“O sizi
yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için
kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin,
sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 165).
“Biz ise,
yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak
ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas
5).
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz
onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da
yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana
hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
“İnsanlara
emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri
Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır” (A’lâ 6-9).
Özellikle Fransız İhtilâli’nden sonra dünyâ-insanları
yeni bir bakış-açısını kabûl ederek toplumlarını buna göre şekillendirmeye
başladılar. Bu bakış-açısı kapitâlizmin baskısıyla oluşturulmaya çalışılan
laik/seküler/liberâl düşünceye dayalı yönetim şekilleridir. Demokrasi
sistemi ile eylemde bulunan Cumhuriyet ideolojisi sâdece monarşiyi iptâl etmekle
kalmamış, bunun yanında dînî de yönetimden uzaklaştırarak yönetimi
dinsiz/ahlâksız bırakmıştır. Buna, Tanzimat Fermânı ile adım atan Osmanlı İslâm
Birliği, 1924 yılından sonra resmî anlamda da katıldı ve İslâm’i iddialarından
vazgeçtiler. İslâm artık, fiîli olarak görünür olmaktan çıktı ve
kâlplere/vicdanlara hapsedildi. Yâni yönetimden-idâreden uzaklaştırıldı. Bâzı
hareketlerin/toplulukların tekrar İslâm’i düzene dönme söylemleri ve eylemleri
genişleyip hâkim olamadı ve baskılara dayanamayıp zamanla bu toplumların da
söylemleri/eylemleri değişerek liberâlleşti. Neo-liberâl sistemler Dünyâ’da
iyice yerleştikten sonra ise artık insanlar bırakın İslâm’i bir devlet/ülke
istemeyi, bunu bir şiddet söylemi/eylemi olarak görmeye başladı. İslâm’i bir
devletten bahsedildiğinde insanların kâlpleri korkudan titremeye başladı. Böyle
bir şeyden bahsetmek komik/ütopik/çirkin/korkunç/ilkel ve hattâ gayrı İslâm’i
bir düşünce olarak görülmeye başladı. İslâm’ın böyle bir talebinin olmadığı
söylemi yayıldı ve nefislere de hoş gelen bu düşünceye meyil artmaya başladı.
Oysa Allah Kur’ân’da: “Allah, içinizden
îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan
öncekileri nasıl “güç ve iktidar sâhibi” kıldıysa, onları da yer-yüzünde “güç
ve iktidar sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini
kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra
güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır”
(Nûr 55) der. Ayrıca “Allah
İslâm/barış/selâmet yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola
yöneltip-iletir” (Yûnus 25) âyetiyle Dünyâ’da başlayıp cennette kemâle
erecek ve noktalanacak İslâm yurdunun/devletinin kurulmasına teşvik eder.
Modern zamanlarda müslümanlar için de demokrasi İslâm’ın
yerini almaya başladı ve “demokrasi=İslâm” söylemi, neredeyse her sunumda ve
kitapta tekrâr edilir oldu. İslâm’ın yönetim-şeklinin demokrasi ile bire-bir
aynı olduğu, bu nedenle de; “zâten Dünyâ’da yürürlükte olan yönetim-şekli
özünde demokrasi olduğundan ve bu yönetim-şekli İslâm ile bire-bir
örtüştüğünden, ‘İslâm’da yönetim-şekli nedir’ tartışmaları yerine; demokrasinin
mevcut sorunlarını-yanlışlarını-ârızalarını ve “bu sorunları nasıl
düzeltebiliriz”i konuşmanın gerektiğine” inanılmakta ve söylemler bu-yönde
olmaktadır. Yâni “zâten hakka uygun(!) bir yönetim-şekli (demokrasi) var, fakat
bu yönetim-şeklinde bâzı ârızalar mevcut. Bunları İslâm-merkezli düzeltmenin ve
ideâl hâle getirmenin çâresine bakılmalıdır” denilmek istenmektedir.
Bu düşünceler müslümanlara ne zaman sirâyet etti?. Mehmet
Emin Akın bu konuda şöyle der:
“İngilizlerin
İslâm ülkelerini işgâl etmelerinden önce batılı bilimin ışığında bilimsel
tefsirlere rastlanmadığı hâlde; Hindistan ve Mısır’ın İngiltere ve Fransa’nın
işgâline uğramasından sonra, Kur’ân’ın ve sünnetin karşısında batılı mantık
kuralları esas alınarak yorumlar ve şüpheler üretilmeye başlandı. İşte bu
târihten îtibâren müslümanlar içinde nifak belirtileri görülür oldu. İdeolojik
ve fikrî olarak batılı bilimi takdis eden bir-çok yazar ve düşünür, Kur’ân’ı
hevâsına göre yorumlamaya ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
sünneti hakkında sayısız şüpheler ileri sürmeye başladılar. Kimi kaderi, kimi
kadın haklarını, kimi kadının hicâbını, kimi İslâm’da yönetim konusunu ele
alarak, İslâm’da devlet yönetiminin belli bir şekli olmadığını iddia eder oldu.
Bu modernistler; İngiltere’nin müslümanların kendi idârelerini ve İslâm Hilâfetini
kurma fikirlerini ve i’tikadlarını tahrip ve tadlil edici eserler yazmaya ve bu
fikirleri İngiltere’nin müslümanlar üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü ilim
adına, özgür düşünce adına perdelemeye ve gün gibi açık olan kâfir yönetimlerden
yana oluşlarının hakîkatini gizlediler”.
İslâm’ın yönetim biçimi “imamlık”tır. “Şûrâ
İmamlığı”. Parlamento yoktur İslâm’da, “Şûra İmamlığı” vardır. Bu şûra sâdece “Yüksek
Şûra” değildir; halkın tamâmını kapsayan ve dikkate alan bir şûra’dır. Öyle ki;
halkın her ferdi, (vahyin açık hükümleri hâriç) “şûra”nın uygulamalarını
eleştirebilir ve “şûra”ya teklif götürebilir. “Yüksek Şûra” bu eleştirileri ve
teklifleri/önerileri değerlendirmek ve en kısa-zamanda kişilere değerlendirme
sonuçlarını aktarmak zorundadır. Şûra imamlığı, “nebevî imam”lığı örnek
almıştır.
“Onlara
peygamberleri dedi ki: ‘Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi’. Onlar:
‘Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sâhibiyken ve ona bir mal (servet)
bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun
olabilir?’ dediler. O (şöyle) demişti: ‘Doğrusu Allah size onu seçti ve onun
bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah
(rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir” (Bakara 247).
İslâm’da yöneticilerin seçilmesinde olmazsa-olmaz kural
olarak; bu yöneticilerin ilk-başta yüksek ilim ve eylem-adamı olmaları, her
yönden iyi bir eğitim almış olmaları; yâni yönettikleri yerlerle ilgili tüm
işlerden -elbette istişâre etmek şartıyla- anlamaları; çalışkan, zekî, dürüst,
erdemli, fedâkâr vs. tüm fazîletlerle donanmış olmaları zarûridir. Ruhsal ve
bedenî yönden işlerine mâni bir durum olmamalı, vedûd bir kişiliğe yâni hem
seven hem de sevilen biri olmaları yine olmazsa-olmaz kurallardandır. Bütün bu
olumlu özelliklere rağmen “üst kurul” (şûra) denen, başını İmam’ın çektiği,
fetvâ makâmı tarafından sınava tâbi tutulmuş ve geçer-not almış olmaları da
gerekir.
İslâm’da devlet başkanı aynı-zamanda mânevi lîderdir.
Tabî ki bu “o ne derse odur” anlamında bir lîderlik değildir. Hemen söyleyelim
ki; İslâm Devleti’nde din ve devlet işleri hiç-bir şekilde ayrılamaz. Ayrılması
düşünülemez bile. Yâni laiklik yoktur, olamaz. Dünyâ’nın başının belâsı olan
laiklik geçersizdir İslâm’da. Çünkü laiklik, yönetime dînin karışmaması,
dolayısıyla ahlâkın karışmaması demektir. Yönetim ahlâksız olunca artık o
yönetimden bir hayır beklenmez. Devlet, dînî kullanamaz ama din, devleti
kullanır İslâm’da. Devlet de bir araçtır zîrâ. İmam, işini aynı-zamanda hem
Dünyâ’yı, hem de âhireti gözeterek ve düşünerek ibâdet aşkıyla/bilinciyle
yapar. Bu durum müslümanlarda çok yüksek bir iç-enerjisi meydana getirir. Yöneticiler
getirildiği makâma genelde kendi istekleriyle gelmezler. Ülkede oluşturulmuş
olan “üst-kurul” en yetkin kişiyi belirler, sonra gidip görevi teklif ederler.
Çok nâdir olarak teklif götürülen kişi görevi kabûl etmeyebilir. Bu konuda
kesinlikle baskı yapılamaz. Bâzen de devlet tarafından yönetime getirilmek istenen
bâzı kişiler, Hz. Yûsuf’un sünnetini uygulayarak “beni şu işin başına getirin,
zîra bu işin üstesinden iyi gelirim” diyebilirler ve uygun görülürse o göreve
atanırlar. Yâni bâzı kişiler kendilerine teklif edilen görevi kabûl etmek
istemeyebilirler, bâzıları da belli alanlarda görev isteyebilirler:
“(Yûsuf)
dedi ki: ‘Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl.
Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf 55).
İslâm’da idâreci kesim, toplumu ancak yine toplumla
berâber yönetebilir. Toplumu “gütme” işi seküler-dünyâ’nın ve tağutun işi
olduğu için, “gütme” anlamında bir yönetim anlayışı olmaz İslâm’da. İslâm’i
yönetim anlayışında insanları her yönden kuşatmak yoktur. Yâni aşırı bir
kontrôl uygulanamaz. Hattâ İslâm’da “en az yöneten devlet en iyi devlet ve
yönetimdir” anlayışı vardır. Zâten müslümanlar devleti çok önemli bir organ
olarak görmekle birlikte, “devletin insanlar için olduğunu”, “insanların devlet
için olmadığını” bilirler ve sürekli dile getirirler.
İslâm’da bâzı yönetim-şekilleri belirlenmiştir.
Bunlar Kur’ân’da şu şekilde gösterilmiştir:
1-Hilâfet:
“Ey
Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse
insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni
Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü
unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).
Bilindiği gibi Allah insanı, yeryüzünü îmar etmekle
ve yönetmekle görevlendirmiş ve bu nedenle onu “halife” olarak yaratmış ve
atamıştır. Allah kâinâtın kusursuz “ilk yaratılış”ından sonra, “sonraki
yaratmalar” yâni halk-ı cedid (îmar) için insanı halife kılarak onu “îmar” ile
görevlendirmiştir (Allah-u âlem).
2-Monarşi:
“Süleyman,
Davud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili
öğretildi ve bize her-şeyden (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir
üstünlüktür” (Neml 16).
İslâm’da yöneticiliğin babadan-oğula geçmesi şart
değildir. Çünkü oğul, babası gibi liyâkatli olmayabilir. Kur’ân
yöneticilikte liyâkate bakar. İslâm’da kural budur. Fakat oğul liyâkatli
biriyse, babasından sonra yöneticiliğe aday olabilir. Buna mâni olunmaz.
“Hakîkat, vicdan, adâlet, ehliyet, liyâkat, meşveret; İslâm’ın hedefi
bunlardır. Yöneticide bulunması gereken özellikler bunlardır. Bunların olduğu
devlette/yöneticide sorun olur ama kriz olmaz. İşte Hz. Süleyman’da,
bahsettiğimiz bu özellikler bulunduğu için, babası Hz. Davud’dan sonra yönetime
geçmeye hak kazanmıştır. Yâni babadan-oğula bir yönetim-şekli yaşanmıştır ki
Hz. Süleyman’dan sonra da yerine oğlu geçmiştir. Fakat Hz. Süleyman’ın oğlu
gerekli liyâkatten yoksun olduğundan devleti yönetememiş ve devlet sarsıntıya
uğramaya başlamıştır. Demek ki babadan-oğula yönetim-şekli olan monarşi,
İslâm’ın mutlak yönetim-şekli olmadığı gibi; hükümdar olan babanın, oğlu da
devleti iyi bir şekilde yönetebilecekse, İslâm buna mâni olmaz ve “iyi ve hak
yönetim” devâm ettiği müddetçe babadan-oğula yönetim de devâm edip sürebilir. Fakat
dediğimiz gibi; yönetimde bozukluk meydana çıktığı anda bu yönetim-şekli de
değişir ve “yönetici âile” ile hiç-bir kan-bağı olmayan kişi yönetime gelir.
3-Şûrâ
Hükümdarlığı (Kısıtlı Meşrûtiyet?)
“(Hüdhüd’ün
mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs) dedi ki: ‘Ey önde
gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı”. ‘Gerçek şu ki,
bu, Süleyman’dandır ve ‘Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla’
(başlamakta)dır’. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana
müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır). Dedi ki: ‘Ey önde gelenler, bu
işimde bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhidlik etmedikçe ben hiç-bir işte
kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: ‘Biz kuvvet sâhibiyiz ve
zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi
emredersen (biz uygularız)” (Neml
29-33).
Sebe’lilerin yönetim-şekli olan bu yönetim-şekli,
âyetin de gösterdiği gibi; bir hükümdârın, danışma-meclisi ile istişâresinden
sonra aldığı kararla yürütmenin yapıldığı yönetim-şeklidir. Zulüm karıştırılmadıktan
sonra İslâm’a uygun olan bir yönetim-şeklidir bu yönetim-şekli. Sebe’lilerin
büyük ve uzun-ömürlü bir devlet-medeniyet kurmalarına bu yönetim-şekli sebep
olsa gerek. Gerçi yönetim-şekli ne olursa-olsun, yönetime zulüm
karıştırıldığında devlet ve medeniyet sarsıntıya uğrayarak çok da uzun olmayan
bir-süre sonra yıkılır. Sebe’liler de şirke düşmekle bu zulme bulaşmışlardı.
Bunun sonucunda da, yaptıkları meşhûr baraj MS. 542 yılında yıkılmıştı. Yıkılan
baraj, Kur’ân’da bahsedilen ‘Arim Seli’ne yol açmış ve büyük tahribâta neden
olmuştu. Sebe Halkı’nın yüzlerce seneden bêri işletmekte olduğu bağları,
bahçeleri ve tarım alanları tamâmen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra
Sebe Kavmi’nin de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın
yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe Devleti’nin de sonu gelmiştir.
4-Şûrâ
İmamlığı
“Rablerine
icâbet edenler; namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile
olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve haklarına
tecâvüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ 38-39).
Bu yönetim-şeklinin bâriz örneği Peygamberimiz ve
Medine Site Devleti’dir. Zâten İslâm’ın ideâl yönetim-şekli budur. Hz. Osman’ın
yönetiminin ikinci yarısını saymazsak, Peygamberimizden sonra 4 halifenin
üzerinde olduğu yönetim-şekli olan hilâfet de, “şûrâ imamlığı”
yönetim-şeklidir. Yâni şûrâya dayanır. Bu yönetim-şekli Emeviler’e kadar
sürmüştür ve Emeviler’le birlikte “vahiy-merkezli yapılmayan” babadan-oğula
yönetim şekli olan monarşiye geçilmiştir. Bu monarşi vahiy/Kur’ân-merkezli
olmadığından dolayı mecbûren zulme bulaşmıştır ve hak bir yönetimden
uzaklaşılmıştır.
İslâm’da parlamento-merkezli yönetim-şekli yoktur.
Zâten seçim de olmaz. “Biat” denen özel bir “kabûl etme” şekli vardır. İslâm’i
yönetim-şeklinde “yasama” yapma yetkisi yoktur, olamaz. Zîrâ anayasa Kur’ân’dır
ve Allah vahyetmiştir onu peygamberimize ve peygamberimiz de bu anayasanın “yargı”
ve “yürütme”sini, “vedâ haccı”ndaki sahabelerin de şâhitliği ile en iyi şekilde
yapmış ve böylece bu anayasanın hayatta uygulanan örnekliği de gösterilmiştir.
İslâm’i yönetim-şeklinde, dediğimiz gibi; “yasama” yoktur, “yargı” ve “yürütme”
vardır ve müslümanlar bununla mükelleftirler. Tabi, hayat çeşitli olaylara
gebedir ve bu nedenle bâzı geçici ve değişmesi mukadder olan kânun ve kurallar
insanlar tarafından oluşturulabilir. Fakat bunlar da Kur’ân’a uygun ya da
Kur’ân ile belirlenmiş olan anayasaya aykırı olmayan kurallar olabilir.
Son zamanlarda söylene-duran; “İslâm’ın devlet talebi
yoktur” gibi anlamsız ve câhilâne sözlere aldırış bile etmiyoruz ve diyoruz ki:
Bırakın İslâm’ın bir devlet talebi olup-olmadığını, devletin
yönetim-şekillerinden bile bahsediliyor Kur’ân’da. Örnek yönetim-şekilleri
gösteriliyor. Hak-hakîkat ve adâletin gözetildiği bu yönetim-şekillerinde
insanlar mutlu-huzurlu yaşayabilirler.
Salt “zihinsel ve ahlâki bir din” olmayan ve hayâtın
tam ortasına inmiş olan İslâm’da ve Kur’ân’da, bir devletten ve devletin olası
yönetim şeklinden bahsedilmemesi söz-konusu olamazdı.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder