinde; Dünyâ’dan boşanmak, nefsi ondan uzaklaştırmak,
memleketi terk etmek,...nefsi hazlardan alı-koymak, yapılan muâmelelerde
ihlaslı olmak, sırrı saf hâle getirmek, kâlbin açılışını sağlamak ve fazîlet
yarışında önde gitmek mânâları mevcuttur.
Bâzı âlimler tarafından tasavvuf kelimesinin “safevi” (saf ve temiz)den
türediği ve sufinin de “dünyevi kirlerden temizlenen kişi” anlamında olduğu,
“safevi” kelimesinin telaffuz etme zorluğundan dolayı “vav” ile “fa”
harflerinin yerleri değiştirildiği ve böylece “sufi” hâline getirildiği ileri
sürülmüştür. “Sufi” kelimesinin Yunan dilinde “hikmet” anlamına gelen “Sophia”
kelimesinden gelebileceği de ileri sürülmüştür. Bâzı ilim-adamları bu ihtimâle
yer verirken, bir-çok âlim tarafından bu görüş reddedilmiştir.
Sufînin, “yün” mânâsına gelen “suf” kelimesinden geldiği konusunda bir-çok
İslâm-âlimi birleşmiştir. Suhreverdi, Hz.Peygamberin yün elbise giydiğini,
yünlü elbiseyi sevdiğini, zâhitlerin de bunu benimsediğini, dolaysıyla onlara
“yün elbise giyen” anlamında “sufi” denildiğini rivâyet ederek, bu görüşün daha
kuvvetli olduğunu bizzat nakletmektedir. Bunun yanında Nöldeke gibi bâzı batılı
araştırmacılar tarafından sufilerin yünlü elbise giyme âdetini Hristiyan
münzevilerinden öğrendikleri ileri sürülmüştür”.
Aslında tasavvufun net bir tanımı
yoktur. Târih boyunca herkes farklı bir tanım yapmıştır. Tasavvufun net bir
tanımının olmaması, onun net bir öğreti olmamasındandır; “ilâhi”
olmamasındandır. İlâhi olan “çok net” olur zîrâ. Bâtıl olan ise net değildir ve
karmakarışıktır. Zâten hayâtiyetini de bu karma-karışıklığından alır.
Tasavvufun bağlıları bu karma-karışıklık içinde boş-yere anlamlı bir şeyler
bulmaya çalışırlar ve ömürlerini heder ederler.
Filozof=Filozofi-filosofya;
tasavvuf=”tasofi”. Bu kavramlardaki “sofi”nin kaynağı “Sofya”dır ki, Sofya
dişidir. Bu nedenle sofilik, dişil prensipleri öne çıkarır. Tasavvufun, ana
düşünme prensibi olan “aşk”ı aşırı öne çıkarması, hattâ aşk-merkezli ilim ve
düşünme anlayışı, “sofi” yâni “dişil prensip”ten kaynaklanır. Filozofların
düşünceleri ve hattâ Fransız Devrimi’nden sonraki, kadınlara=dişi-dişil yönelik
söylemleri ve uygulamalarının kaynağı da budur. Sofi=sofya, dişil, aşk-merkezli
bir düşünüş şeklidir. Aya Sofya bu düşünüşün mîmâri şeklidir.
İslâm-öncesi dinler, “tahrif olmuş” dinlerdir ve bu
tahrifin sebebi bâtınilik yâni tasavvuftur.
İbrâhim Sarmış tasavvufun kaynaklarından Mûsa-Hızır
kıssası bağlamında tasavvufu şöyle tanımlar:
“Tasavvuf, bir sapma olarak önceleri zühd hayâtı şeklinde algılanırken,
sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi,
alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâm’i temellere dayandığını
göstermek için de kendine Kur’ân, Sünnet ve Sâlih selefin hayâtından bir-takım
İslâm’i temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf Sûresi’nde
geçen Hz. Mûsa ile “Sâlih Kul” kıssasıdır.
Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu “Hızır” adında ermiş bir kişi olarak
nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif
ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak
zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakîkat bulunduğunu, şeriat
âlimlerinin hakîkat âlimlerinin bir-takım şeylerini yadırgaması veya
eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabûl ettikleri
Sâlih Kul’a (Hızır) Hz. Mûsa’nın îtirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey
ise, şeriat âlimlerinin de hakîkat âlimlerini eleştirmesi veya onlara îtiraz
etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli
olduğunu söyledikleri Hızır’ın vahiy ve ilham aldığını, akâid ve şeriat sâhibi
olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Mûsa’yı da onun emrine
vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabûl etmişlerdir.
Hızır’ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını
peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine “Ledunni ilim”
dedikleri bâtini bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamberin peygamberliğinden
önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere
gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim veli
olan Hızır’ın işlediği bâzı fiillerin anlamını ve îzâhını Hz. Mûsa peygamber
olduğu hâlde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır’a uymak zorunda kalmıştır.
Üstelik “Hızır’dan bir-takım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir” diye
iddia etmişlerdir”.
Hikmet Ertürk:
“Sofistlerin kullandıkları metotlarından biri de, kendi yollarını
yürütebilmek ve insanları doğru yolda gidenlerin yollarından alıkoymak ve
dolayısıyla kendilerine bağlamak için peygamberleri ve mü’minleri kötülemektir.
Böylece kendilerinin ve gittikleri yolun iyi olduğunu insanlara yutturmayı
amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu tuzaklarını tutturabilmek için kullandıkları diğer
bir metot da “Sağlam akla ve sağlam duyularla bunların açık ve net olarak
yaptıkları öğrenme ve tespitlere karşı çıkmaktır”. Bundan dolayı “bâtıniliği”
şiddetle savunurlar. Onların bâtın anlayışına göre örneğin; minâre dense,
muhakkak bunu kuyu olarak anlamak lâzımdır. Birisine bunu yutturdular mı artık
ona kabûl ettiremeyecekleri hiç-bir şey kalmaz. Öyle ki, İslâm Dîninde Allah
bir mi deniyor, sofist buna karşılık her-şeyin Allah olduğunu kabûl ettirmeye
çalışır ve etiket olarak kendisinin Allah olduğunu hemen iddiasının üzerine
yapıştırır. İslâm dîninde cennet güzelliğiyle mi övülüyor, sofist bunun iyi bir
şey olmadığını, ahmakları kandırmak için kurulmuş bir tuzak olduğunu kabûl
ettirmeye çalışır. İslâm dîninde cehennem kötü bir yer olarak mı bildiriliyor,
sofist onun iyi bir şey olduğunu, içindekilerin ondan çıkmak istemediklerini
kabûl ettirmeye çalışır.
Mevlâna, kendisinin hakîkatler ve dinler konusundaki görüşünü
anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği
gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle
gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakîkat
diye bir şey yoktur. Kesin hakîkat kabûl etmemekle de, bütün dinler ve bütün
şeriatların aynı olduğunu yâni herhangi bir gerçeği temsil etmediklerini
söylemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi, bu düşünce sofizmin temel inancını
temsil etmektedir.
İşte bizim evliyâlarımız!, meydanı böyle boş bulmuşlar, her telden
çalıyorlar. Kimseciklerin de bunlara îtirâzı olmamış. Hem nasıl îtirâzı olsun
ki?. Bu işi nasıl hâlletmişler bilmiyorum ama bir-şekilde müslümanlara
Kur’ân’ı okutmamayı başarmışlar. Çok iddialı bir söz olarak şunu söylüyorum
ki; Yüce yaratıcıları tarafından kendilerine kitap hediye edilen müslümanlar,
hediye edilen bu Kur’ân’ı duvarlarına asmayıp, anlayacakları bir dilde okurlar
ise yeryüzünde bu cemaatlerden hiç-biri kalmayacaktır. Böylece hepimiz tek bir
ümmet olacağız inşallah” der.
İslâm’da tasavvuf denen bâtınilik ilk
olarak Basra’da ortaya çıkmıştır. Bu felsefenin Basra ve civârında ortaya
çıkmasının nedeni, o bölgenin hem Îran bâtıniliği ile, hem de Hint ve uzak-doğu
mistisizmi ile olan çeşitli ilişkilerdir.
Tasavvufçular, tasavvufun kaynağını Hz.
Ali’ye kadar geri götürürler ve onun da bâtıni bilgiyi yâni tasavvufu
Peygamberimizden aldığını söyleyerek bir masal anlatırlar ve tasavvufun
müntesipleri de bu masala hiç îtirâz etmeden inanırlar. İslâm’da-Kur’ân’da
belgesi olmayan tasavvuf, bir “kabûl etme” ile “oldu-bitti”ye getirilmiş ve
ortaya atılmıştır. Dayandırılabileceği ilâhi bir yazılı kaynağı yoktur. Bu
nedenle de Peygamberimize iftirâ atarak: “Peygamberimiz tasavvuf bilgisini
başta Hz. Ali olmak üzere sahabelerden sâdece bir-kaç kişiye öğretmiştir”
derler. Yâni tasavvuf bir “iftirâ felsefesi”dir.
Tasavvufa göre Kur’ân’ın bir zâhiri
(açık), bir de bâtıni (gizli) anlamı vardır. “İşte bu gizli anlamından yola
çıkarılarak tasavvufa ulaşılır, peygamber bunu herkese bildirmemiştir” derler.
Hâlbuki Kur’ân bir-çok âyetinde Kur’ân’ın apaçık olduğunu söyler:
“Yeryüzünde
hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler
olmasın. Biz Kitap’ta hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar
Rablerine toplanacaklardır” (En-am
38).
Üstelik Kur’ân’ı anlaması zor da değildir:
“Andolsun
Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt
alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17).
Zâten Kur’ân, okuma-yazma bilmeyen ve
hattâ hayatlarında kitap bile görmemiş olanlara gelmiştir ve işte onlar İslâm’ı
yeryüzünde yaymış ve hâkim kılmışlardır. Yâni okunduğunda Kur’ân’da
anlaşılamayacak gizli bir anlam yoktur. Belki ilk okunuşta gözden kaçan ve
tekrâren okumalarla görülüp idrâk edilecek olan âyetler vardır. Bahsettikleri
bâtıni-gizli anlam zâhiri anlamdan o kadar farklıdır ki, lafızla bire-bir
farklılık gösterir ve lafızla bire-bir terstir. Hâlbuki hiç-bir anlam Kur’ân’ın
lafzına aykırı olamaz. Zîrâ o zaman o şey, Kur’ân’ın söylediği şey olmaktan
çıkar.
İslâm’daki ismi ile tasavvuf, Hz. Âdem ve çocukları
ile başlamıştır. Hz. Âdem’e kadar geriye gitmesi tasavvuf için hayırlı ve iyi
değil, tam-aksine kötü bir şeydir. Çünkü tasavvuf, ilâhi olanı insânî olana,
aşırı yorumlama ve güyâ ilham ile ve “bâtıni anlam” denilen sözde “gerçek anlam”
ile değiştirilmesidir. Bu nedenle de Şeytan ile bağlantılıdır. Çünkü Şeytan
şöyle demişti:
“Allah, onu
lânetlemiştir. O da (şöyle) dedi: ‘Andolsun, senin kullarından ‘miktarları
tesbit edilmiş bir grubu’ (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun-
şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin
olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli)
edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaad
ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir
aldanıştan başka bir şey va'detmez” (Nîsâ118-120).
Şeytan daha başta, Allah’ın açık emri olan “Âdem’e
secde etme emri”ne, “ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan
yarattın” diyerek bir yorum yapmıştı ve neye dayandığı belli olmayan yorumunda “ateşin
topraktan üstün olduğunu” söylemişti. Ateşin topraktan üstünlüğünü kanıtlayan
bir şey yoktur hâlbuki. Bu nedenle de bu yorumda devreye %100 nefs girmiş ve
Allah’a rağmen kendi isteğini ve keyfini öne çıkarmıştır. Yine; Hz. Âdem ile
Havva’yı cennetten, Allah’ın; “şu ağaca yaklaşmayın” emrini, yoruma tâbi
tutarak kandırmış ve çıkarmıştı. Öyle bir yorum yapmıştı ki, o yorum Allah’ın
emrine aykırı davranmaya sebep olmuştu:
“Sonunda
şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak
bir mülkü haber vereyim mi?’ Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından
ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından
yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı” (Tâ-ha 120-121).
Bu nokta çok önemlidir. Şeytan Âdem ve Havva’yı “yorum”
ile, hem de Allah’ın açık emrine aykırı olan bir yorumla ve güyâ “gerçek anlam
olan bâtıni yorumla” yâni tasavvufla kandırmıştı ve yoldan çıkarmıştı. Eğer Âdem
Allah’tan bâzı kelimeler alıp günahını îtirâf edip de af dilemeseydi, sonsuza
kadar perişân olacaktı. Fakat yine de, affedilmesine rağmen tasavvufa-bâtıniliğe
aldanış, onların cennetten çıkarılmasına sebep olmuştu. Çünkü bu
yorum-tarzı, hakîkate aykırı olan bir yorumlama şeklidir. Bu durum daha sonra Âdem’in
çocukları için de geçerli olmuştur. Hâbil’in kurbanı kabûl edildiği için Kâbil
bunu kabullenmedi ve şeytan ile berâber yaptıkları yorumdan yâni tasavvufi
düşünüşten ve “keşif”ten sonra kardeşini öldürdü. Kardeş-kavgasını başlatan neden
buydu işte: Nefse dayalı yorum. Yâni tasavvuf.
Hem İslâm dîninde hem de diğer dinlerde
tasavvuf-bâtıniliğin kaynağı inzivâdır. İnzivâ abartıldığında kafayı yemek
kaçınılmazdır. Çünkü emredilen bir şey varken emredilmeyeni yapmak, sünnetullah
gereği cezâlandırılır ki bu cezâ en çok da “psikolojik bir cezâ” olarak tezâhür
eder. Yâni tasavvuf, kendisine kapılanın psikolojisini bozar. Zâten tasavvuf,
bir travmanın, bir cinnet hâlinin sonucudur. Zihni, felsefi ya da siyâsi bir travmanın
sonucunda şeytanın vesvesesi ile ortaya çıkar. Bu nedenle şizofrenik bir
durumdur. Müntesipleri, paranoyak şizofrenik bir tutum, tavır ve söylem
içindedirler. Fakat bir şizofrene şizofren olduğu, şizofrenik hâli devâm
ederken kabûl ettirilemez.
İslâm’da “tasavvuf” olarak adlandırılan bâtınilik,
inzivâ ve aşırı ibâdete meyil ile başlamıştır. Hâlbuki Allah’ın böyle bir emri
ve isteği yoktur ve Kur’ân da böyle bir şey emretmez. Tam-aksine:
“Sonra
onların izleri üzerinde elçilerimizi bir-biri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu
Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin
kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri
ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını
aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla
birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık
olanlardır” (Hadîd 27) âyetiyle
böyle bir şeye meyledilmemesi istenmiştir.
Peygamberimiz de bâzı “aşırılık” meyline kapılan
inzivâcılara kızmıştı:
“Enes ibni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:
Peygamber (aleyhissalatü vesselam)Efendimizin nâfile
ibadetlerini öğrenmek üzere, üç kişilik bir grup, Peygamber (s.a.v.)
Efendimizin hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibâdetleri
bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve;
‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun
geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler.
İçlerinden biri:
‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın
namaz kılacağım’ dedi.
Bir diğeri:
‘Ben de hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve
oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi.
Üçüncü kişi de:
‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak,
aslâ evlenmeyeceğim’ diye söz verdi.
Bir müddet sonra Peygamber efendimiz onlarla
karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi:
‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler misiniz?’
buyurdu.
Onlar:
‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler.
Resûlullah:
‘Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin
Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç
tutar, bâzen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da
evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim
sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir’ buyurdu. (Buhârî, Nikâh 1;
Müslim, Nikâh 5)”.
Peygamberimizden sonra tabiinden Hasan Basri’nin bu münzevilik
yoluna biraz da mecbûren meyletmesi; Râbia’nın ise bunu Allah’ın bir emri gibi
yaparak “ilâhi aşk” denen bir düşünce ile, Allah’ın insandan beklemediği bir
yola düşmüştür. Râbia Adeviye, kafasında oluşturduğu ve “ilâhi aşk” dediği
düşünceyle şizofrenik bir tutum takınmış ve boş bir hayâle kapılarak kafayı
yemiştir. “İlâhi aşk” kavramıyla bir gizem oluşturularak, gizemli olana meyilli
olan halkın, tasavvufu benimsemesi sağlanmıştır ki peygamberimiz “ilâhi aşk”
denen böyle bir kavramdan hiç bahsetmemiştir. Bu söz bâtıni mistikliğe âit bir
sözdür ve şirktir. Îman ile aşk bir-arada bulunamaz. Aşk şirktir çünkü. Aşk bir
çeşit şirk üretir. Âşıklar bir-birlerini ilâhlaştırmadan âşık olamazlar. Bir-birlerini
hatâsız kabûl ederler meselâ. “En iyisi” zannederler. Âşıklar bir-birlerine
Allah’ı anmayı unuttururlar en başta -ki bundan büyük bir felâket yoktur-.
İnsanların âşık olan kişilere yarı-gülümseme hâlinde bakmaları bir imrenmeden
değil, alışkanlıktandır. Tağutlar alttan-alta böyle yönlendirirler toplumları.
Buna bir de tasavvufçuların sapıkça “Allah aşkı”nı da katarak destek olmaları
bu işin toplumsal bir travma/hastalık hâline gelmesine yol açar. “Allah aşkı”
diye bir saçmalık hâşâ ve kellâ yoktur, olamaz da. “Allah aşkı” denilen şey
aslında “şeytan aşkı”dır. “İlâhi aşk” söylemi, insanın ürettiği en büyük
terbiyesizliktir. İlâhi aşk kavramı, müslümanların yozlaşmasına neden olan
etkenlerin ilk-başta gelenlerindendir. Âşık olan tevbe edip uzaklaşmalıdır bu
belâdan. İyi bir gusül abdestiyle işe başlamak yararlı olacaktır.
Zünnûn
El Mısrî bilginin üç türlü olduğu söyler:
1-Mü’minlerin
bilgisi.
2-Kelamcıların
ve hâkimlerin bilgisi.
3-Allah’ı
kâlpleriyle tanıyan Allah’a yakın velilerin bilgisi ki bu bilgi yakin
derecesinde olan bilgidir. Çünkü bu bilgi, Allah’ı, birlik sıfatlarıyla doğrudan-doğruya
tanımaktan ibârettir ve “bu bilgi akıl ve istidlal yolu ile değil, ancak, Allah
tarafından insanın kâlbine doldurulan ilham ile elde edilen” bir bilgidir.
İşte
vâr-olduğu zannedilen 3. şıktaki bilgi-türü, tasavvuf-bâtıni düşüncenin ve
felsefenin başlamasına sebep olan “zannî” bir bilgi-türüdür. Aslında
vâr-olmayan hayâli bir bilgi-türü tasavvuf düşüncesini başlatmıştır ve hâlen de
sürdürüyor.
Peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin şirk
dinleri, bir çeşit bâtıniliktir. Allah peygamberleri, şirkin merkezleri olan bâtıni,
mistik, sapık tasavvufî düşünce sistemleriyle, zulmün ayyuka çıktığı yerlere gönderir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar insanlar kendilerine gelen her dînin
direktiflerini çıkarlarına ve keyiflerine ters düştüğü her zamanda
nefs-merkezli yorumlara yâni mistik-bâtıni-tasavvufi yorumlara tâbi tutarak
değiştirdi ve dîni kendi çıkarlarına uygun hâle getirdi. Fakat dînin bu hâle
gelmesi en çok da kurnazlara ve şerefsizlere yaradı ve Dünyâ onların eline
geçti.
Peygamberimizin gönderildiği kavim olan Mekke halkı
da Hz. İbrâhim’e dayanan dinlerini yorumlaya-yorumlaya, “hak” olanı bâtıl olana
kaydırdılar ve bâtıllaşan din mecbûren zulme dönüştü. Vicdansız ve şerefsiz
birileri bu bâtıl dîni kendi çıkarları çerçevesinde kullanmasını bildi. Böylece
Mekke’de zulüm ayyuka çıktı. Bu mevcut kötü durum peygamberimizin canını çok
acıtıyordu. Allah da buna râzı olmadığından, melek Cebrâil aracılığı ile peygamberimiz
Hz. Muhammed’e vahiy göndermeye başladı ve 23 yıl süren vahiy sürecinde bâtıl
olanı yâni tasavvufu yıkarak “hak dîn”i tamamladı ve hâkim kıldı. Peygamberimiz
de bu hak din bağlamında bir bilgi-bilinç-eylem sürecinden sonra bir devlet
kurdu ve bâtılın, bâtının, mistisizmin aşırı ve dayanaksız yorumlarının yâni
tasavvufun simgesi olan putları yıkarak hak dîne dayalı bir medeniyet başlattı.
Bu durum Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısı olan 7. yıla kadar devâm etti
fakat insanlardaki nefs çeşitli şekillerde şeytan tarafından harekete geçirildi
ve dayanaksız yorumlamalar yeniden başladı. Zâten bu tür yorumlar, hak dîne
dayalı devlet idâresi ve irâdesi zayıfladığında ortaya çıkmıştır târih boyunca.
Özellikle yöneticilerin çıkarları ve istekleri doğrultusunda bu yorumlar
resmîleşti. Tabi bu-arada toplumun ezilen kesiminin de îtirazları vardı ve
mevcut duruma îtirâz ettiler. Dînî yorumlara karşı çıktılar. Fakat dîni, resmî
olarak elinde tutanlar devlet-gücü ile buna karşı koyunca, fetihlerle genişleyen
devlete katılan ve yeni insanlarla ve dinlerle tanışan ezilen kesim, o
kişilerin ve dinlerin de büyük katkısıyla, devletin yorumuna karşı bir-çok, dayanağı
olmayan ve aykırı olan yorumlamalar yapmaya başladı. Çünkü resmî din baskındı
ve buna îtiraz etmek için, gerçek olanın resmî yorum değil, bâtıni olan yorum olduğu
söylenmeye başladı ve bu bâtıni yâni tasavvufi olan yorum, “nefse yönelik ve
dönük olduğu için belli bir kesim tarafından kabûl gördü: İsmâililik ile
başlayan bu süreç dallandı-budaklandı ve İslâm’da bir yer etti. Hattâ yorum o
hâle geldi ki ilerdeki bâzı devletler bu sefer de bu Bâtıni-tasavvufi yorumu
resmî din-mezhep yorumu olarak kabûl ettiler.
Zamira Ahmedova tasavvuf için şunları şöyler:
“Sufiler her zaman yaşattıkları mânevi zinciri Hz. Peygamber’e kadar
götürmeyi kendileri için âdet hâle getirmişlerdir. İslam tasavvufu yeni-eflâtunculuk’tan
etkilenmiştir. Buna göre müslümanlar, Yunanca’dan tercüme edilmiş
kitaplardan etkilenmişler ve tasavvuf da bundan payını almıştır. Batılıların
örnek gösterdikleri Mısır’lı Zu’n-Nun bu süreçte önemli rôl oynamış, têsir
altında kaldığı Yeni Eflatunculuğu İslâm-dünyâsına taşımıştır. Müslümanlar,
İslâm-dünyâsının genişlemesi sonucunda eskiden Budizm’in etkili olduğu
halklarla temas kurmuşlardır. Üstelik önceleri Budizm’in egemen olduğu
Horasan ve Mâveraünnehr zamanla sufiliğin merkezleri hâline gelmiştir. Bunu
göz-önüne alan bâzı batılı araştırmacılar, tasavvufun Budizm’den
etkilenebileceğini ileri sürmüşlerdir. Sufilikteki vahdet-i vücut şekliyle
“fenâ”, Budizm’deki Nirvana ile karşılaştırılmış ve benzer yönleri olduğu
söylenmiştir. Ayrıca, İbrâhim b. Ethem gibi büyük sufilerin hayatlarından
örnekler vererek bunları kanıtlamaya çalışmışlardır. Buna göre İbrâhim b.
Ethem’in hayat-tarzı Buda’nınkine benzetilmektedir. Bunun yanında büyük
mutasavvıflardan sayılan Bayezid-i Bistâmi’nin öğretmeninin Sindi adında
biri olduğu ve onun Hind kökenli biri olabileceği söylenmiştir. İslâm
tasavvufunun hırka, tesbih ve zikir esnâsında nefes almanın da Hind têsiriyle
girdiği bildirilmiştir. Bunların dışında İslâm tasavvufunun Yahudilikten,
Gnostizim’den ve Orta Asya Şamanizm’den de etkilendiği ileri sürülmüştür. Yağmur
yağdırmak için yapılan Sufi raksın Şamanizm’den geldiği bildirilmiştir.
İslâm tasavvufunun ortaya çıkışı ve gelişim târihi de önem taşımaktadır. İslâm
tasavvufu ilk asırlardan îtibâren ortaya çıkan züht hareketiyle kök salmaya
başlamıştır. Bu dönemde züht yolunu tutanlar, Dünyâ ve Dünyâ nîmetlerinden yüz
çevirmeyi, dînî hususlara titizlikle ve harfiyen uyumaya çalışıyorlardı. Buna
rağmen ilk zâhitler züht hayatlarını aşırılıklara götürmüyorlardı. Toplum
faaliyetlerine katılıyor, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorlardı.
Merv’de doğan Bişir b. El-Haris el-Hâfi (ö.227/841) ise, “başkaların
fikrine aldırmazlık etmeme” fikrini ilk ortaya atan sufi olarak bilinmektedir.
Onun fikirleri daha sonra Melâmetiye hareketinin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Türklerin İslâm’laşma sürecinde etkili olmuş sufi hareketlerinin de
Melâmetilikten etkilendiği ileri sürülmüştür.
Râbiatu’l Adeviye (ö.185/801) insanlara Allah sevgisinden bahsederek
korkuyla başlayan züht hareketine “İlâhi aşkı” (muhabbetullah) katmıştır. Bu
asırlara damgasını vurmuş mutasavvıflardan biri de Mısırlı Zu’n-Nun’dur
(ö.246/861). Tasavvufa mârifet (gnosis) fikrini ilk dâhil eden kişi olarak
bilinir. Ayrıca, onun bir simyâcı olduğu, Mısır hiyerogliflilerini bildiği
söylenir. Bununla berâber bir-yandan Râbiatu’l Adeviye ile başlayan Allah
sevgisini (muhabbetullah) Mâruf Kerhi (ö.815) geliştirirken, öbür taraftan Seri
Sakati (ö.251/865) tasavvuf yolunun alâmetlerini tespit etmeye, makam ve hâllerini
tertip etmeye başlamıştır.
Bununla berâber İslâm-dünyâsında kargaşalar meydana gelmiş bir-çok
mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu da tasavvufun her tarafta yayılmasına ve rağbet
görmesine yardım ediyordu. Çünkü halk kargaşalardan bıkmış, kurtuluşu
tasavvufa sığınmakta bulmuşlardı. Diğer taraftan halkın tasavvufa meyleden
yönünü fark eden devlet-adamları, onları korumak için sufilere de saygı
göstermeye başlamışlardır. Bu da sufilerin her tarafa yayılmalarını ve rahatça
hareket etmelerini kolaylaştırmıştır.
(Yâni denize düşen yılana sarılmış
H.G.).
Abdulkadir el-Geylâni ile tasavvufun târikatlar dönemi
başlamış oldu.
İslâm hudutları içerisine giren bölgelerde insanlar daha çok tasavvufi müslümanlıktan
etkileniyor, kendilerine bu yolu yakın hissedip kabûlleniyorlardı. Bunun
başlıca sebebi kısmen mistik bir din olan eski dinlerinin tasavvufi müslümanlığa
daha yakın olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle Türklerin her zaman görüp yaşattıkları
ve tecrübesini devâm ettire-geldikleri eski Türk mistik düşünce sisteminin esâsını
oluşturan “kam”lık müessesesi, Türklerin tasavvufa çabuk alışmasını sağladığını
düşünmek mümkündür. Rivâyete göre Türklerin büyük ozanı Korkut Ata’nın önceleri
bir “kam” iken, sonradan İslâm’ı anlama maksadıyla Arabistan’a gidip, Hz. Ebu
Bekr ile görüşerek müslüman olması ve bu olayın dilden-dile dolaşması Türklerin
İslâm’laşmasında eski dînin de etkilerinin olabileceğini göstermektedir. Yâni,
Türklerin İslâm’ı yakından tanımaya başladıkları dönemlerde ilk önce eski kam
ve ozanların yerini “baba” ve “ata” olarak tanınan dervişler almaya
başlamıştır. Bunun yanında Türklerin zaman içerisinde benimsedikleri Budizm ve
Hristiyanlık gibi dinlerin de, onları ilk önce İslâm’ın bu yönüne
meyletmelerinde etkili olduğu söylenmiştir.
Melâmetiye hareketini başlatanın, İslâm’a girmeden önce “bir düzenbaz,
bir eşkıyâ” olan, Merv’li Bişir b. El-Haris el-Hâfi (ö.227/841) olduğu
söylenir. Bişir, “başkalarının fikirlerine aldırmazlık
etmeme” doktrinini geliştirerek Melâmetiye hareketini başlatmış oluyordu. “Kötü
fiillerinizi gizledikleriniz gibi, hayırlı işlerinizi de gizleyin” ve yine
“eğer insanların sizi hırsız sanmasını başarabilecek bir hâlde iseniz, bütün
gücünüzle bunu başarmaya bakın” derdi. Bişr’in fikirleri kısa-sürede Horasan’da
gelişme göstermiştir. Bunun ardından Melâmetiye hareketi Mâveraünnehr bölgesine
nüfûz ederek, Melâmeti Türk dervişlerinin faaliyetleri sonucu Türkler arasında
geniş ölçüde yayılmıştır. Hattâ Ahmed Yesevi’nin de bu hareketten etkilendiği
söylenmiştir.
Suhreverdi, Kalenderilerin kâlp temizliğinin verdiği sarhoşlukla şer-i
sınırları aşıp, farzların dışında namaz ve oruç gibi ibâdetleri azalttığını
bildirmiştir. Rivâyete göre Hüseyin bin Mansûr'un (Hallac) dedesi Mahamma bir
Mecûsi idi.
Hallac-ı Mansur’un temel görüşlerinden biri “Nûr-ı Muhammedi” fikridir.
Hallac-ı Mansur’a göre Hz. Muhammed’in biri ezeli bir “nur” oluşu, diğeri bir
insan ve peygamber olarak iki hüviyeti vardır. Bütün nebiler, resüller ve
veliler ilim ve irfanlarını ondan almışlardır. Hattâ varlıkların vâr oluş
sebebi de odur. Hallac-ı Mansur yaratma ve dinlerle ilgili düşüncelerini de
Nûr-u Muhammedi çerçevesinde açıklamıştır. Hallac-ı Mansur’a göre bütün
dinler esas îtibârıyla birdir. Bütün dinlerin ilâhi olduğunu söyleyen
Hallac-ı Mansur’a göre insan kendi tercih ettiği din üzere değil, Allah
tarafından kendisi için tercih edilen din üzere bulunur. Hallac-ı Mansur İblis’in
Âdem’e secde etmemesinin tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. İblis
Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan, ondan başkasının önünde eğilmemiş,
secde şerefini yalnız O’na tahsis etmiştir. Hallac-ı Mansur bu ikisini
örnek alarak “Enel-Hak” dâvâsında sonuna kadar ısrâr etmekle fütüvvetin bir
örneğini vermiştir. Diğer taraftan Hallac-ı Mansur fütüvvetin en güzel
örneği olarak Hz. Muhammed ile İblis’i görmüştür. Hiç kimsenin bu ikisi kadar
dâvâlarında samîmi olmadıklarını ve fedâkârlık göstermediklerini ileri
sürmüştür:
“Dostlarım ve öğretmenlerim İblis ve Firavun’dur. İblis cehennem ateşiyle
tehdit edildi, ama vaz-geçmedi. Çünkü o kendisiyle Rabb’i arasında hiç-bir şeyi
kabûl etmeyecekti. Ve ben her ne kadar öldürülsem ve ellerimle ayaklarım
kesilse de vazgeçmeyeceğim diyordu”.
Hasan Rızâ Özdemir, tasavvuf-yeni-eflâtunculuk
ilişkisinden bahsederken şunları söyler:
“İslâm dîninin temel kaynakları Kur’ân-ı Kerim ve Sünnettir. Hz.
Peygamber döneminde, tasavvuf sistemli bir şekilde ortaya çıkmış değildi; ancak
Peygamberin yol göstericiliğinde ve kutsal kitabın öğretileri doğrultusunda
sahabe döneminde sürdürülen zâhidâne hayat, sonraki yüzyıllarda İslâm
tasavvufunun temelini oluşturmuştur.
Tasavvuf hicrî üçüncü asır ortalarında, Îranlı olan Mâruf el-Kerhî
ile birlikte başkalaşmaya başlamıştır. Kaynaklar onun tasavvufu ilk
tanımlayan kişi olduğunda birleşmektedir. O güne kadar -İslâm zühdü- olarak
tanımlanan harekete o, yeni bir misyon daha yüklemiştir: “Hakikatlerin
peşine düşmek”. Bu yaklaşımla artık tasavvufun amacının, zühdle birlikte
“mârifet” olduğu îlan edilmiştir. Zamanla, tasavvufun “zühd” anlamından
“mârifet” anlamına doğru kaydığı görülmektedir.
Tasavvuf tanımına getirdiği yeni boyutla tasavvuf târihinde
derin izler bırakan Mâruf el-Kerhî, tasavvufta târikat fikrini, mârifet ve
velâyet kavramlarını ilk ortaya atan kişidir.
Ebu Zerr el-Gıfarî, Huzeyl ve Huzeyfe gibi sahabelerle başlayan ve hicrî
ikinci, milâdî sekizinci yüzyıl sonlarına, Hasan el-Basrî‘ye kadar devâm eden
tasavvuf hareketinin ilk devri, zühd ve takvâ devridir. Bu devirde tasavvuf
hareketinin amacı, sırf felsefî ve metafizik düşünceden daha çok, sâlih amele
ve ahlâken iyi insan olmaya yönelik pratik bir harekettir.
Plotinus milattan sonra üçüncü yüzyılda (204-270) yaşadı. Mısır‘da
Lykopolis‘te doğdu. Âilesi hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Çok sâde,
dünyâ zevklerinden uzak bir hayat yaşadı. Ömrünü çok özlediği Tanrı‘ya yükselme
çabası içinde geçirdi. Plotinus‘un maddeden uzak kalmak istediği için bir beden
içinde barındığından dâhi utandığı, heykelini yaptırmadığı söylenir.
Enneadların ana-fikri âlemi bir akış (epanchement), tanrısal hayâtın
derece-derece bir yayılması gibi ve varlığın son gâyesi olarak, onun Tanrı‘da
yeniden erimesi (resorption) gibi düşünen emanatist bir panteizmdir. (Vahdet-i
Vücut düşüncesinin temeli, yeni-eflâtunculuktaki akış teorisidir yâni H.G.).
Yeni-eflatunculukta şöyle denir: Tin ve özdek arasında ahlâksal bir
sorun yaratan bir ikilik vardır; duyu dünyâsı kötüdür ve Tanrı‘ya yabancıdır;
rûhun esenliği kendini özdekten çıkarmasını ve başlangıçta kendisinden doğmuş
olduğu arı tine geri dönmesini gerektirir. Denebilir ki antik felsefe
yeni-eflâtuncuların ve Patristiklerin Dünyâ’yı tinselleştirme girişimleri ile
sona eriyordu. (Tasavvuf zâten “platonik” bir düşünüş şeklidir. Gerçekliği
yoktur yâni H.G.).
Zeki Özcan:
“Nihâi şeklini İbn-i Sînâ ve İbn-i Rüşd’ün felsefesinde bulmuş olan
İslâm’i bir yeni-eflâtunculuğun gelişmesinde Enneadlar’ın da önemli etkisi
vardır. İslâm dünyâsında gelişen yeni-Plâtonculuk, sâdece felsefî geleneğini
etkilemekle kalmadı; bunun yanında felsefî atmosferden başka diğer atmosfere
taşınarak, “sufizm, yâni İslâm mistisizmine têsir etti. Hattâ öyle ki; Gazâli,
Plotinus’tan alınmış terimlerle tasavvufa bilimsel bir şekil verdi ve esas
îtibâriyle bu mistisizmi geliştirdiği spekülatif teolojiyi ortaya koydu. Bu iki
kaynaktan çıkarılmış olan ilkelerin bâzıları, ılımlı bir şekilde sünnî kelam
sistemine girdi” der.
Halil Bayraktar, “İblis’in İslâm’a Tuzağı: Tasavvuf
Felsefesi” isimli yazısında özetle şunları söyler:
“Tasavvuf” kavramı ve ıstılâhi anlamının İslâm’da yeri yoktur. Ne Kur’ân’da
ne Sünnet’te yeri-dayanağı olmayan; sonradan İslâm’a sokulmuş “bidat” bir
kavramdır. “Tasavvuf”tan, H. 200 senesinden sonra bahsedilmeye başlanmıştır.
Kısacası “Tasavvuf”, İslâmiyet’in doğuşundan yüzlerce sene sonra İslâm’i ve İslâm’i
olmayan kaynakların etkisiyle ortaya çıkmış ve sürekli “felsefi etkiler”le
gelişip bir “marka sistem”e dönüşmüştür. H. 300’de ise “Tasavvuf”, “vahdeti
vücut” şeytâni aşısıyla yeni bir boyut kazanmıştır.
Sahabe zamânında ne tasavvuf ne de mutasavvıf diye tanımlanan bir
düşünce-topluluk yoktu. İbâdet bakımından Tâbiin ve atba at-Tâbi’in arasında
bir farklılık da söz-konusu değildi. Bâzı müsteşriklerin sandığı gibi bir “zühd
hareketi” de mevcut değildi. Hattâ “zühd” kavramı da Kur’ân’da yer
almamıştır. Ancak Yûsuf 20’de; Yûsuf’u kuyudan çıkarıp satın alanların “isteksizliği”ni
belirtmek için sâdece bir yerde “zâhidin” kelimesi geçmektedir.
Kur’ân’da oldukça sık tekrarlanan kavram, “takvâ” (Allah’tan sakınma)
kavramıdır. “Vekaa”(sakınma-korunma) kökü, türevleriyle birlikte Kur’ân’da 258
kere geçmektedir. Elbette “takvâ”; Allah’tan “korkup-sakınmak” ve “Allah’ı
zikretmek”, her mü’minin temel görevi ve vasfıdır. Bu anlamda, müslümanlar
arasında; Allah indinde bir derecelenme olması da tabiidir. Ancak Peygamberimiz(s.a.v.),
kendi zamânında; “takvâ” gayretinde az da olsa aşırıya kaçanları uyarmıştır.
Ebu Zerr, Ebu Derda ve Huzeyfe bunlardan birkaçıdır. Ancak elbette; “sahabe”, “tâbiin”
ve “atba at-tâbi’in”den, “takvâ yolu”nu tutan bir-çok mü’min toplulukların
bulunması gâyet tabii bir durumdur.
Sufi kelimesinin kökeni, tartışma konusu olmuştur. Sufilerin çoğunluğu,
bu kelimenin “safa”dan türediği ve “sufi”nin dünyevî kirlerden temizlenen “seçkin
kişi” anlamına geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bâzıları ise sufi
kavramının, “saf”dan geldiğini iddia etmiş ve Resûlullah(s.a.v.) zamânında
Mescid-i Nebevi’nin yanında barınan fakir müslümanlara verilmiş bir isim olan “ehl-i
suffe”yi referans göstermişlerdir. Kuşeyri ve diğer sufilerin görüşüne göre bu
açıklamalardan hiç-birisi etimolojik olarak doğru değildir. Tasavvuf ile ilgili
mevcut en eski risâlenin yazarı Ebu Nasr Serrac’a göre ise; “sufi” ismi, “suf(yün
elbise)”den türemiştir.
Her ne kadar “sufi” kavramının orijini karanlık ise de, sufi kelimesinin
yaklaşık H. 2. asrın sonlarında; “zühd”ün “tasavvuf”a dönüşmesi esnâsında
yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. Bu “kavram”ın, Peygamberimiz(s.a.v.) zamânında
var olduğuna işâret eden zayıf rivâyetlerin hiç-bir değeri yoktur. Kendilerini,
Peygamber’in gerçek rûhi vârisleri olarak gösteren 3. ve 4. asır sufileri, iddialarını
desteklemek için bir-takım dayanaksız deliller ileri sürmüşlerdir. Ancak şu
da bir gerçektir ki; ilk “sufizm”de, “tasavvufi unsurlar” daha azdı ve zühd
eğilimleri güçlüydü. Peygamber’e yaklaştıkça, mistik anlam taşımayan ibâdet
ve zühd gayretleri ön-plâna çıkmaktaydı. H. 2. asra gelmeden önce sufi diye
nitelendirilenler; genellikle Kur’ân’a uygun hareket etmekteydiler. Onlar,
Allah’ı seviyorlardı ve ondan sakınmayı
esas alıyorlardı.
Bu-arada “sufi” kelimesinin, Fars ve Türk şiirinde, bâzen
“münâfık dindar” veya “ahlâksız özgür düşünür” anlamında kullanıldığı
görülmektedir.
H. 3. asırda sufilik, “tasavvufi” bir boyut kazanmıştır ve o zamana
kadar arka-plânda kalan “felsefi-vahdeti vücut”cu eğilimler belirleyici
olmuştur. Ancak sufiliğin, zühd-takvâ aşamasından, “vahdeti vücut felsefesi”ne
kayışta “dış tesirler”in önemi ortadadır. Bu “felsefi tesirler”in
kaynaklarından en önemli bir-kaçı; Hristiyanlık, Yeni-Plâtonculuk ve
Budizm’dir.
Tasavvufun esaslarını vâzeden Zu’n-Nun el-Mısri(H. 245), bu asırda
faaliyet göstermiştir. Böylece müritleri olan şeyhler zuhur etmiş, bir-takım
tasavvufi kâideler ve âdetler türemiştir. Şeyhlerine kayıtsız-şartsız bağlanan
müritler, bu usûlleri onlardan öğrenmeye başlamışlardır. Böylece İslâm’a, “İblis
öğretisi”nin sokulması için âdetâ “kanal” açılmıştır. Ebu Yezid al-Bestâmi(H.
261), “üstâdı olmayanın üstâdı şeytandır” derken; Zu’n-Nun el Mısri, “şeyhe
itaat, Allah’a itaatten daha iyidir” diyebilecek kadar İblis’in kucağına
oturmuştur.
Allah’ın Işığı, elbette O’nun yarattığı-yaratılmış hiç-bir ışığa
benzemez. “O’nun Işığı”nın yansıması olan “Nûru” da, yaratılmış hiç-bir “ışık
yansıması”na benzemez. Allah’ın Nûru, bizzat vâr olan ışığı değil; ışığının bir
yansımasıdır. Tasavvuf felsefecilerinin en önemli yanılgılarından birisi de;
“O’nun Işığı” ile “Nûru” arasındaki farkı
kavrayamamak; yaratılmış her-şeyi, “O’nun Işığı”nın yahut Kendisi’nin
bir yansıması-parçası olarak görmektir. Gerçekte yaratılmış her-şey; O’nun
bizâtihi Kendisi’nin yâhut Işığı’nın değil, “Işığı”nın “yansıması”olan “Nûru”nun
türevleridir. Allah, “Işığı”yla, “Nûru”nun farkını kavramamız için bize
Güneş’i ve Ay’ı misâl vermektedir:
“O(Allah) ki Güneş’i ziyâ-ışık(foton), Ay’ı nûr kıldı..”
(Yûnus 5)
Ay’ın ışığı; Güneş ışığının bir yansımasıdır. Yani Allah’ın Nûru, O’nun
Işığı’nın bir yansımasıdır. Ve her-şeyi; âlemleri, bu yansımadan yarattı. Bu
fark çok önemlidir. Bunları en iyi bilen İblis, insanların, Allah’a ortak koşması;
kendilerini Allah’a ortak etmesi için her-türlü “mantık hîleleri”ne baş-vurmakta;
ya sonsuz yüce ve yarattığı hiç-bir şeye benzemeyen “Tek Tanrı”yı çoğaltmakta;
ya da insanları tanrılaştırıp; yüce ve benzersiz olan “Tek Tanrı”nın cüzleri
yapmaktadır. İslâm’ı bozmak için geliştirdiği en sinsi yöntem ise İslâm’a,
“tasavvuf felsefesi” yoluyla “şirk kanalları”açmaktır.
Hiç-bir varlık, bir “alt boyut”tan, “üst boyut”a çıkma yeteneğine sâhip
değildir. İnsanlar da; Allah’ın yükseltmesi hâriç, bir “alt boyut”tan “üst
boyut”a yükselemezler. Cin olamazlar, melek olamazlar, -hâşâ- Tanrı hiç
olamazlar. Böyle olacağı yalanının kaynağı İblis’tir. Önce Âdem’i kandırarak,
cennetten kaydırdı. Şimdi de insanlığı, bu yaldızlı yalanla kandırarak,
cehenneme sürüklemektedir. İblis, insanoğlunun atasına bakın, nasıl “melek
boyutu”nu vâdediyor ve aldatıyor:
“Örtülü olan edep yerlerini açığa çıkarmak için şeytan, o ikisine
vesvese verdi. (Şeytan) dedi ki: “Rabb’iniz, şu ağaçtan sizi yasaklamıyor,
ancak iki melek olursunuz yahut ebedi (cennette) kalıcı olursunuz diye
yasaklıyor. (Şeytan) o ikisine yemin etti ki: “Muhakkak ben size nasihat
edenlerdenim” (A’raf 20-21).
Sonsuz Yüce Rabb’imiz Allah, yaratılmış hiç-bir şeye-varlığa benzemez.
İnsana da benzemez. “Allah, insanı kendi sûretinde yarattı” sözü, Yahudi-Tevrat
kaynaklı olsa da; bir zayıf hadisle desteklense de, şeytâni bir saptırmadır.
Kabala ve tasavvuf felsefesinin zehirli bir şırıngasıdır. Aynı şekilde Allah’ın
kelimesi olan Îsâ’yı, Allah’ın oğlu yapan hastalıklı zihin de böyledir. Kur’ân,
muhkem bir şekilde Allah’ın yaratılmış hiç-bir şeye benzemediğini; “Muhalefetül
lil Havadis” (yaratılmışlara benzemeyen) olduğunu beyân etmektedir.
Von Kremer’e göre; tasavvuf, iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, “Hristiyan
ruhbanlığı” ve “Hint Budizmi”dir. Hint etkisinin, Hâris Muhâsibi, Zunnun
el-Misri, Bayezid el-Bestâmi ve Cüneyd’de açık olduğunu söyler. Böylece Von
Kremer, tasavvufdaki “vahdeti vücut felsefesi”nin doğuşunu Hint felsefesine
dayandırmaktadır. Von Kremer’e göre, vahdeti vücut, H. 3. asrın sonlarında
Hüseyin b. Mansur el-Hallac’ın etkisi altında ortaya çıkmış bir düşüncedir. Ona
göre tasavvufun, Îran’dan gelmiş olması en doğru görüştür. Çünkü tasavvuf,
İslâm’dan önce Îran’da mevcuttu ve buraya da Hint’ten gelmişti. Modern
çağdaki yazarların çoğunluğunun görüşüne göre ise, “vahdeti vücut doktrini”,
Mansur el-Hallac’dan daha sonraki asırlarda; İbni Arâbi döneminde zuhur etmiş
ve tasavvuftaki yerini almıştır.
Goldziher’e göre; gerçek anlamıyla tasavvuf ve tasavvufla ilgili
mârifet, hâl, vecd ve zevkle ilgili düşünceler, bir-yandan “Yeni Plâtonculuk”tan,
öte-yandan “Hint Budizmi”nden etkilenmiştir.
Max Horten ise; Hallac’ın, Bestâmi’nin ve Cüneyd’in tasavvuf
anlayışlarını tahlil eder ve üçüncü asırda “tasavvuf”un “Hint düşüncesi”nden
beslendiğini ortaya koyar. Îranlı sufilerin kullandıkları ıstılâhi kavramları
inceleyerek; “tasavvuf”un, tamâmen “Hint Vedanta doktrini”ne dayandığını
söyler.
Hartmann, 1916 senesinde “Der İslâm” dergisinde; “tasavvufun kaynağı”
konusunda yazdığı makâlede; “tasavvuf”un,”Hint felsefesi”nden, “Yahudi kabalası”ndan,
“Hristiyan ruhbanlığı”ndan, “Gnostisizm”den ve “Yeni Eflâtunculuk”tan
kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann’a göre; bütün bu unsurları toplayan ve
tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu’l-Kasım Cüneyd El-Bağdâdi’dir.
A. Merks, felsefi yönü îtibâriyle tasavvufun “Yeni Eflâtunculuk”tan
alındığını; “Yunan düşüncesi”nin ve “Doğu dinleri”nin bir ürünü olduğunu
savunmuştur.
Nicholson’a göre ise; pratik yönü îtibârıyla tasavvuf, Hint ve Îran
felsefesinden etkilenmiştir. Buna delîli ise, Bayezid el-Bestâmi’dir.
Nicholson, bu tesir kaynaklarını şöyle özetler:
“Tasavvuf felsefesi”nde hâkim Yunan şahsiyeti Plâton(Eflâtun) değil, Aristo’dur.
Ancak Araplar, Aristo’nun felsefesiyle ilgili ilk bilgilerini, “Yeni-Eflâtuncu
şârihler”den aldılar. Bundan dolayı, onların ilham aldığı sistem; Plotinus,
Porphyry ve Proclus’un görüşleridir. Özellikle bu durum, Sûriye ve Mısır’da böyleydi.
Bu iki bölge, Yeni-Plâtoncular’ın, gnostiklerin ve Hristiyan hareketlerin
merkezi olduğu gibi, asırlar boyu “mistisizm ve panteizm”in de iki büyük
merkezi olagelmiştir. Müslümanlar’ın, Yunan medeniyeti ile temâsa geçtiği
her yerde “Yeni-Eflâtunculuk” ile karşılaştıklarını söylememiz isabetli bir
görüştür. Nicholson, tasavvufun çekirdek oluşumuyla ilgili şu tespitleri
yapar:
Kıpti veya Nevbi asıllı olan Zunnün, “Grek hikmeti”nin öğrencisi, hâkim
ve kimyâcı olarak tanıtılır. Hayâtında bir-çok kimse tarafından sapık olarak
nitelendirilmiştir. “Tasavvuf”u, Zunnün el-Mısrî ve onun
öncüsü olan sufilere dayandırmak mümkündür. Şüphesiz “cezbe” ve “fenâfillah”
düşüncesi bu ilk sufilere hastı; ancak tasavvufun daha sonraki dönemlerinde
hayâti bir öneme sâhip olan “fenâfillah” görüşü, bu sufiler tarafından hiç-bir
yerde açıkça ifâde edilmemiştir.
Fârisi sufi Bayezid el-Bestâmi, “kendinden geçme” anlamındaki “fenâfillah”
kelimesini kullanan ilk kişidir ve bu doktrinin kurucusu kabûl edilebilir. “Fenâfillah”,
en doğru olarak “kendinden geçme” şeklinde tercüme edilebilir. Buna göre “fenâfillah”,
kötü niteliklerin ortadan kaldırılması ve “vahdeti vücut”cu anlamda, “Tanrı ile
bir olmak” için tamâmen kişisel varlığını yok etme ve kendinden geçme şeklinde
açıklanabilir. “Fenâfillah”, şüphe götürmeyecek tarzda “Nirvana”nın; yâni
“Budizm”in etkisini göstermektedir. “Vahdeti vücut”daki “fenâ”, “Vedanta” gibi
Hint düşüncesine benzemektedir.
Bayezid, Sasaniler zamânında, Îran’da hızlı bir şekilde yayılan “vahdeti
vücut düşüncesi”ni, “tasavvuf”un içine sokmuştur. Eski hikmet (teosofi)
eğilimleri, Yunan düşüncesinin bir özelliği olduğu gibi Hint ve Îran kaynaklı
olan”vahdeti vücut” da, “Doğu düşüncesi”nin bir eğilimidir.
Bayezid, Horosanlı’ydı ve dedesi Zerdüşt dÎnine mensup birisiydi. O,
tasavvufi “fenâfillah” doktrinini, Ebu Ali es-Sindi’den öğrenmiştir. Bayezid,
Hint uygulaması olan nefesleri kontrôl etmeyi bilmekte ve bunu ârifin, Allah’a
ibâdeti şeklinde tanımlamaktaydı.
Tasavvuf konusundaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ebu’l-Âlâ Afifi,
özellikle İbni Arâbi ve “vahdeti vücut felsefesi” konusunda otoritedir. İşte
Afifi’nin tarafsız bir bilim adamı olarak tespitleri:
“Fusûsu’l-hikem”, İbni Arâbi’nin en önemli, en derin ve kendi asrında ve
sonraki devirlerde tasavvuf anlayışının oluşmasında en müessir eseridir. İbni Arâbi,
bu eserinde “vahdeti vücut sistemi”ni en son şekliyle ortaya koymuş ve bu
sisteme dâir “tasavvufi ıstılahlar” geliştirmiştir. İbni Arâbi, Bâtıni
İsmâililer, Karmatiler, İhvân-ı safa ve kendisinden önceki sufilerden
yararlandığı gibi; Meşşâi felsefesi, Hristiyan gnostisizmi, Yeni Eflâtunculuk,
Stoacılar ve Yahudi düşünür Philon’dan da istifâde etmiştir.
Arâbi, çeşitli kaynaklardan aldığı pek-çok kavramı, bâzen asıl
anlamlarını değiştirerek, bâzen de mecâzi anlamda kullanmıştır. Meselâ Eflâtun’un
“iyi”(hayır), Plotinus’un “bir”, Eş’ariler’in “külli cevher” ve İslâm’ın “Allah”
kelimelerini aynı şeye karşılık olarak kullanmaya çalışır. Yine Plotinus’un “ilk
akıl” kavramı için, Kur’ân’ın Kalem, Eflâtun’un “idelerin idesi” kavramlarını
kullanmıştır. Arâbi, kelam konusunda söylediklerinin bir-çoğunu Stoacılar’a
borçludur.
Hem Eflâtuncular hem de Stoacılar, “insan nefsinde ilâhi bir unsur”
bulunduğunu ileri sürerler. Bu fikir, öyle görünüyor ki, Hristiyan ve aynı-zamanda
müslüman sufiler tarafından farklı bir yönde geliştirilmiştir. Meselâ, St.
Paul diyor ki: “Ben yaşıyorum, ama bende yaşayan ben değil, Îsâ’dır.” İbni
Arâbi’nin “kâmil insan” öğretisinin temeli, bunun üzerine binâ edilmiştir.
Philo’nun “kelâm felsefesi”, İbni Arâbi felsefesi üzerinde oldukça etkilidir.
İbni Arâbi, aslında Kur’ân’ı anlamada, “tevil”den çok daha “kötü bir
metod” kullanmaktadır. Dilini ve gramerini bozma pahasına da olsa, Kur’ân’ı
kendi “vahdeti vücut” görüşüne uyacak şekilde zorlamaktadır. Bâzen Kur’ân’ı,
Yeni-Eflâtuncu bir sisteme, bâzen de başka felsefelere dönüştürür. Dolayısıyla
genellikle anladığımız şekliyle Kur’ân, Arâbi’nin yaklaşımıyla tanınmaz olur.
Afifi’nin bu analizleri, şeytan artığı “eski felsefeler”in ve İblis
kafalı filozofların tetikçisi olanların, “tasavvuf” adı altında ne cinâyetler
işlediğini açıkça göstermektedir. “Tasavvuf” ve özellikle de “vahdeti vücut
felsefesi”nde ileri sürülen düşünce sistemlerinin tamâmı, İblis’in tezgahında
dokunmuş “abalar”dır. Bu “abalar”ı giyenlerin ve pazarlayanların, İslâm’la hiç-bir
ilgisi yoktur. Bunlar, koyun postuna bürünmüş “kurt sufiler”dir, “şeytanın
velileri”dir.
Sonuç olarak “tasavvuf felsefesi”, İslâm etiketine rağmen, “antik
felsefeler”den; Eski Mısır, Eski Yunan, Hint-Budizm, Îran-Mecûsi,
Yahudi-Kabala, Hristiyan felsefelerinden beslenen ve İslâm mahallesinde
pazarlanan “İslâm dışı bir felsefe”dir. Beslendiği kaynaklar; “İslâm Denizi”ne
açtığı “şirk kanalları”yla İblis’in amacına hizmet eden ve “Dînin Merkezi”ni, “Allah”dan
“insan”a kaydıran “küfrî bir sistem”dir.
“Tasavvuf felsefesi”nin geldiği noktaya bakarsanız,
asırlardır yürütülen bu “mistik-felsefi propaganda”nın amacına ulaşmış olduğunu
rahatlıkla görebilirsiniz.
İbni Arâbi(1165-1240), döneminin yahudi filozoflarından ve “kabala
felsefesi”nden oldukça etkilenmiştir. Aynı devirde yaşayan kabalacı Moşe Şem
Tov’un “adam kadmon”uyla, “vahdeti vücut”cu Arâbi’nin “insan-ı kâmil”i aynıdır.
İkisi de Aramice yazan aynı kaynaktan beslenen Kurtuba’lı iki filozof..
Kabalanın “adam kadmon”u da, “vahdeti vücut”da bir madalyonun iki yüzü... Arâbi,
Yahudiler’le dostluk kurdu ve Yahudiler’den “kabala”yı öğrendi ve böylece “vahdeti
vücut” şeytâni felsefesini geliştirdi. Arâbi’nin en çok ilham aldığı
kaynaklardan birisi olan “kabala felsefesi”inin özü şudur:
“Bütün ruhlar, İlâhi Ruh’la birlikte sâdece ve sâdece bir bütün
oluşturur. Tanrı aynı-anda bir-çok ve tektir, o büründüğü sayısız şekle rağmen
emsâlsiz bir varlıktır, parça bütünün yerine geçebilir. Yaratıcı, aynı-anda hem
bilgi hem bilen ve bilinendir, onunla birleşmemiş ve onun kendi özünde
bulmadığı hiç-bir şey vâr olmaz, vâr olan her-şey O’dur ve her-şey O’nda en saf
ve kusursuz biçimlerinde bulunmaktadır. İsmin üstatları diye adlandırılan
seviyeye ulaşmış mistikler, bu noktaya geldiklerinde Tanrı’dan farklı
değillerdir(!): Tanrı ve Gerçeklik, soyut düşünceler değildir. Tanrı, kendini
sonsuz sayıda parça hâlinde gösteren Bütünlüktür(!) İnsanın, Tanrı’nın
görüntüsünde yaratılmış olması bu demektir”.
Arâbi’nin “vahdeti vücut” felsefesiyle, “kabala felsefesi” arasında hiç-bir
fark olmadığını yukarıdaki ifâdeler açıkça göstermektedir. İbni Arâbi, kökleri
İblis’e dayanan “antik felsefeler” ve “kabala”dan esinlenerek “vahdeti vücut”felsefesini
bir “şirk kanalı” olarak geliştirmiştir. Bu “şeytâni felsefe”nin amacı; bizzat
vâr olan, her-şeyi yoktan vâr eden ve yarattığı hiç-bir şeye benzemeyen Sonsuz
Yüce Allah’la, yarattığı her-şey arasında bir “bütün-parça” ilişkisi kurmaktır.
Bu şeytâni mantalite ile “vücut birliği” sağlanmış; ve böylece de “tevhid”(!)
gerçekleşmiş olacakmış!..Bizce de Arâbi, bu yolla “İblis felsefesiyle birlik”
sağlamış ve “en büyük şirk”i işlemiş olmaktadır.
İbni Arâbi konusunda otorite olan Afifi, tüm nezâketine
rağmen, onun, “ilkesiz-zırva tevil yöntemi”yle nasıl kendini kandırdığını ve Kur’ân’a
ihânet ettiğini şöyle açıklıyor:
“İbni Arâbi, “özel bir te’vil metodu”yla, âyet ve hadislerden istediği
anlamları çıkarır. Şâyet âyetin zâhirinde delâlet, teşbih ve tecsim açısından
olsa bile “kendi sistemi”ni teyit eden bir şey varsa, onu alır; şâyet sistemini
destekleyen bir şey yoksa, âyeti zâhir anlamından istediği başka bir anlama
çeker. İbni Arâbi, genellikle, Kur’ân âyetlerini birbiriyle karıştırır ve
aralarında görünür bir bağlantı olmadığı hâlde, birisini diğeriyle tefsir
eder”.
Bilimsel bir metodolojiden mahrum, Kur’ân’i kavramları, âyetleri,
istediği yönlere çekebilen; dîni kendi hevâsına uydurmaya çalışan bir âlim!..
Çağının bilimsel cehâleti bir yana, “tutarlı ve ilmi bir tevil”den yoksun bir
adamın zırvaları, neden bu kadar rağbet görür acaba?.
H. 5. asrın yazarlarından Îran’lı bir sufi bile, kendi zamânındaki
benzer hezeyanlara karşı şöyle isyân etmiştir:
“Bâzı sufiler, şehvetlerini, şeriat; uydurma vehimlerini, ilâhi ilim;
nefsî arzu ve isteklerini, ilâhi sevgi; zındıklıklarını, fakr; şüphelerini,
safâ; dânin inkârını, nefsin fenâsı; şeraitin ihmâlini, tasavvuf yolu olarak
görmektedirler”.
Özetle ifâde edebiliriz ki; “tasavvuf felsefesi”nin, İslâm’a
dayandırılması; İslâm’ın “derin bir algılama”sı olarak takdim edilmesi, tam
anlamıyla bir aldanma ve aldatmadan ibâretttir. Taşıdığı etiket, İslâm olsa da;
İslâm’ı, temellerinden çökertmek için İblis’in hâin plânlarıyla dokunmuş; yücelik
peşinde olan hastalıklı kâlplere-zihinlere enjekte edilmiş bir “şeytâni felsefe”dir”.
Tasavvuf, “târikat tasavvufu” ve “felsefi tasavvuf”
diye ikiye ayrılmıştır 11- ve 12. yüzyıllarda, özellikle Türklerin müslümanlığı
seçip, Horasan civârında Hemedâni ve Ahmet Yesevi’nin etkileri altında kalan
Abdülhâlık Gücdüvâni ve Nakşibendi, bu felsefeyi târikatlaştıranların başında
gelir. Abdulkadir Geylâni’nin (cilâni) de târikat hâline getirdiği bu yol,
düşünce ve felsefi olarak hemen-hemen aynı kapıya çıksa da, ibâdet ve davranış,
söylem-eylem vs. yönleriyle görünüm kazanmıştır.
Aslında tasavvuf, Îran, Sûriye, Mısır ve Anadolu’nun
Türk diyarlarını fetihlerinden sonra ve yunan felsefesinin tercümeleriyle İslâm’da
yer etmiş, hristiyanlık ve yahudilikteki bâtınilik ve mistisizm de buna katkı
yapmıştır. Uzak-doğuya varıldığında ise Hint ve Çin’den de
Budist-Hinduist-Konfüçyanist-Taoist-Zerdüştlük ve doğunun kadim din ve felsefelerinden
ne varsa almışlardır. Zâten yeni fethedilen ülke-hakları daha önceki zamanlarda
çeşitli dinlerle karışmışlardı ve böylelikle her dinden ve felsefeden etkilenen
bir-kısım müslümanlar, edindikleri bu bilgi ve düşünüşleri İslâm ile güyâ
sentezleyerek farklı bir düşünüş şekli oluşturmuşlardır ki bu düşünüş, işrâkilik,
bâtınilik, hermetizm, mistisizm, gnostisizim denilen ve nihâyet İslâm’da “tasavvuf”
diye adlandırılan şey olmuştur ki hepsi de aynı şeydir ve hepsi de aynı şeyi
söylerler. Bu nedenle tasavvuf eklektiktir. Her dîni kabûl eder, “her şey
mubahtır” düşüncesi vardır. Yâni “ne olsa gider” bir düşünüş şeklidir tasavvuf.
Burada söylemek istediğimiz şey, İslâm’ın özünde böyle bir düşünüşün olmadığı,
fetihlerle ve yayılmalarla berâber bu tarz düşünüşlerin ortay çıktığı ve
karıştığıdır. Zâten bu nedenle Mekke ve Medine’de tasavvuf düşüncesi olmamıştır
ve hâlen de yoktur. Yâni tasavvuf tüm İslâm âlemini kuşatan bir felsefe
değildir. Meselâ Türk melâmiliği de, Balkanlardan gelen Türklerin yoğunlaştığı
bir târikattır. Çünkü balkanlar, daha önceleri Pavlikanlık ve Bogomillik ile bu
felsefeyi tanıyorlardı ve zâten İslâm’a da başta Sarı Saltuk ve benzer
baba-dedeler tarafından, tasavvufun alevi yorumu olan Bektâşilik merkezinde
tanışıp müslüman olmuşlardır. Türkiye’ye balkanlardan gelen göçmen nüfûsun bol
olarak yaşadığı İzmir-Manisa-Aydın civarında görülür melâmilik.
Târikat ve felsefi tasavvuftan bahsettik ki felsefi
tasavvuf zamanla daha da küstahlaşmış ve Hallac ile başlayan, Beyazıd ile devâm
eden süreç, Muhyiddin ibn-i Arâbi’ye kadar gelmiştir ki tasavvuftaki Vahdet-i
Vücut (Panteizm) sapıklığını tertip eden kişidir.
İşi tamâmen çığırından çıkaran şey, tasavvuf kaynaklı
düşünce olan Vahdet-i Vücut düşüncesi-sapıklığıdır. İşte bu düşünce üzerine
İslâm’a aykırı nice sözler söylendi-söyleniyor ve nice zihinler iğdiş ediliyor.
Hasan Rızâ Özdemir:
Tasavvuf, İbn-i Arâbî‘ye kadar, pratik durumunu korumuş, yâni Kitap ve
Sünnete uymayı, emirlere ve nehiylere itaatı, taat ve ibâdeti, kâlbi mâsivâya
muhabbetten ayırmayı, nefsi tezkiye ve kâlbi tasfiyeyi hedef edinmiş iken, İbn-i
Arâbî ile teorik duruma geçip felsefeleşmiş ve özellikle, İbn-i Arâbî‘nin,
(Fusûs)‘u, Fahrüddin-i Iraki‘nin (Lemeât)‘ı ve Câmî‘nin (Levâyih)‘i ile de dört
bir tarafa yayılmış ve en nihâyet İbn-i Arâbî‘den sonra bir teozofi (bir-takım
gizli ilimlerle karışık tasavvuf) hâlini almış, ilerleme ve orijinâliteden
kesilerek sırf taklitten ve tekrardan ibâret kalmıştır.
Vahdet-i vücûd fikri, ilk mutasavvıflarda mevcut değildir. Mâruf-i Kerhî
(ö.200/815), Cüneyd-i Bağdâdî (ö.298/911), Şeyh Şiblî (ö.334/946), Sülemî
(ö.412/1023), Kuşeyrî (ö.465/1072) gibi tasavvufçularda böyle bir düşünce
görülmemiştir. İlk mutasavvıflardaki fenâ-fillah (Allah’ta yok olma) fikri,
gelişe-gelişe çeşitli felsefelerin de etkisi altında vahdet-i vücûd şekline
dönüşmüş ve bu felsefe, İslâm tasavvufuna hâkim olmuştur. İlk mutasavvıflar,
fenâ-fillah fikriyle şühud birliğine (her-şeyde tek varlığı görmeye)
ulaşmışlardı. Güneş doğunca yıldızlar nasıl kaybolursa, Hakk‘ın tecellisiyle
kâinat onların gözünden öyle silinmişti. Aslında eşyâ vardı, bunu kabûl
ediyorlardı, fakat aşkın verdiği sarhoşluk ile eşyâyı göremiyorlardı, her-şeyi
Hak görüyorlardı. Bu görüş-birliği ileri götürülünce varlık-birliğine
erişmiştir” der.
Vahdet-i Vücut felsefesine göre âlem -hâşâ- Allah
demek olacağı ve Allah da yok olmayacağı için kâinat ezelîdir. Hâlbuki kâinat
gerçektir ama “hakîkat” değildir. Bu nedenle de yok olacaktır ve bunun
belirtisi de Termodinamiğin 2. yasası olan entropi kânunudur. Bu kânunun gösterdiği
gibi, kânat bir ölüme yâni yok oluşa doğru gitmektedir. Bu nedenle Allah kâinâtın
hiç-bir yerinde “mutlak varlığı” ile yoktur. Yasalarıyla ve sanatı ile vardır
ve yasaları-emirleri ile etki eder âleme.
Ramazan Yazçiçek tasavvuf hakkında şunları söyler:
“Tasavvuf terminolojisine konu olan hemen her kelime sır/tılsım yâni
gizem estirir. Bunlar, şeriata muhâlif veya örtüşük olsun fark etmez; sembolik
bir adlandırma veya “şifre” ad inancı, bâtınî yoruma veri olarak yeterlidir.
Örneğin sûfi kelimesiyle ‘el-hikmet ül-ilâhiyye’nin harflerinin sayısal değer
toplamının aynı olduğunun söylenmesi; gerçek sûfinin de ilâhi hikmete sâhip
olan, bir başka deyişle “el-arif billah” yâni her-şeyi Allah vâsıtasıyla bilen
olduğu inancı ortaya konulur. Cefr (cifir)le varılan bu sonuca olan güven;
sûfiliğin İslâm’ın özüne ilişkin bir parça olduğu; bunsuz İslâm öğretisinin ana
ilkeleri konusunda bile eksik kalacağı vurgulanır. Bunu anlamak için de
Kur’ân’ın asıl özünü teşkil eden ‘hakîkatler’in anlaşılıp yorumlanması
gerektiği; bu yorumu yaparken de sâdece zâhir bilgilerinin din, mantık ve dille
ilgili yöntemleriyle hareket edilmemesi gerektiği, iç anlama nüfûzla
biçimler-dünyâsını aşmaya çalışmanın herkesin yetebileceği bir iş olmadığı,
seçkinlerin işi olduğu gibi her isteyenin de bu bilgiye ulaşamayacağı
söylenmektedir (Guénon, 1989: 31-33). Tasavvuf kelimesinin metafizik anlamının
da tamı-tamına “ilâhî hikmet” olduğu sayısal simgecilikle (el-cefr) ispâta
çalışılırken (Nasr, 1996: 165) bunun ardı-arkası gelmez.
Gelenekçiler/mutasavvıflar tarafından gayba taâlluk eden hemen bütün konulara
varıncaya kadar cüretkâr çıkışlarla cefrî hesaplamalar yapılır.
Tasavvufun ilk mîmarları kabûl edilenler tarafından dâhi bu öğretiye,
“Hakîkisi mi?” “Sahtesi mi?” diye şerh düşme ihtiyâcı hissedilmiştir (Guénon,
1989: 8; Nasr, 1996: 156). Bu şerhlere sebep, tasavvufa kaynaklık eden bâtınî
yorumlardır. Burada İslâm mutasavvıfları tarafından her ne kadar “Hakîki oluşun
kıstası zahirî olana uyandır” deme çabası gösterilmişse de bunun zâhir ve bâtın
olarak ayrılmaz olduğu, nitekim bunun Uzak Doğu’da Konfüçyüsçülük ve Taoculuk;
Yahudilikte kabala, İslâm’da ise tasavvuf olduğu da -âdetâ itirafla- belirtilmektedir.
(Nortbourne, 1995: 18) Hristiyanlık ve Budizm’de ise bu ikisi arasında gerçek
bir ayrım olmamakla birlikte, pratikte bâtınî yönün mütehassısların özellikle
de keşişlerin salâhiyetinde olduğu bildirilmektedir. Bilinmeyene karşı
duyulan modern nefret, gelenekte ise şüphenin yerine bâtınî olan her-şeyin
dînin aslı olarak kabûl edilmesi (Nortbourne, 1995: 18), ifrat karşısında
tefritin bâriz örneğidir. Bu mantıkla, önemli olanın iç tutarlılık olduğu;
Hinduizm’in bir Hristiyan’a çok-tanrıcılık olarak görünen geleneğinin iç
tutarlılığını dışarıdan görmenin kolay olmadığı (Nortbourne, 1995: 32)
belirtilmektedir.
Kur’anî kabûlün çok uzağına düşerek teslis [üçleme]i, ilâhî bir tashih
olarak görmemekte hattâ tevhidin bir yansıması, aslî tevhide bir dönüş olarak
değerlendirmektedirler. (Nasr, 1996: 43) Üçlemenin, “aslî tevhide” dönüş olarak
düşünülmesi akla “aslî tevhidin” “her-şeyin Allah” olduğu yönündeki vahdet-i
vücutçu telâkkiyi getiriyor. Oysaki Rabbimiz, “Andolsun ki ‘Allah, kesinlikle
Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır… ‘Biliniz ki kim Allah’a
ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir
ve zâlimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün
üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır.” (Kur’ân 5/72-73) diye
buyurmaktadır.
Türkler, İslâm öncesi dönemde temasta bulundukları Şamanizm, Budizm,
Zerdüştîlik, Mazdeizm, Maniheizm ve Hristiyanlık gibi birbirinden farklı
dinlere girmişlerdi. Türklerin yaşadıkları bütün mıntıkalarda ve özellikle
Anadolu’da kabûl gören inanç ve velî kültü tahlil edildiğinde, bunların,
kaynağını İslâm öncesi eski Türk inanç ve velî telâkkisinden aldığı
görülmektedir. Farklı kültürleri maalesef yeni mecrâsına taşıyan bir havza
olarak karşılaştığımız tasavvufun velî anlayışı, burada eski inançları
perdeleyen bir vazife görmüştür.
Orta Asya’dan Balkanlara kadar bütün Türk topluluklarında, tabiat ve
atalar kültlerini ve diğer önceki dinlerinin farklı izlerini görmek mümkündür.
Türk velî kültü, Şamanizm dönemine giden bir târihi serüvene sâhiptir.
Şamanizm’deki Şamanın sâhip olduğuna inanılan olağan-üstülüklerin sonraki
dönemlerde Türk velî kültüne yansıdığı görülmektedir. Hattâ yeni inanç
sisteminde, Şamanizm öncesi eski Türk inançlarından olan atalar kültünün
âyinlerine varıncaya dek rastlanmaktadır. Türklere bu İslâm anlayışı Îran
vasıtasıyla Maverâünnehre kadar yayılmış Horasan tasavvuf mektebi aracılığıyla
ulaşmıştır. Bu anlayış, ilk Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî’nin halifeleri
aracılığıyla göçebe Türk boyları arasında yayılmaya başlamıştır. Türkler bu
inanç mozaiğini İslâm’iyeti kabûllerinde tasavvuf kanalıyla devralmışlar ve
günümüze kadar da büyük ölçüde bu minvâl üzere inanıp yaşamışlardır. Bugün
yaşanılan İslâm-dışılıklara ‘İslâmîdir’ vehmiyle devâm edilmesi, bu inançların
vakti-zamanda İslâm diye kabûl edilmiş olmasındandır. Hâliyle bugün bu şekilde
inanılıp yaşandığı da sosyolojik bir gerçektir.
Hiç-bir tasavvuf cereyânı İslâm’iyetin beşiği olan Arabistan’da doğmamış
ve yerleşip gelişmemiştir. Bu tespit, tasavvufun yapısı
îtibâriyle İslâm’iyeti eski kültürleri dâhilinde algılayan Mevâlî orta
tabakasının kitabî ve nasçı İslâm anlayışını temsil eden hâkim Arap müslüman
sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının açık bir
delîlidir. Türklerin İslâmiyeti tasavvuf kanalıyla almış oldukları ve bunun
da esas îtibâriyle kitâbî bir İslâm anlayışına muhâlif mistik hareket olduğu
tekrarla zikre değerdir. Binaenaleyh bu anlayış doğru okunmadığı sürece günümüz
vârislerinin ellerinde bulunan bakiyenin niteliği de doğru anlaşılamayacaktır.
Moğolların saldırıları netîcesinde Anadolu’ya kaçan farklı zümrelerin
varlığı ve ardından Babailer İsyânı sonrasında oluşan Bektâşîlik kurumsalı,
Türklerin eski inançlarını yeni bir İslâm anlayışı şeklinde sürdürmelerine
zemin hazırlamıştır”.
Tasavvufçuların söylediklerinin hiç-bir iler-tutar yanı
yoktur ve onun olumlu bir şeyinden hemen-hemen bahsedilemez. Olumsuz örnek
olarak şunu vermek istiyoruz; Denir ki:
“Şeytan, Âdem’e, Allah’tan başkasına tapmayacak,
secde etmeyecek kadar mert olduğu için secde etmedi ve mertliğini gösterdi. Bu
nedenle de şirke düşmemiş ve günaha girmemiştir”. Hâlbuki emri veren Allah’tır.
Allah’ın emri varken yoruma yâni tasavvufa kayıyor ve Allah’ın emrine karşı
gelmeyi matah bir şey olarak gösteriyor. Benzer şekilde Firavun için İbn-i
Arâbi; “Son-anda tevbe etmiştir ve tevbe edip İslâm’a girenlerin geçmişteki
günahları affolduğundan ve Firavun tevbe eder-etmez öldüğünden, geçmişteki
günahları silinmiş ve Hz. Mûsa’dan bile daha günahsız olarak ölmüştür” diyor.
Bakın, burası çok önemli; Kur’ân’ı bilmeyenler bu düşünüş şeklini güzel bulup
bu düşünüş şekline yâni tasavvufa katılıyorlar ve benzer şeyleri dinleye-dinleye
tasavvufun sağlam bir müntesîbi oluyorlar. Oysa İslâm’ın ana-kaynağı; Muhammed
bin Abdullah’ı âlemlere rahmet Hz. Muhammed yapan İslâm’ın ana-kaynağı olan
Kur’ân, bakın ne diyor:
“Biz, İsrâiloğullarını
denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine
düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının
kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de
müslümanlardanım’ dedi. Şimdi öyle mi? Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve
bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus
90-91).
“Allah'ın
(kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların,
sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin
tevbelerini kabûl eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Tevbe; ne,
kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten
tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için
acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ
17-18).
Bu âyetlere göre İbn-i Arâbi’nin felsefesi beş para
etmez bir zırvalık olarak damgalanır. Yine Celâleddin Rûmi’den (câhillikle
“Mevlâna” denilen kişi) bir örnek verelim:
Ahmet Eflâki'nin (Mevlana’nın
öğrencisi ve Ariflerin Menkıbeleri kitabının yazarı H.G.) anlattığına göre
Şems, Kimyâ Hâtun adlı bir câriye ile Celâleddin Rûmi tarafından nikâhlanır.
Bir-gün Celâleddin Rûmi Şems'in ziyâretine gider, içeri girince Kimyâ Hatun’la
sevişmekte olduğunu görür. Hemen dışarı çıkar. Biraz bekledikten sonra içeri
girer. Yanında kimseyi göremez. Bunun üzerine Celâleddin Rûmi, Şems’e
yanındakinin nereye gittiğini sorar. Şems şöyle cevap verir: “O senin
gördüğün Cenâb-ı Allah idi. Cenâb-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki
Kimyâ Hâtun sûretinde bana geldi” der. Şerefsizliğe pik yaptıran bu sözü
büyük bir câhillikle, sapık bir hûşû ile söyleyenlere ve dinleyenlere yazıklar
olsun!.
Yine derler ki: Mürid, Mürşidini, karısının üstünde
iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu
gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle
mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtıni âlemlerde gezdiğinden
ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan J, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir.
Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve
gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp
sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya
almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden
bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizi gebert!.
İslâm adına kayda-değer tek bir eser bile vermemiş
olan Celâleddin Rûmi, Kur’ân’da yine sâdece Kur’ân için söylenmiş ve Kur’ân’ı
öven ve tanıtan ifâdeleri, şirk kitabı olan Mesnevi’nin ön-sözünde bakın nasıl
da küstahça kullanıyor:
“Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakîkate ulaşma ve yakin
sırlarını açma husûsunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en
büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı ‘nın en açık bürhânıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe
benzer (Nûr 35). Sabahlardan daha aydın bir sûrette parlar. Kâlplere
cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir
tânesine bu yol-oğulları Selsebil derler. Makam ve kerâmet sâhiplerince en
hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler,
içerler. Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e
benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun ‘un soyuna, sopuna ve kâfirlere
hasret. Nitekim Tanrı da “Hak,
onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da, yolunu doğrultur (İsrâ 9).
Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere
şifâdır (İsrâ 82). Hüzünleri
giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hâle koyar (En’am 114). Rızıkların
bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır (Abese
13-16). Temiz kişilerden
başkalarının dokunmasına müsaade etmezler (Vâkıa 79). Mesnevi,
âlemlerin Rabbinden inmedir (Vâkıa 80; Bakara 79; Âl-i İmran 78; Mâide 13).
Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından (Fussilet 42). Tanrı, onu
korur, gözetir (Hicr 9); Tanrı, en iyi koruyandır,
merhâmetlilerin en merhâmetlisidir. Mesnevi’nin bunlardan başka lâkapları da
var, o lâkapları veren de Tanrı’dır. Fakat biz, bu az lâkapları anarak
sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tâne büyük bir harmana
delâlet eder”.
Tasavvufta merâtip ya da “makam” denilen hayâli
mertebelerde belli yere gelenler, -hâşâ- peygamberden bile üstün olabiliyorlar.
Kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynuyorlar. Kıpırdayan her yapraktan haberdarlar.
Kendilerine peygamberlere bile gelmeyen vahiyler geliyor. Veli oluyorlar,
gavs-kutup oluyorlar, peygamber oluyorlar, Hızır oluyorlar ve -hâşâ- Allah
oluyorlar. Hattâ “Allah olamayana” acıyorlar. Kendilerini Allah îlan ediyorlar.
Hattâ “bana Allah olduğumu Mevlâna öğretti” diyenler bile var. Bu nedenle
tasavvufta Allah ve peygamber yoktur. Allah ve peygamber -sümme hâşâ-
kendileridir zîrâ. Yine oturdukları yerden “tecelliler” alıyorlar, ilhamlar
geliyor, vahiyler gönderiliyor. Bir tavırlar, bir tavırlar. Kibirleri gökleri
delen bu zavallılar kendilerini bir şey zannediyor. “Arka”larını temizlemekten
âcizler ama kendilerini ilah olarak görüyorlar. Hadlerini bilmez bir şekilde
diyorlar ki: “Enel hak”, “Ben Hakkım”; “cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey
yok”; “şânım ne büyük” vs. vs. Artık şeytan ne fısıldarsa..
Tasavvufta merâtipleri atlamak ve sapık yolda
ilerlemek için küstahlaşmak gerekiyor. Ne kadar küstahlaşırsanız, ne kadar
terbiyesizleşirseniz ve sapıkça sözler ederseniz o oranda kabûl görürsünüz. Tasavvufu
eleştiren kitaplar bu konuları çok iyi bir şekilde derleyip toplamış ve en iyi
şekilde anlatıyor. Bu konulara fazla girmek istemiyoruz ve zâten bu konulardan
bahsedi(li)nce içimizde merhâmet kalmıyor.
Ettikleri şu sözlere (şatahât) bir bakın:
“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin
başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe)
müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam
Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu
mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, Anana kâbin kıydır
ki Hakk'ı ıyân göresin”. Sadeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git,
kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça
görmüş olursun” (Yunus Emre).
“Ey akıllı kişi! iyi düşün. Put, varlık bakımından
bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı. İyinin yaptığı her şey
iyidir” (Şebusterî).
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için. Adın büyük,
bağışla onun suçun. Âdem'i cennetten çıkardın, niçin?. Buğday nene lâzım,
harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun. Aklı yetmezlerin
aklını urdun. Kıldan ince köprü yaptın da kurdun. Akar suyun mu var, bostancı
mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden. Rahmân ismi
nâzil değil mi senden?. Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen?. Affet günahımı,
yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün. Her gönülde
oturursun, yürürsün. Bunca canı alıp yine verirsin. Götürüp getiren kervancı
mısın?
Kullanırsın kanatsızca rüzgârı. Kürekle mi yaptın sen
bu dağları. Ne yapıp da öldürürsün sağları. Can verub can alırsın sen cancı
mısın?”. (Azmi Baba).
“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû.
Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen
tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi
geçer?. Kulların köpri yaparlar hay
içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün...” (Yûnus Emre).
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür. Otuz iki Hak kelâmı
sözüdür. Cümle âlem bil ki Allah özüdür. Âdem ol candır ki güneş yüzüdür”
(Seyyid Nesîmî).
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın. Yapıp da neylersin,
bundan sana ne?. Halk ettin insanı saldın cihana. Salıp da neylersin bundan
sana ne?. Bakkal mısın, terâziyi neylersin?. İşin-gücün yoktur gönül
eylersin. Kulun günahını tartıp neylersin?. Geçiver suçundan bundan sana
ne?. Katran kazanını döküver gitsin. Mü'min olan kullar dîdâra yetsin. Emreyle
yılana tamûyu yutsun. Söndür şu ateşi bundan sana ne?. Sefil düştüm bu âlemde
nâçarım. Kıldan köprü yaratmışsın geçerim. Şol köprüden geçemezsem uçarım.
Geçir kullarını bundan sana ne?. Behlül Dânâ'm eder cennet yarattın. Nice
kulları cehenneme attın. Nicesin âteş-i aşk ile yaktın. Yakıp da neylersin
bundan sana ne?”
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken
eylese âşık emîrdir” (Seyyid Nesîmî).
“Benem Hakk'ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü.
Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).
“Allah’a
andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!.
Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden
olanlar bulunuyor” (Bayezid-i
Bistâmi).
“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise
Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef
olan kimdir?” (Bayezid-i
Bistâmi).
“İnsanlar, Allah'a taptıkları
zannında bulundukları vakit Allah'tır ki kendi kendine tapar"(Bayezid-i
Bistâmi).
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk
etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta
kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse
Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).
“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni
düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu, hakkiyle
müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).
“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed
Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin
Rûmi).
“Mevlâna Peygamber değildir ama ‘Kitab’ sâhibidir”
(Câmi).
“Allah
beni över ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki
kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).
Bayezid-i
Bistâmi'ye ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle
demiş: “Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma
nazar ettim, bir den ne göreyim, ben, O'yum”.
Bir
keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş
.
Turab
el-Nahsebi, bir müridine:
“Bayezid'i
bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı
olur" diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki tasavvufta büyük bir
kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.
Hallac-
Mansur şöyle der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini
tasfiye eden kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve
en nihâyet de nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da
olduğu gibi, Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve
her-şey artık onun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve
sevgilim ben. Biz bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O'nu
görmüş, O’nu görünce beni görmüş olursun. Hak, benim”.
Muhyiddin ibn-i
Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah”
der:
“Vücûd
bakımından âlem, Allah’tan başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak
âlemin vücûdu ile meydana çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde
ayırıp belirttiği sûretler ve şekillerdir ve bunlar vücâdu tamâmıyla
tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine
sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her görenle görür ve her görünende görünür. Zât, Sıfat’larının; Sıfat’lar da tecellileri
ve şuunları (fiilleri) olan âlem’in kendisidir. Böyle olunca âlem’de en şerefli
yaratık olan insan da Allah’tan başka olamaz.
Bu düşünceye göre,
“kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka
bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.
İbn-i
Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı da bir şirk ve sapıklıktır.
Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir.
Câvit
Sunar, Vahdet-i Vücut için şöyle der::
“Tasavvuf demek
Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey
ortaklaşa bir tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla , bu bir tek Vücûd da, zorunlu
olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, Vücûd’un asıl
sâhibi Allah’tır demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır,
O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile
Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir. Fakat,
hemen ekleyelim ki bu felsefe, akla ve mantığa dayanan bir felsefe olmaktan
ziyâde, sezgiye ve zevke dayanan bir felsefedir”.
Şeyh
Rükneddin Alâüddevle Al-Semnâni; “Vahdet-i Vücüd ancak, bir kendinden geçme
(Vecd) ve sarhoşluk (Sikr) hâli olduğunu ileri sürmüştür…
Bu
sözler, tasavvufçuların sarhoşken ya da psikolojik sorunları pik yapmış ve
paranoyak şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu
sözler bir şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir
çekirdeğini bile doldurmayacak sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan
ibârettir ve müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan kişilerdir.
Tasavvufun
bu meşhurları, bir “egomania” içine
düşmüş ve bu hâlde iken etmişlerdir “şathiye” denilen bu sapıkça sözlerini. (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça
kendini beğenmişlik, kendine hayranlık).
Ercüment Özkan:
Küfür, İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır.
Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna
bürüyerek halka sunmuştur” der.
Tasavvufta
bütün dinler “bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve
milletler de tek bir din ve tek bir millettir.. İşte, bu hâlette Celâleddin
Rûmi: “Ben, yetmiş üç mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle
sesleniyor: “Yine de gel, yine de gel, her ne isen öyle gel! İster kâfir, ister
mecûs, ister putperest ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâh değildir.
Eğer yüz kerre tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.
Celâleddin
Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran bir çağırış şeklidir ve yanlıştır. Zîrâ
İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir yer değildir. Zâten
Kur’ân’a da aykırıdır:
“..Allah
bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân)
yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (R’ad 11).
“..Allah
kimi saptırırsa ona doğruyu gösterecek yoktur” (R’ad 33).
“Sen,
onların hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz
saptırdığına hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).
“..Bir-çoğu
üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir
yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar” (Hacc 18).
“Siz yerde
ve gökte (Allah’ı) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah’ın dışında veliniz yoktur,
yardım edeniniz de yoktur” (Ankebût
22).
“Onlar,
yaptıkları Dünyâ’da ve âhirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları
yoktur” (onlara yardım edemezsiniz)
(Âl-i İmran 22).
“Hayır,
zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına
uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiç-bir
yardımcıları yoktur” (Rûm 29).
“..Allah
kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” (Zümer 23).
“İşte
böyle; çünkü Allah, îman edenlerin velisidir; kâfirlerin ise, velisi yoktur” (Muhammed 11).
Tasavvuf büyüklerinden
bir-kaçı, ölçüyü kaçırıp işi fazla abartmamış ve hattâ tasavvufu eleştirmiştir.
Bunlardan Sadreddin Konevi’nin, vefâtından önce tasavvuf ve onun felsefesinden
yüz çevirdiği anlaşılmaktadır. Vasiyetnâmesinde şöyle diyor
“Arkadaşlarıma benden sonra zevke dayanan bilgilerin meselelerine
dalmamalarını, te’vile gitmeden benim ve Şeyh (İbn Arâbi)’nin sözlerinden açık
olanlarını ve nassları düşünmekle yetinmelerini tavsiye ederim. Benden sonra
bunlar yasaktır. Hiç-bir kimsenin “zevk”e dayanan sözünü kabûl etmesinler”.
Bu konuda Mikâil
Bayram da şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Sadreddin Konevi, özellikle 659/1261 yıllarından sonra çeşitli siyâsi
ve sosyâl olayların sonucunda, görüşlerinde bir-takım tashihlere gitmiştir.
Moğol istilâsı dönemindeki siyâsi baskı döneminde özellikle hadis ile meşgul
olmayı yeğlemiş ve ömrünün son on yılında bunu sürdürmüş, tasavvufi ilgilerini
arka-plâna atmıştır. Ondaki bu zihniyet değişimi son günlerinde kaleme aldığı
“Vasiyatname”sinde açıkça gözlenebilmektedir. “Vasiyetname”de şu hususlar
bulunmaktadır:
a-“İhlas sûresi” ve “âmentu’deki şekliyle bir îman tâzelemesi yapmıştır.
b-Cenâzesinin umûmi mezarlığa defnedilmesini ve arkasından okuyucuların
gelmemesini istemiştir.
c-“Beni fıkıh kitaplarında yazıldığı şekilde değil, hadis kitaplarında
yazıldığı gibi guslediniz” demektedir.
d-Felsefe ve hikmetiyata dâir kitaplarının satılmasını, tefsir,
hadîs fıkıh vb. kitaplarının Şam'da vakfedilmesini istemiştir.
e-Kendisinin olsun, İbn
Arabi’nin olsun, irfâni konularla ilgili olarak yazdıkları şeylerle meşgûl
olunmamasını istemiş, kitap ve sünnete sarılıp zikirle meşgûl olmalarını
tavsiye etmiştir.
Görüldüğü gibi, Konevi ömrünün son
yıllarını tasavvuf ve vahdet-i vücûdu bir yana bırakarak Kitap ve Sünnete
sarılmakla geçirmiştir”.
Şu âyetler,
tasavvufçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:
“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir,
zâhirdir, bâtındır”
(Hadîd 3).
“Maşrık ve Mağrıb, Allah’ındır.
Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).
“O’nun yüzünden başka her-şey yok
olucudur” (Kasas
88).
“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).
“Ben insana onun şah-damarından daha
yakınım” (Kâf 16).
“Siz nerede iseniz O sizinle
berâberdir” (Hadîd
4).
“Ben sizinle berâber işitir ve
görürüm” (Tâ-hâ
46).
“Onları siz öldürmediniz ve lâkin
Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).
Her önlerine gelen âyete
yalan-yanlış da olsa yorum yapan tasavvufçular, gerçekten yorumlanması gereken
bu âyetleri yorumlamıyorlar ve mecazı hakîkate hamlediyorlar. Böylelikle yanlış
ve sapık bir yola gidiyorlar.
Tasavvufçular
öyle açmazlara girerler ki ortaya attıkları felsefeler yüzünden, dört elle
sarıldıkları felsefeleri için bile “şirk” ifâdesini kullanırlar ve büyük bir
boşluğa düşerler. Şibli'ye göre Tasavvuf, şirktir. Çünkü Tasavvuf, kâlbi
Allah'tan başkasından korumaktır. Hâlbuki, Allah'tan başka hiç-bir şey yoktur.
Ona göre hakîkat budur ve bunu herkes bilmelidir.
Tasavvufta yanlış bir
kader anlayışı da vardır ki bu anlayış sapıklığa kadar gider. “Lâ fâile
illallah” diye ortaya attıkları sapık düşünceye göre; yapan-eden tamâmıyla
Allah olduğundan ve Allah kötü bir şey yapmayacağından, “kötü” diye bir şey
yoktur ve olamaz. Her-şey “Lâ fâile illallah” sözüyle ortaya konan kader
anlayışına göre olduğundan, hiç-bir günah ve şirk yoktur tasavvufta. Hattâ tasavvufta
şirk; Allah’tan başka şeye, “Allah olmayarak tapmak”tır. Meselâ tasavvufa göre bir
puta “Allah olarak tapıldığında” şirk olmaz ve tam-aksine tevhid gerçekleşir.
İbn-i Arâbi bunu söyler kitaplarında. Tasavvufçuların buradaki yanılgısı; “Lâ
kudrete illallah” (Allah’tan başka güç-kudret veren yoktur) sözünü, “Lâ fâile
illallah” (Allah’tan başka yapıp-eden yoktur) olarak görmeleri ve
değiştirmeleridir.
Tasavvufta amaç Allah’a değil, “gavs”a ulaşmaktır.
Mürid; “kendi irâdesini kullanan ve bundan sorumlu
olan” demektir. Bu kavram tasavvufta kendisini şeyhine “gassalın (ölü
yıkayıcının) elindeki meyyit (ölü) gibi teslim etmek” anlamındadır ki, böyle
bir teslimiyeti Allah bile istemiyor. Zîrâ insana irâde vermiştir.
Tasavvuf için “sır dîni” denir. Hamdi Kalyoncu; “Şeyh
Seyyid Muhammed Sıddık Hâşimi’nin; “Şeytan da bu sırra vâkıftı ve ilk büyük
veli, bu sırra vakıf olduğu için şeytandır” dediğini söyler.
İmam Şâfi şöyle demiştir:
“Bir kimse eğer sabahleyin tasavvufla meşgûl olacak olursa,
öğlen vakti gelmeden aptallaşır. Bir kimse eğer 40 gün sofilerle düşüp-kalkarsa
onun artık ebediyen aklı başına gelmez”.
İmam Rabbâni, ömrünün sonuna doğru tasavvuftan
ayrılarak şöyle demiştir:
“Biz Muhammed ibn-i Arâbi (s.a.v.)’nin sözlerine muhtâcız, Muhyiddin
ibn-i Arabi’nin değil. Biz “nas”sa bakarız “fas”sa değil; yâni “biz Kur’ân’a
bakarız”, “füsus-ûl hikem”e değil. Fütühât-ı Medîne yâni Medine’de inen
âyetler, bizi Fütühât-ı Mekkiye’den müstağni kılar”.
Tasavvufçuların her-şeyi
mecbûren “iyi” olarak görmelerinin arka-plânında, iyilik ve kötülüğün simgesi
olan Yin (Negatif) ve Yang (Pozitif) felsefesi vardır. “Aynı şeyin farklı
görünümü” olarak kabûl edilen bu iki şekil farklıdır farklı olmasına fakat
ikisi de Yin-Yang resminde de görüldüğü gibi sarmaş-dolaştır. Ayrılık noktaları
pek belli değildir. Bu durum kötülüğün, iyiliğin içinde kaybolduğu düşüncesini
verir.
“İyilik
ve kötülük birdir” düşüncesini Muhyiddin İbn-i Arâbi şöyle açıklar:
“Allah’ın âlem ve
âlemin Allah’tır. Daha doğrusu, vücûd birdir ve bu vücûdun nurdan başka bir şey
değildir. Zulmet de bu nûrun derece-derece kalınlaşması ve kabalaşmasından
ibaret olup, aslı olan nurdan ayrılmaz ve esasta, Nur ile Zulmet’in aynı şeydir
ve böyle bir görüşe ulaşabilmek için de toplam (cem) makamına yükselmek gerekir.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu hâlde, Nur ile Zulmet aynıdır”.
İyilik
ve kötülüğün “bir” olduğunu söylemek; doğru ile yanlışın da “bir” olduğunu
söylemektir. O hâlde İbn-i Arâbi’nin söylediğini niye dikkate alayım ve ona
aykırı söylemleri niye kabûl etmeyeyim?. Çünkü ikisi de aynı şeydir. Bu durumda
İbn-i Arâbi, söylediklerinin hem doğru hem de yanlış olduğunu söylemiş olur
mecbûren. İşte bu yüzden tasavvufta netlik yoktur.
Sühreverdi’nin
İşrak Felsefesi’ne göre, varlık, aşağıdan yukarıya bir Zulmet ve Nûr
silsilesidir ve zulmetle nûr arasında bir mâhiyet farkı değil, bir derece farkı
vardır. Her varlık mertebesi kendinden öncekine nazaran nûr ve kendinden
sonrakine nazaran da zulmettir. Sühreverdi’de görülen bu Nûr-Zulmet münâsebeti,
Aristo’nun Madde-Kuvvet nazariyesine benzer. Bir “şirk sistemi olan tasavvuf”u
en iyi tertip eden ve ağzından çıkan sözlerin %99’u şirk olan Muhyiddin İbn-i
Arâbi, tasavvuf felsefesinin malzemesini bir-çok dinlerden ve felsefelerden almış
ve temeline de Şehâbettin Sühreverdi’nin Nûr-Zulmet görüşünü koymuştur.
Muhyiddin
İbn-i Arâbi’ye göre, Allah hakkında her denen şey doğrudur ve birlik (Vahdet)in
ifâdesidir. Çünkü, vücutta yalnız Allah vardır. Bundan ötürü de şöyle
demektedir:
“Halk, Allah
hakkında bir-takım akîdeler edindiler; ben ise onların bütün akîdelerini
kendime akîde edindim”.
Yine tasavvufçular;
Hakîkat-i Muhammedi ve Nûr-u Muhammedi gibi hayâli söylemleri îcat etmişlerdir.
Bu söylem “gerçek” olan Hz. Muhammed’in misyonunu gölgelemiştir ki bu nedenle tasavvufçular
sünnete (eylem) pek riâyet etmezler.
Tasavvuf, bütün aşırı
yorumlar-felsefeler gibi, “basit olanı karmaşıklaştırıp, karmaşık ve yoruma
dönük olanı basitleştirme taktiği” ile felsefesini idâme ettirir. Meselâ Hz.
Ali’ye atfettikleri bir sözde şöyle denir: “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiç-bir
şey yoktu”. Bu hadisi duyan Hz. Ali: “Şimdi de öyledir” demiş. Bu söz
karşısında heyecanlanmaya gerek yok. Burada bahsedilen “vâr-olma”, “mutlak
anlamda olan bir vâr-olma”dır. Evvelde de, âhirde de, şu-anda da “Allah’tan
başka mutlak anlamda vâr-olan hiç-bir varlık yoktur, olamaz”. Hz. Ali’nin demek
istediği budur Allah-u âlem..
Tasavvuf; Yahudilik,
Hristiyanlık, Sâbiîlik, Mecûsilik, Zerdüştilik, Hinduizm, Brahmanizm, Budizm,
Taoizm, Şintoizm, Konfüçyanizm, Gnostisizm, Hermetizm, Yunan felsefesi vs. tüm
felsefelerin ya da kısaca söylemek gerekirse; 4 kadim felsefe olan
Hint-Çin-Mısır-Yunan felsefelerinin sentezlenerek, üstüne, Kur’ân’ın yanlış
çevrilmiş-çevrilen bâzı âyetleri ve özellikle hadis-i kutsi denilen hadislerle-sözlerle
harmanlanıp ortaya konan bir eklektik felsefe ve düşünme sistemidir.
İbrâhim Sarmış
tasavvufçulara şöyle öğüt verir:
“Tasavvvufun câzibesine kapılmış ve büyüsüyle büyülenmiş olan samîmi
müslümanlara içten gelen şu temennilerimizi ifâde etmekten de kendimizi
alamıyoruz; Bu-güne kadar kafalarını dolduran tasavvuf bilgilerini, içlerini
kaplayan tasavvuf sevgisini ve meşhurları için besledikleri o sonsuz sevgi ve
bağlılıkları, haklarında taşıdıkları kanaatleri Kur’ân ve sünnet ölçüleriyle
ölçsünler, öncü sahabenin anlayış ve uygulamaları ışığında değerlendirsinler.
Müslümanlar için kaçınılmaz bir zorunluluk olan yeniden İslâm’a dönüş kervanına
katılsınlar. Çünkü bütün müslümanların ve onların kurtuluşu, kendilerini ıslah
edebilmelerine, inanç, düşünce ve amellerine bağlıdır. Çünkü din budur.
Sorumluluk ve hesap da bundan olacaktır”.
Son söz: Tasavvuf bir sapıklıktır ve her sapıklık gibi
yok edilmelidir. Bu yok edilme süreci ancak; Kur’ân-merkezli bir “bilgi-bilinç-eylem-devlet-siyâset
ile; eleştiri-îtirâz-isyân ve rezil etmek” ile bitirebilir ve “hak”kı tam
anlamıyla ortaya koyarak bu sapıklıktan ve melânetten kurtulunabilir. Görece
bâzı olumlu yönlerini bile muhâfaza etmeye gerek yok. İslâm’ın buna ihtiyâcı
yoktur zîrâ. Tasavvuf-bâtınilik-mistisizm-işrâkilik-gnostisizm vs. adı her ne
ise; bu melânet ve sapıklık, toptan ve tamâmen süpürülüp atılması gereken bir
pislik ve şirktir. Tasavvuf, her tarafı boklu olan bir değnektir ve
tutulacak bir tarafı yoktur.
Allah katında din tasavvuf değil, İslâm’dır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder