Müslümanların sosyâl
hayat anlayışları diğer milletlere göre farklıdır. Aslında bu fark İslâm’ın
farkından kaynaklanır. Müslümanlar vahye ayarlı, vahye endeksli bir hayat
yaşarlar. Gündemlerini Kur’ân’a göre kendileri belirlerler. Kapitâlist-seküler
gündemlere kapalıdırlar. Çünkü o gündemler birileri tarafından insanları
sömürmek için hazırlanmış sûni gündemlerdir. O sûni gündemler şeytanın
gündemleridir. Çünkü şeytan insanı sürekli sûni gündemlerle oyalayıp “göklerle”
irtibâtının kopmasını ister. Onun yegâne amacı budur. Çünkü şeytan insanın
baş-düşmanı olduğu gibi, insan da şeytanın baş-düşmanıdır. Şeytan, insanın
“ötekisi”dir. İnsanın düşmanıdır, Allah’ın düşmanı değildir, olamaz da. İşte bu
sûni gündemler sosyâl hayatta sürekli gündemde tutulunca, kendilerinde bulunan
nefs yüzünden insanların o gündemlerin kölesi olması an meselesidir. Nefs bu
yüzden öldürülmemeli ama sürekli baskı altında tutulmalıdır. Bu yüzden Allah, Kur’ân’da;
“Bir işten yorulduğunda başka bir işle
dinlen” der. İnsan boş bırakılmaya gelmez. Disiplin bir kez koptuğunda
artık bozulmanın önüne geçilemez çünkü. İşte bu bozulmayı önleyecek olan şey
gündemin Kur’ân tarafından belirlenmesidir. Gündemini Kur’ân tarafından
belirleyen ve o gündeme göre yaşayan kişiye şeytanın yaklaşması düşünülemez. Bu
sebeple İslâm ülkelerine geldiğinizde, sanki başka bir Dünyâ’ya gelmiş gibi
olursunuz-olunmalıdır. Seküler alışkanlıkların ve gündemlerin hiç-birini
göremezsiniz burada. Burası bir “Kur’ân Ülkesi”dir. Farklılık, daha ülkeye adım
atar-atmaz göze çarpar. Aslında insan fıtratına en uygun gündemlerle ve
kurallarla donatılmıştır İslâm ülkeleri. İnsanların bu kurallara uyması zor
değildir. Bu kuralların bâzı insanlara sıkıcı ve şaşırtıcı gelmesi ve ayrıca
uygulanamaz gözükmesi, o insanların fıtratlarının zamanla şeytanın güdümüne
girmesi ve şeytânilerin gündemlerine ve kurallarına alışmalarından kaynaklanır.
Şeytan ve uşakları insanları fıtratla taban-tabana zıt kurallarla yaşamaya
zorlamışlar, sonra da “yaşanması gereken hayâtın”, “şu-an yaşanılan hayat”
olduğuna inandırmışlardır. İnsanlar İslâm’î-Kur’ân’i olmayan ülkelerde hep bir maskeyle
dolaşmak zorundadırlar. Bu maskeler zamanla üzerine bir maske daha
geçirilmesini gerektirir. Bâzen bir terslik hissetmelerine rağmen bu tersliğin
üstüne gidemezler, çünkü bu iş büyük bedeller ister. Sistem, bedeli göze
alamayanları bu terslikleri kabûl etmeye zorlar. Herkes maskeliyken, bu
maskelerden rahatsız olanların maskelerini çıkarma teşebbüslerinde bir
“sırıtma” meydana gelir. Yâni maskeyi çıkarmak bedel isteyen bir iştir. Sâdece o
bedeli ödeyebilecek olan kişiler maskesiz dolaşabilir. Maskesiz yapamayanlar
zamanla bu maskeleri doğal görmeye başlamışlardır. İnsanlar bu ülkelerde
aslında özgür değillerdir. Özgürce düşünemez, özgürce yaşayamaz, özgürce
dolaşamazlar. Demokrasi denilen şeytan-oyununun insanlara özgürlük getirdiği
falan da yoktur. “Özgürlükleri” daha çok sınırlayan bir ideolojidir demokrasi.
Özgürce rahat nefes bile alınamaz bu ülkelerde. “Acaba birazdan başıma ne
gelir” korkusuyla yaşar dururlar. Bu-arada “özgürlük” demişken; İslâm’daki
“özgürlük” anlayışı farklıdır. Müslümanlara göre mutlak bir özgürlük mümkün
değildir. Kendini mutlak-özgür saymak demek, Allah’tan da özgür saymak demektir
ki; bu bir müslüman için düşünülemez. Mutlak özgürlük tüm kânunlardan da
bağımsız olmak demek olacağı için mutlak-özgürlüğün, yanında anarşiyi getirmesi
kaçınılmazdır. Bir müslüman ise Allah’ın emir-yasaklarından bağımsız
olamayacağı için kendini mutlak olarak “özgür” görmez-göremez. Müslümanlara
göre bu meyanda değerli olan, özgür olmamaktır. “Özgür” olmadığının farkında
olmaktır.
Müslümanlar hümanist de
değildir. Hoş-görülüdürler sâdece. Bu hoş-görüyü abartmazlar tabî ki. Hoş-görülmeyecek
yerde hoş-görmeği câhillik ve pasiflik olarak değerlendirirler.
İslâm’da yersiz
korkular-endişeler yoktur, olamaz da. Şeytan onları esir alamaz. Çünkü müslümanlar
sürekli kendilerini denetledikleri gibi, herkes de bir-birini denetler. Herkes
bir-birinin velisidir. Bu denetleme Kur’ân ile yapılır ve yürütülür. Kimse
kimseyi kendinden büyük ve küçük görmez ve göremez. İnsanlar arasındaki fark,
“takvâ farkı”dır sâdece. İslâm’a göre en üstün kişi; en zengin, en güzel, en
güçlü, en akıllı, en maharetli vs. değil; en takvâlı olan kişisidir. Takvâda
yarış vardır İslâm ülkelerde. Zâten yarış bir tek takvâda yapılır İslâm’da.
Takvâ ise “sorumluluk bilinci” demektir. En takvâlı kişi, en çok sorumluluk
alan kişidir.
Müslümanlar; “Allah
hiç-bir nefse güç yetiremeyeceğini yüklemez” âyetini göz-ardı etmezler. Fakat
buna karşın, yüklenen hükümlerin analitik olarak “güç yetirilebilir” hükümler
olduğunun da farkındadırlar. Bu yüzden başta din olmak üzere her konuda
“analitik olarak” bir zorlama vardır İslâm’da. Bu “zorlama” analitik bir
zorlamadır, kategorik bir zorlama değildir. “Hak geldi bâtıl yok oldu” der Kur’ân. Şânı yüce Rabbimiz, “dinde zorlama yoktur” buyruğunu, hak
ile bâtılın ayrılma şartına bağlamıştır. Hakkın olmadığı yerde her türlü
zorlama vardır zâten. İşte bu yüzden; “hak ve bâtılın ayrılması konusunda
analitik olarak zorlama yapılabilir” diye düşünür müslümanlar. Çünkü din bir “ağırlığa”
sâhiptir ve inananlarına sorumluluklar yükler. Bu, zor bir sorumluluktur. Dîni
kabûl eden aslında onun zorluğunu da berâber kabûl etmiş demektir. Zâten “dinde
zorlama yoktur” demek, sâdece dinde, yâni “din dayatmada zorlama yoktur”
demektir. Başka şeylerde zorlama yoktur demek değildir bu. Dinde zorlama-zorakilik yoktur fakat zarûri olanlar vardır. “Bir kişiyi bir şeyi yapmaya
zorlayamazsınız fakat yapmamaya zorlayabilirsiniz” diye düşünür müslümanlar.
“Dînin de dikkat çekip yasakladığı hırsızlık-yolsuzluk; fuhuş; fâiz; cinâyet
vs. gibi “toplumsal” konularda zorlama/dayatma vardır ve olmalıdır, zâten insan
doğal/fıtrî bir zorlamanın altındadır”. “Dinde zorlama yoktur demek, îmanda zorlama yoktur demektir.
İlgili âyetteki din, îman demektir” İslâm’a göre.
“Lâ ikrâhe fid din” âyeti; “dinde ‘zorlama’ yoktur diye yanlış bir
çeviri yapılıyor, âyet, “dinde zorlama yoktur” demiyor, “dinde bir çirkinlik,
iğrençlik, pislik (ikrah=kerih-mekruh) yoktur, din tertemizdir” diyor.
İslâm’da bir emrin
gereği, “ruhsat”a veya “azîmet”e göre yapılabilir. Bu konuda gösterilen genel
yaklaşım, “ruhsat”a değil “azîmet”e teşvik etmek, fakat “ruhsat”la amel
edenleri de mâkûl ve mâzur görmektir. Meselâ teheccüdün, “azimet”e göre, yapılması/kılınması
gerekir, ama bir müslüman “ruhsat”a göre bu ibâdetten geri durabilir. Bir
kadının “âdet” hâlindeyken namaz kılmasına, oruç tutmasına ara vermesi “ruhsat”
olarak kabûl edilir. Fakat “azîmet”e göre bunları yapmasında bir beis yoktur.
İbâdete ara veren hanım, “ruhsat”ı kullanmış olur sâdece. Bu durumdan dolayı
kınanamaz tabi ki. Müslümanlar ruhsattan ziyâde azîmeti tercih ederler. “Müslümanların
azîmete göre davranması gerekir” düşüncesi hâkimdir.
İslâm’da “spor” yoktur.
Böyle bir şeye ihtiyaç duyulmadığı gibi, bu işe tekin bir iş gözüyle de
bakılmaz. Kısa yürüyüşler yapılabilir sâdece. Spor olsun diye yapılmazlar tabi
bu yürüyüşler. Müslümanların spor yapmayı gerektirecek nedenleri yoktur ki!.
Diğer kapitâlist ülke insanları patlarcasına yemek yiyip de şişmanladıklarından
dolayı spor onlar için bir kurtarıcı gibi gözükmüştür. Ama bu “kurtarıcı” sûnî
bir kurtarıcıdır. Çünkü spor yapmak iştahı daha çok açar. Önemli olan mîdeye
hâkim olmaktır. Müslümanlar günde iki öğün yemek yerler ve sık-sık oruçlu
olduklarından dolayı mîdeleri onlara galebe çalamaz. Mîdelerini terbiye
etmişlerdir çünkü. Bilindiği gibi spor karşılaşmaları en az iki ve daha fazla
kişiler-taraflar arasında yapılır. Ama netîcede kazanacak ve sevinecek olan
sâdece bir kişi-taraftır. Müslümanlar; “sâdece bir kişinin-tarafın kazanıp
sevineceği, diğer tarafın ise kazanamadığından dolayı üzüleceği bir şeyi neden
yapalım ki?” derler.
Özel-şifâ-hâne,
özel-hekim, özel-okul, ders-hâne vs. özel bir kamu-kuruluşu bulamazsınız İslâm
ülkelerinde. Müslümanlar böyle kuruluşların bir kalitesizlik meydana
getirmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünürler. “Ne yâni; birileri “özel” yerlere
gidebilirken diğerleri gidemeyecekler mi?, kime özel ki?” derler.
Müslümanlar günlük ihtiyaçlarını
mahâllelere kurulmuş olan bakkallardan ve haftada bir kez kurulan pazarlardan
karşılarlar. İslâm’da aynı şeyi satan dükkanlar arasında belirli bir mesâfe
bulunmalıdır. Meselâ belli sayıdaki mahâlle-sokaklarda sâdece bir tâne bakkal
bulunur. Çok büyük alış-veriş yerleri bulunmaz İslâm ülkelerinde. Küçük bakkallar hâriç mahallelerde iş-yerleri bulunmaz. Genel
ihtiyaçlar haftada bir kez kurulan pazarlardan karşılanır. Âhiliğe/fütüvvet teşkilatına
benzer bir esnaf kontrôl/yardımlaşma sistemi vardır İslâm’da. Kendi içlerinde
bağımsız bir kontrôl/yardımlaşma sistemi kurmuştur bu kurumlar. Her ticârethânede şu âyetler yazılıdır: “Ey îman edenler! sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman
etmeniz, Allah yolunda mallarınız ve canınızla cihad etmenizdir. Şâyet bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Saff 10-11).
Müslümanlar yeni bir
kimlik oluşturmuşlardır. Bu kimlik müslüman kimliğidir. Sahabe kimliği ve Asr-ı
Saadet kimliği. İnsanlar bu kimliğin taşıması gereken özelliklerle
donatılırlar. Bu kimlikle yapılması gerekenler yapılır. Bu kimlikle girilmesi
gereken “yol”a girilmiştir. Zâten başka bir kimlikle girilen yol ancak şeytanın
yolu olabilir.
Müslümanlar; tabiata
fıtratlarına göre; hayvanlara fıtratlarına göre; suya-toprağa fıtratlarına
göre; doğaya fıtratlarına göre ve insanlara fıtratlarına göre davranırlar.
Çünkü; “fıtrata aykırı yapılan her davranış, bir tarafı tâmir ederken diğer
tarafı bozar” derler.
“Benim, yaratılışım, yaşantım ve ölümüm alemlerin Rabbi
olan Allah içindir” âyetini idrâk ederek; “dîni ile Dünyâ’sını bir-birinden
ayırmayan, pratikteki bütün bir hayâtıyla Allah için yaşayıp, Allah için ölecek
olan kimlerdir”? diye bir soru sorulsa; bu soruya, “müslümanlar” diye cevap
vermek gâyet doğru olurdu. Müslümanlardan başka bu övgüyü hak edebilecek bir
ülke veya topluluk yoktur, olamaz.
Müslümanlar için zaman
çok değerlidir. Hiç-bir müslümanın zamânı boşa geçirecek bir lüksü olamaz. Boşa
geçirecek zamanları yoktur zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret merkezli
bir yaşama ayırdıkları için, tağûti hiç-bir iş için boş vakit bulunmaz. Zâten
zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve dolayısıyla bir boşluk olmadığı için
şeytan araya girecek bir fırsat dâhi yakalayamaz.
Müslümanlar işlerini
ciddiye alırlar ve en iyi bir şekilde yapmak isterler. İyi odaklanırlar
işlerine. Gereksiz-boş işleri sevmezler ve yapmazlar. Boş işlerle uğraşmayı
günah sayarlar. Çünkü “zamânın isrâf edilmesi tüm israflar gibi günahtır”
derler. Şeytanın, insanları; boş, yararsız ve yapılmaması gereken işlerle
oyaladığını düşünürler ve “yapılması gerekenleri yapmayanlar, mecbûren
yapılmaması gerekenleri yapmaya başlarlar” diye düşünürler. İslâm’da herkes her
işini ileriye dönük, ileriyi düşünerek yapar, ileriye yönelik olan işlerdir
yaptıkları. Zâten maddî-mânevi yaptıkları işleri de “en ilerisi” için, yâni
cennete göre, âhirete göre düzenlerler ve ayarlarlar.
Müslümanlar, yaptıkları
işleri Allah’ın huzûrunda yaptıklarının bilincindedirler. O yüzden tüm
işlerine; çalışma/yürüme/oturma-kalkma/konuşmalarına bile çok dikkat ederler.
Bu yüzden İslâm’da kötü iş yapmak, kötü hareket etmek hem günahtır, hem
ayıptır, hem de suçtur.
İslâm’da hem Ay takvimi,
hem de Güneş takvimi kullanılır. Bu Kur’ân’ın bir ön-görüsüdür. Ay takvimini
ibâdetler için, Güneş takvimini ise dünyâ-işlerini düzenlemek için kullanırlar.
Müslümanlar sabah erken
saatlerde kalkarlar. İmsak saatinden önce kalkan müslümanlar; “Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte
ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını
bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir).
Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece
tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân'dan kolay geleni
okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah'ın fazlından aramak
için yer-yüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda
çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân'dan) kolay geleni okuyun.
Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır
olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve
daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan
mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil Sûresi 20) âyetlerini kendi
üstlerine alırlar ve gerek cemaat hâlinde gerekse kendi başlarına namaz kılarak
ve tertil üzre (anlamını derinlemesine düşünerek) Kur’ân okuyarak
teheccüdlerini yaparlar/kılarlar.. Ardından sabah namazını da edâ eden müslümanlar,
sabah kahvaltısını çorbayla, bitki çaylarıyla, meyve sularıyla yada sütle
yaparlar ve çocuklar okullarına, anneler evlerdeki işlerine, babalar da iş-yerlerine
giderler. Cuma günleri, yaz-araları ve bayramlar hâriç bütün sene böyle geçer.
İslâm’da işsizlik
yoktur. Hattâ İslâm’da işsizlik, bekârlık ve evsizlik yasaktır. İşçiler iş-yerlerine
sabah namazından sonra giderler. Disiplinli bir çalışmadan sonra saat 9.00-9.30
arasında yarım saatlik bir ara verilir. Bu arada çaylar içilir, muhabbetler
yapılır. Bu aranın bir özelliği de çalışanlar arasında sıkı muhabbetlerin
gelişmesidir. Böylece daha morâlli bir çalışma ortamı sağlanmış olur. Bu
aralara iş-yeri sâhipleri dâhil tüm iş-yeri mensupları katılır. Olağan-üstü hâller
dışında öğle ezanı saati olan
12.00-13.00’e kadar devâm eden çalışma sona erer ve iş-yeri kapatılır. İş-yerlerinde
genelde, farklı ve olağan-üstü bir durum yoksa vardiya ile çalışma ve mesâi
yapılmaz. Öğlen ezanında erkekler ve çalışanlar evlerine döndüğünde, ev hanımları
da işlerini bitirmişler, çocuklar okullarından dönmüşlerdir. Âile-bireyleri hep
berâber namazlarını edâ ederler ve sonra da çocuklar derslerinin başına,
büyükler de okuma, sohbet yada istirahat için odalarına dönerler. İslâm’a göre
yemekler günde iki öğün yenir. Sabah 5.30 da yapılan kahvaltı ve ikindi
namazından sonra da akşam yemeği yenir. Yemekler tüm âile-bireyleriyle berâber
yenmeye özen gösterilir. Yemekten sonra akşam namazları cemaat hâlinde edâ
edilir. Her müslüman âilenin bir Kur’ân cemaâti, bir sohbet meclisi/halkası
olur. Bu sohbetler âile içinde de haftanın belli bir gününde bir-kaç saat ayrılarak
yapılır ama asıl olarak âilecek haftanın belli günlerinde hiç aksamadan
altı-yedi âilenin katılımlarıyla yapılan sohbetler kaçırılmaz. Bâzen tanınmış
ve sevilen âlimlerin sohbetleri geniş ortamlarda büyük katılımlarla
gerçekleşir. Müslümanlar özellikler bu sohbetleri kaçırmamaya özen gösterirler.
Âileler arasında yapılan sohbetlerde hem Kur’ân dersleri yapılır, hem de güncel
olaylar konuşulur. Hattâ bu sohbetlerde üretilen fikirler devlet başkanına
kadar iletilebilir. Müslümanlar âileye çok önem verirler. “Vahiy ile inşâ
olmamış âilelerin bulunduğu devletler küresel sistemin köleleri olurlar”
derler. O yüzden devrimlerini/devletlerini yüreklerinden sonra âileden
başlatırlar/başlatmışlardır.
Müslümanlar sabah erken
kalktıkları gibi, akşamları da erken yatarlar. Farklı bir durum olmadığı
müddetçe geç vakitlere kadar uyanık kalmazlar. Sabah vakti ev-hanımları
eşlerini işe, çocuklarını okula gönderdikten sonra ufak çocukları varsa ve
onların da ihtiyaçlarını giderdikten sonra rutin ev-işlerini yaparlar;
sağı-solu toparlarlar ve alış-verişlerini yaparlar, yemek öncesi hazırlıklar
tamamlanır ve tüm işlerini bitirdikten sonra kendilerine bir-iki saat okumak
için zaman ayırırlar. İslâm’da tüm erkek ve kadınlar okur-yazar ve kültürlüdür.
Çocuklarının dersleriyle ilgilenebilecek kadar bilgilidirler. Müslümanlar ev-hanımlığını
bir “iş” olarak görürler. Ev-hanımları becerikli ve hamarattırlar. Müslümanlar
kâinatı gözlemlerken onun hiç-bir düzensizliğinin olmadığını gördükleri için
ve; “Allah her şeyi yerli-yerinde olarak yaratmışsa, bizim de her şeyi
yerli-yerine koymamız gerekir” prensibini benimsediklerinden ve
içselleştirdiklerinden dolayı her konuda dağınıklığı sevmezler ve her konuda da
düzenlidirler. Bu durum başta ev-hanımları olmak üzere tüm müslümanların yükünü
hafifletmiş olur. “Eşyâyı yerinden etmek zulümdür. İnsanın görevi eşyâyı
yaratılış amacına uygun kullanmaktır. Yoksa eşyâ yerinde kullanılmadığında eşyâya
zulmedilmiş olur ve bu da kötü sonuçlar
doğurur” derler.
İslâm’da “saf sistemi”
olduğu için kimse kimseye yük bırakmaz. Kimse işini yarım bırakmaz. Yarım işin
şeytanın işi olduğunu söylerler. Kimse işini baştan-savma yapmaz-yapamaz.
Yaptıkları her işin sorumluluğunu alırlar. Bu konuda bir-birlerine yardımcı
olurlar.
Müslümanların cuma
günleri, bayram günleri ve yaz-araları dışında maddî-mânevi işleri belli bir
düzende gider. Cuma günü kadınlar ve çocuklar dâhil tüm müslümanlar aynı-anda
Cuma namazını kılarlar. Perşembe günleri bâzılarının, ama pazartesi günleri
neredeyse tüm müslümanların oruçlu geçirdikleri gündür. Bu onlarda meleke
hâline gelmiştir. Mânevi hayatları için zaman açmayı çok severler. Herkes bir
şeyler yazar ve bunları başkalarıyla paylaşır. Okumaya ve sohbete çok
düşkündürler. Cuma günleri ise istirahat günü olduğu için gene sabah erken
kalkılır fakat akşama kadar âileler birbirleriyle vakit geçirirler. İbâdetler berâber
yapılır, kahvaltı daha uzun sürer ve neşeli geçer. Komşularla bir-iki sohbet
yapılır. Gezmeye gidilir, piknik yapılır, ziyâretler edilir vs. Kısaca müslümanların
maddî ve mânevi işleri disiplinli ve düzenli bir şekilde devâm eder. Bu yaşam-tarzlarını
belli bir süre zarfında kendileri belirlemiştir. Yaşam tarzlarından hayli
memnundurlar ve yaptıkları şeyler severek yaptıkları şeylerdir. Kimse kimseyi
bu şekilde yaşamaya zorlayamaz. Herkes sevdiği şeyi istediği bir gün yapabilir.
Bu yaşantı-tarzı insan fıtratıyla yüzde-yüz uyumludur. Bâzı bedelleri vardır
ama “bir şeyin ne kadar bedeli varsa o kadar da zevki ve keyfi vardır” sözünü
tüm müslümanlar bilir. Ufak-tefek sıkıntılar ve düzensizlikler olsa da bunları hayâtın
süsü-biberi olarak görürler. Hayatlarından çok memnundurlar ve mutludurlar.
Müslümanlar konuşma-tarzına
çok dikkat eder. “Argo”; edebe aykırı; aşağılayıcı; sövgülü vs. sözler
kullanılması çok ayıp sayılır. Kimse bir-birine kötü lâkab takmaz-takamaz.
Kimsenin gıybeti yapılmaz, yapmaya kalkan uyarılır. Özellikle bu konuda çok
hassas davranırlar, çünkü kimse “ölmüş kardeşinin etini yemeyi” düşünemez. İslâm’da
“sana ne”, “bana ne” lafları kullanılamaz. Herkes bir-birini uyarmakla mükellef
olduğu için bu kelimeler kullanım-dışıdır.
İslâm’da çılgınca
eğlenceler, şeytâni zevkler, tehlikeli ve bağımlılık yapan alışkanlıklar yoktur.
Müslümanlar bir deniz kenarında, bir dağ başında oturup düşünmeyi çok severler.
Çocuklar oyuncaklarını kendileri üretebilir. Kendileri yapar, kendileri
oynarlar. Büyüklerinin sözünü dinlerler ve tehlikeli oyunlar oynamazlar. Bir-birlerine
zarar verecek oyunlar yoktur. İslâm’a has oyunlar geliştirmişlerdir çocuklar. İslâm
ülkelerinde “çocuk parkı” yoktur. Hele-hele oyuncaklı parklar hiç düşünülmez.
Zâten hemen her taraf ağaçlık olduğu için bir gölgelik olarak böyle yerler
aranmaz. Kendi bahçelerinde kurdukları salıncakları olur en fazla. Çünkü
parkları; tağutlar tarafından düşünülmüş ve düzenlenmiş yerler olarak görürler.
Burada bir çocuğun-insanın başına her şey gelebilir. Çocukların anne-babalarına
itaâtsizlikleri buralarda yeşermeye başlar ve bir ömür-boyu sürer. Çocuklar
böyle yerlerde oyuna kilitlenirler ve hırsa kapılırlar. İleride bu hırslar
onlara bir ömür-boyu yoldaşlık yapacaktır. Sigara, içki, kumar, esrar, eroin
vs. ne kadar şeytan işi pislik
varsa, çocuklar ilk defâ bu parklarda tanışırlar ve alışırlar bu zehirlere.
İşte bu yüzden müslümanlar park denen bu şeytâni alanları açmaktan uzak
durmuşlardır. Anne-babalar çocukların doğayla iç-içe yaşamasına çok önem
verirler. Müslüman tüm çocuklar bir ekmeğin, bir sebzenin, bir meyvenin nasıl
oluştuğunu, tüm bu süreçleri gözlemledikleri için bilirler. İslâm ülkelerinde asitli
içeceğe rastlanmaz. Sâdece gazlı şifâlı sular vardır. Ayran, süt, doğal meyve
suları vs. kullanılır içecek olarak. Ada’da bulunmadığı ve sokulması yasak
olduğu için, çocuklar ne-idiğü belirsiz besin tüketemezler. Toplu ve iri-yapılı
insanlar vardır fakat kolay-kolay şişman insanlar göremezsiniz. Sinemalarda
izlenen filmler dînî içerikli, belgesel-bilgisel, kültürel vs. filmlerdir.
Saçma-sapan, ütopik, insanları fitneye düşürecek ve ahlâk-dışı filmler
bulamazsınız. Çocuklar için hazırlanan çizgi filmlerde de bu tür dengesizlikler
yoktur. Her evde bir tâne televizyon vardır. Fakat televizyonu daha çok “ekran”
olarak kullanılır. Televizyonlar sâdece belli saat aralıklarında veya özel
durumlarda yayın yaparlar. İnsanlar radyo, gazete/dergi ve televizyonlardan Dünyâ’daki
gelişmeleri tâkip ederler. Belgesel tarzında yayınları severler ve seyrederler.
Fakat çok fazla televizyon seyredecek vakitleri de yoktur. Tiyatro, sevdikleri
faaliyetlerden bir diğeridir.
İslâm ülkelerinde her
evde küçük çaplı bir kütüphâne bulunur. Her mahâllede orta, her kâim-makamlıkta
büyük, her vilâyette de çok büyük olan kütüphâneler bulunur. Başkentte ise
kütüp-hâneler olur. Kütüp-hâneye uğramamış müslümana rastlayamazsınız. Dünyâ’nın
değişik ülkelerinden kitaplar satın alınmıştır. İslâm ülkelerindeki kitaplar Dünyâ’da
satılan en ucuz fiyatlı kitaplardır. Kitap yazarak/basarak köşe dönen yoktur.
Emekli olmuş insanların en çok vakit geçirdikleri yerlerin başında kütüp-hâneler
gelir. Allah’ın ilk emri “oku” olduğu ve “tertil ile yâni düşüne-düşüne oku” emri
olduğu için, “okuma”nın en âcil ve ilk sırada yapılacak iş olduğunu düşünürler.
Okumak demek anlamak/idrâk etmek demek olduğu için ve idrâk etmek insanı
yorduğu kadar lezzet de verdiği için en çok severek yaptıkları işlerin başında
gelir. Zâten İslâm’da mîras denince ilk akla gelen şey kitaplardır. Tabi bu
mîrasta da diğer mîraslar gibi paylaşma esastır. Zâten “paylaşma İslâm’ın
ana-yasasıdır” dense yeridir.
Müslümanlar müziği
severler. İlâhiler başta olmak üzere mûsikiler ve türküleri dinlerler ve
dillendirirler. Çalmasını bildikleri enstrümanlar ve söyledikleri şarkılar
vardır. İslâm ülkelerinde enstrüman çalma oranı %3’tür. Zaman yetersizliğinden
dolayı herkes bu işle fazla uğraşamaz. Ama melodi dinlemeyi severler.
Televizyonlarda bu tür programlar seyredilir. Özellikle ney, bağlama, ud,
keman, davul, zurna gibi çalgılar popülerdir. Çılgınlığa sevk edecek enstrümanlar
bulunmadığı gibi, o tür şarkılar da dinlenmez.
Bahçe işlerini çok
severler. Bir-kaç gün ayakları toprağa deymese rahatsız olurlar. Çocuklar küçük
yaşta alıştırılırlar toprağa. Hayvan-sever bir topluluktur müslümanlar. Fakat
hayvanlarla ilişkilerinde kategorik farkı gözetirler. Yâni hayvanın duracağı
yer ile kendilerinin durduğu yeri
karıştırmazlar. Büyük bahçesi olanlar kulübesinde kedi-köpek besleyebilirler.
Kafeste kuş, akvaryumda balık beslemek gibi insafsızca ve zulümâne işler
yapmazlar. Hayvanların hayat alanı daraltılamaz. Her hayvanı doğal
ortamlarında severler aslında. Ev içine pek hayvan sokulmaz. Büyükçe bir
bahçesi olanlar kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde kedi-köpek besleyebilirler. Kurbanlık
hayvanlar -biraz da mâsum görüntülerinden olsa gerek- çok sevilirler Müslümanlar
tarafından. Bahçelerinde besledikleri bir-kaç tavuk ve bir-iki kuzu olur.
Yediklerine-içtiklerine çok dikkat ederler. Etleri besmeleli kestikleri gibi,
otları da besmeleli keserler. Kurban bayramı hâricinde de bir-kaç âile birleşip
et ihtiyaçlarını karşılamak için bir hayvanı kendileri keserler ve paylaşırlar.
Ormanlık alanlarda bulunan tehlikeli hayvanlara ancak o hayvanları iyi tanıyan
kimseler yanaşabilir ve onlar hakkında belgesel amaçlı resim-video çekebilir.
Korumalı araçlarla bu hayvanların yaşadıkları yerleri gezerek onları görmek
isteyenler için de düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca bir hayvanat bahçesi yoktur
İslâm ülkelerinde.
Yazları zamanlarının bir
bölümünü geçirmek üzere deniz kıyılarında kalanlar olur. İyi yüzücüdürler.
Buralarda hem yüzerler, hem su-altı dalışlar yaparlar, hem de bol-bol balık
yerler. Yaylalarda kaldıklarında gecenin en karanlık zamanlarında teleskoplarla
kâinatı gözlemlemek severek yaptıkları eğlenceli işlerdir. Müslümanların
eğlence anlayışına göre; yapılan bir şeyden hem zevk alınmalı, hem de bir
şeyler öğrenilmelidir. Hiç-bir şey yapmadan boş-boş oturmak müslümanlara
göre değildir. Ülkede selamlaşma farz olarak algılanmasına rağmen böylelerine
selam bile verilmez. Selamdan bahsetmişken; müslümanlar bir-birleriyle karşılaştıklarında
mutlaka; “Selâmunaleyküm” diyerek selamlaşırlar. Selâmı alan taraf daha güzel
bir selâmla karşılık verir tabî ki.
Yaşlılar için kurulmuş
huzur-evleri, yaşlı bakım-yurtları gibi yerlerin düşüncesi bile yoktur müslümanlarda
ve İslâm’da. Böyle bir şey akıllarının ucuna bile gelmez. Çünkü böyle yerler
zulüm kurumlarıdır onlara göre. Ana-babaları onların gözlerinin nûrudur. Onları
her ne olursa-olsun yanlarından ayırmazlar ve büyükçe olan evlerinde bir yer
açıp onlara ömürlerinin sonuna kadar hizmet ederler ve bakarlar. Çocuk esirgeme
yurtları da yoktur. Bir şekilde ana-babasız kalan öksüz-yetim çocuklar,
çocukları olmayan âilelere paylaştırılır. Çocuklara anlayacakları yaşa
geldiklerinde onun gerçek anne-babaları olmadığını söylerler ama, onlara gerçek
anne-baba gibi de bakarlar. Müslüman öksüz ve yetimleri görenler: “İslâm
toplumunda öksüz-yetim olmalıymışız” derler. Çünkü öksüz-yetim olmayan
çocukların birer anne ve babası olmasına karşın, öksüz-yetimlere bütün bir İslâm
toplumu annelik ve babalık etmektedir. Müslümanlar zihinsel engellilere her
türlü kolaylığı gösterirler, onları toplumdan dışlayarak akıl hasta-hânelerine
mahkûm etmezler. Zâten akıl hasta-hânesi yoktur İslâm ülkelerinde. Müslümanlar
onların her birini aklın değerini gösteren birer “gösterge” olarak kabûl
ederler.
İslâm’da her mahâllede
bir câmi bulunur. Ayrıca her semtte genellikle yazları kullanılan namazgâhlar
vardır. Namazlar cemaatle kılınmaya özen gösterilir. Sürü değil, cemaat psikolojisi
vardır her konuda İslâm ülkelerinde. Câmiler toplantı/istişâre/sohbet vs.
yerleridir aynı-zamanda. Sâdece namaz kılınan, sonra çekip gidilen yerler
olarak kullanılmazlar. Canlı mekânlardır mescidler. İslâm’da her ilde birer tâne
havra ve kilise bulunur. Bunların çoğu, zâten eskiden beri var olan
kilise/havraların restore edilmiş hâlleridir.
Kabirler şehrin tam
ortasında bulunur ve müslümanlara ölümün bir hakîkat ve mü’min için bir nîmet
olduğunu hatırlatır. Yurt-dışı gezileri de düzenlenir ve çok rağbet görür bu
geziler. Ama daha çok emekli kesim katılır bu gezilere. Dünyâ’nın hemen-hemen
her yerine geziler olur.
Her 40 yaşına gelmiş müslüman
aynı-zamanda hac ve umre görevini tamamlamış birer hacıdırlar. Bu konuda
masrafların %75’i devlete âittir. Kendi zevklerine göre yaptıkları harcamalar
da vardır. Müsâit olduğu ve başkasının hakkına tecâvüz etmeyecek şekilde
isteyen istediği kadar gidebilir hacca. Değişik ülkelerdeki insanlarla tanışmak
çok eğlenceli ve öğreticidir onlara göre. Artık, torun-torba sâhibi olmuş
emeklilerin ilk yaptığı iş tekrar hacca gitmektir. Devlet bu konuda onlara hiç
gitmeyenlerden sonra olanak sağlar. Gezmek emeklilerin en çok yaptıkları
şeylerin başında gelir.
İslâm ülkelerinde tüm insanlar
doğduğu andan îtibâren devletin kontrôlündeki sosyâl güvenlik kurumunun çatısı
altına alınır. Şunu hemen belirtelim ki; İslâm’da sosyâl güvenlik kurumu,
isminin başındaki “sosyâl” kelimesinden dolayı hiç-bir zaman kâr edecek bir
duruma gelmez-gelemez. Bu gibi kurumlar her zaman zararda-içerde olmak
zorundadır. Aksi takdirde “sosyâl” olma özelliğini kaybederler. Çocukların sosyâl
güvenlik masrafları okul bitimine ve askerlik dönüşüne kadar devlet tarafından,
sonra da çalıştıkları kurum tarafından karşılanır. Herkes sigortalıdır İslâm ülkelerinde.
Ev-hanımları da “çalışan” kabûl edildiği için onlar da devletten maaş alırlar.
Bu yüzden doğal olarak evli olanların gelirleri daha yüksektir. Ev-hanımları dâhil tüm hanımlar kırkbeş, erkekler ise
elli yaşında emekli olurlar. Emekli olmalarına rağmen asker, hekim ve bâzı
önemli konumlarda bulunan kimseler görevlerini danışmanlık düzeyinde
sürdürürler. Bu uygulama zâten her kurumda böyledir. Emekli olmuş olan kimseler
eski çalıştıkları yerlere yardımcı olurlar. Hiç-bir çalışan, çalıştığı yeri kötü
görmez ve kötülemez. Grev, iş-yavaşlatma vs. gibi şeytâni girişimlerde
bulunulamaz İslâm ülkelerinde. İş-veren işçiyi kandırmadığı ve hakkını verdiği
ve vermek zorunda olduğu için böyle bir şeye gerek de duyulmaz.
Müslümanlar okul bitimi
yada askerlik dönüşü olan 20-21, ya da en geç 22-23 yaşında evlenirler. Fakat
bu, daha önce evlenmek isteyenlere engel olunacağı anlamında değildir. Evlenmek
isteyen kişilerin; kendileri, âileleri ve çevresi onların bu sorumluluğu
taşıyabileceklerine inanıyorlarsa 15-16 yaşlarında bile evliliğe izin
verilebilir. Çünkü insanların doğal duygularını helâl yoldan tatmin etmesi
sünnetullah gereğidir. Bunu engellemek ve baskılamak bir nevî zulüm olur. Bu yaşlarda yapılan evlilikleri dînî
bir kural olarak değil, örfî bir kural olarak uygularlar. Yoksa dinde evlenmek
için önemli olan ölçü yaş değil, ergen olma/âkil-bâliğ olma; kişinin istemesi
ve uygunluktur. İslâm, eşleri bir-birini tamamlayan
unsur olarak görmesine rağmen erkeğe daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu da âilenin
“ata-erkil” bir yapıda olacağı anlamına gelir. Yâni âilenin “reisi” erkek
olmalıdır. Müslümanlar bu kurala uymuşlardır. Bu durum fıtratla da bire-bir
örtüşür. Müslümanlar genelde tek-eşli olmasına rağmen iki eşi pek geçmeyen
1’den çok evlilikler de görülür. Bu sınır örfen belirlenmiştir. Tabî ki evlilik
çok ciddi ve sorumluluk isteyen bir iştir. Müslümanlar bu yüzden âileye çok
önem verirler. Çünkü; îmanlı, sağlıklı, mutlu, başarılı insanlar ve dolayısıyla
toplumlar, sorumluluğunu bilen âilelerden oluşacaktır. Müslümanlar bu yüzden bu
işi sıkı tutarlar. İslâm ülkelerinde İslâm’i kurallar geçerli olduğu için
evlilik ve nikâh merâsimleri de İslâm’i kurallara göre yapılır. Câmilerde
gerçekleşen nikâh merâsiminden sonra duruma göre ikramlar yapılır, hedîyeler takdim
edilir ve tebrikler kabûl edildikten, hayır-dualar yapıldıktan sonra eşler
evlerine uğurlanır. Evli çiftler bir-birlerini tam anlamıyla nikâhtan sonra tanırlar.
Kısa süren bir nişanlılık döneminde çok da fazla görüşme yaşanmaz. Kısa
görüşmeler ve sohbetler yapılır sâdece. Diğer lâik-seküler ülkelerde olduğu
gibi “evlenmek çok zor, boşanmak çok kolay” değildir İslâm ülkelerinde. Tam
tersine; evlenmek sâdece evlenmek isteyenin değil, tüm halkın desteğiyle
gerçekleştiği için fazla zorluk yaşanmaz. Gelin adayları abuk-subuk şeyler
isteyerek damat adaylarını zora sokmazlar. Mâkûl bir mehir ve gerekli olan
eşyâlarla donatılmış sâde bir ev onlar için yeterlidir. Müslümanlar bu konuda
zorlanmazlar, zîra müslümanların evleri “ihtiyaçta zarûret” fıkhına göre dizayn
edildiği için gereksiz hiç-bir eşyâ alınmaz ve ev daraltılmaz. Bu yüzden evli
olmayanların sayısı yok denecek kadar azdır İslâm ülkelerinde. Ama boşanmaya
gelince; bu konuda da kolaylık yok denecek kadar azdır. “Allah’ın hiç sevmediği
helâl” diye tâbir edilen bu iş çok-çok az görülebilir İslâm ülkelerinde. Anlaşamayanları
ille de evli tutmak zulüm olur çünkü. Lâkin dediğimiz gibi; öyle “boş ol, boş
ol, boş ol!” demekle kimse boş kalmaz İslâm’da. Bu zırva, gerçek İslâm’ın
yaşanmadığı yerlerde yapılan zırvalıklardır. Evli çiftler en az dört çocuk
yaparlar. Çekirdek âile bulmak çok zordur İslâm ülkelerinde. Âileler genelde;
evler ayrı olmasına rağmen aynı sokakta yada aynı arsa içinde yapılmış evlerde
otururlar. Aynı avludan girilen evlere de rastlanır. Üç-dört kuşak bir-arada
yaşar. Bu hem âile-içi denetleme açısından, hem de eğitim açısından çok faydalıdır.
Emekliler en çok kütüp-hâneye gitmek, bahçe işleriyle uğraşmak, ahşap işleri,
müzik ve resim gibi işlerle vakitlerini geçirirler. Vakit namazlarını câmilerde
kılmak emekliler için bir zarûret gibi görülür. İslâm ülkelerinde herkesin kendi
evi vardır. Kirâcılık yoktur Ada’da. “Kirâ” işine pek hoş bakılmaz. Çünkü “mülk
Allah’ındır. Zâten herkes Allah’ın mülkünde kirâcıdır” düşüncesi hâkimdir.
İslâm’da insanların
sorumluluk yaşı bulûğ çağıdır. Bulûğ çağına kim ne zaman giriyorsa artık o kişi
kendini sorumlu görmelidir ve diğer insanlar da ona sorumluluklar vermelidir.
Diğer dünyâ-ülkelerinde olduğu gibi sorumluluk yaşı 18 değildir. Müslümanlar bu
yaşın neden “18” olarak belirlendiğine bir
anlam veremezler. “Bu her kişi için neden aynı olsun ki?” derler. Yâni bir
insana 18 yaşına ayak basar-basmaz ne oluyor ki? Ne değişiyor hayâtında? Vücûdunda
ne değişiyor? Çoğu kimse 18 yaşına girdiğinin farkına bile varmıyor. Müslümanlara
göre insanlarda meydana gelen değişiklikler masa-başında belirlenerek değil,
hayatlarında görülerek gerçekleşir. Yaşadıkları değişikliklerin onları
etkilemesi gerekir. Onlara bir şeylerin değiştiği duygusunu tattırması gerekir.
İşte bulûğ çağı bu etkiyi fazlasıyla yapar insanda. Vel hâsıl kelam; masa-başında
belirlenemez kimin ne zaman sorumlu olacağı.
İslâm’da ahlâki noktada
sürekli bir toplum-baskısı vardır. Bu baskı özellikle cinsel ilişkiler
düzleminde görülür. Çünkü insan nefsinin dizginlenmesi veya disipline edilmesi
en zor düzlem cinsel ilişkiler düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki
sapıklıklardan engelleyebilecek iki şey; öncelikle kişilerin sâhip olduğu
ahlâki ilkeler ve daha sonra toplumsal çevrenin ahlâki baskısıdır. Bir insan
için sâhiplendiği ahlâki ilke başlı-başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal
çevrenin ahlâki baskısının da büyük önemi vardır. Çünkü ahlâki ilkeler
noktasında zayıf olan bir-çok insan, toplumsal çevrenin ahlâki baskısını
dikkate alarak böyle bir sapıklıktan ve rezâletten uzak durabilmektedir.
Haberleşme;
telefon-telgraf ve mektupla ve çeşitli iletişim araçlarıyla yapılır. Bu işler
için posta-hâneler vardır. İnsanlar akraba ve dostlarına hem hâl-hatır sormak,
hem de sorularını-bilgilerini paylaşmak için bu haberleşme araçlarını
kullanırlar.
İslâm’da “gün”, güneş
battığı anda başlar. Diğer ülkelerdeki gibi yeni bir günün başlaması için gece
yarısı saat 24.00 beklenmez. Çok anlamsız bulurlar bu belirlemeyi müslümanlar.
Sorumluluk yaşını 18 olarak belirleyenlerin bu belirlemesi ne kadar saçmaysa,
yeni bir günün başlama saatini 24.00 olarak belirlemek de çok saçmadır müslümanlara
göre. Gece saat onikiden bir sâniye önce ne oluyor?, bir sâniye sonra ne
oluyor? Neden gece saat 24.00? Müslümanlar bunda bir bit-yeniği olduğunu
düşünürler. Evet haklıdırlar; kapitâlistlerin bir belirlemesidir bu onlara
göre. İnsanları psikolojik olarak gece geç yatırmaya teşvik edecektir bu
“belirleme”. Geç yatan insan; en başta sabah namazına kalkamaz; uykusu
düzensizdir ve bu yüzden sağlığı bozuktur; hayâtı disiplinsiz bir şekilde
yaşadığı için verimi düşer ve daha bir-çok olumsuz durum oluşturur geç yatmak. Müslümanlar
diyor ki; “Yeni gün, güneş battığı anda başlamalıdır. Çünkü bu-anda Dünyâ’da
muhteşem bir değişiklik yaşanmaktadır. Görsel bir şölen vardır gökyüzünde.
Kimilerine göre bir gün daha kârlı bir şekilde geçmiştir, kimine göre zararla
geçmiş bir gündür. İnsanlar bir günün daha geçtiğini net olarak görebilirler ve
bu durum onları düşünceye sevk eder. Güneş önce solgunlaşır. Sonra yavaş-yavaş
ufuktan kaybolur. Kaybolduktan sonra gökyüzü muhteşem bir renge boyanır. “Biten
gün” sanki bizlere vedâ ediyordur ve bunu ihtişamlı bir şekilde göstermek ister
gibidir”. İşte değişiklik böyle olur!, içi-boş “değişikliklerle” (daha doğrusu
değişmezliklerle) değil. Gün geceyle başlar İslâm’da. Dinlenilerek
geçirilecektir bu gece ki, sabaha dingin bir şekilde uyanılabilsin. Aynı
şölenin tersi sabah saatlerinde de yaşanır. Müslümanların en çok sevdiği
şeylerden biri de Güneşin doğuşunu ve batışını seyretmektir. Seher vakitlerinin
o mutluluk vericiliği çok sevilir.
Müslümanlar yine aynı
şekilde; “31 Aralık’ta, saat tam 24.00’de ne oluyor ve ne değişiyor gökyüzünde
ve kâinatta?” diye sorarlar ve cevap verirler: kocaman bir “hiç”! Saat 24.00’den
bir sâniye önce ile, saat 24.00’den bir sâniye sonrası arasında tüm kâinatta
kayda-değer hiç-bir değişiklik olmuyor. “O târihin” ve “saatin” içi bomboş.
Evet; kapitâlistler yine şeytandan gelen bir emri yerine getirmişler ve
insanları bu güne kilitlemişlerdir. Onlara çılgınca kutlanacak bir gün ve bir
gece daha göstermişlerdir. Sınırsız yemek, sınırsız içmek, sınırsız(…) Müslümanlara
göre ise yılın başı hicrî takvimdeki gibi önemli bir olayın göstergesi
olmalıdır. Hicri takvim aynı-zamanda hareketli, yâni dönen bir takvim olduğu
için, bir özelliğinden ve içselliğinden bahsedilebilir. Yada bir mevsimin
başlamasıyla yıl başlamalıdır müslümanlara göre. Yâni bir değişikliğin hayatta
bir karşılığı olmalıdır. O şey, onunla berâber değişmelidir. Her ne kadar İslâm
ülkelerinde Güneş takvimi de geçerli olsa, durağan olduğundan dolayı anlamsız
bulurlar bu takvimin yıl-başlarını.
İslâm ülkelerinde akşam
namazından sonra sokaklarda hemen-hemen kimse görülmez. Sâdece; câmiden çıkıp
evlerine gidenler, sohbetlerden dönenler ve özel bir durum için sokağa çıkmış
olanları görebilirsiniz. Akşamları ve geceleri kimse sokakta “çıt”
çıkarmaz/çıkaramaz. İnsanlar komşularını rahatsız edecek bir gürültü yapmazlar/yapamazlar.
Çünkü İslâm’da komşu hakkına çok dikkat edilir. Gerçek “insan hakları” İslâm’da
görülür. İslâm’da insan-hakkına çok önem verilir; “çocuk hakları”, “kadın
hakları”, “hayvan hakları”, “hasta hakları” gibi zırvalar yoktur. Bunlar
şeytanın öğretisi olup tağûti devletler tarafından yürürlüğe konmuş
komikliklerdir. Büyük bir kandırmacadır bunlar. Haktan çok haksızlık getirir. Müslümanlara
göre: “insan hakkı” denildikten sonra; “kadın hakkı”, “çocuk hakkı”, “hasta
hakkı” vs. demek abes olur. “İnsan hakkı” hepsini kapsar çünkü. Ayrıca diğer
“hakları”(!) söylemeye gerek yoktur. Aslında “hak” denildikten sonra başına
“insan” yada ”hayvan” ön-ekini koymak bile abesle iştigâl olur. Bir yerde “hak”
varsa orada her türlü “hak” mevcut demektir müslümanlara göre. Bu “hak”ları
ayrı-ayrı ele almaya gerek yoktur.
İslâm’da hassas
konulardan biri de “kadın”dır. Ada’da kadın denince ilk olarak “ana/anne” akla
gelir. Her kadın bir anne adayıdır çünkü. Annelik için Allah tarafından her şey
verilmiştir kadına. Allah, kadınlara annelik görevini vererek onlara bir
saygınlık bahşetmiştir aslında. Bu yüzden kadınların saygı-değerliği özenle
korunmalıdır. Şeytan bu konuda devâmlı olarak bir açık arar çünkü. Küçük bir
açık bile bulsa genelde başarılı olacağından dolayı bu konuda Kur’ân’i önlemler
alınmıştır. Bu yüzden müslümanlar kadının toplumda fitne-aracı hâline gelmemesi
için bu konudaki Kur’ân’i hükümleri sıkı bir şekilde uygularlar. Bu, kadınlara
baskı yapılması demek değildir. Onları Kur’ân’ın ön-gördüğü gibi bir koruma
girişimidir yaptıkları. İslâm ülkelerinde kadınların %90’ı ev-hanımıdır. Müslümanlara
göre ev-hanımlığı çok önemli ve ağır bir “iş”tir. Ev-hanımları için
“çalışmıyor” denilemez. “Evde yaptıkları işin aynısını dışarıda yapınca
“çalışıyor” oluyor da; aynı işi evinde yapınca neden “çalışmıyor” olsun ki?”
derler. Kadınların hepsi tesettürlüdür. Tesettür emrinin şuuruna varmış olan
hanımlar bu konuda bir sıkıntı yaşamazlar. Zâten kadın fıtratıyla uyumlu olan
bu kural şuurlu bir şekilde yapıldığında usanç vermez kadınlara.
“Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki câhiliyet devri
çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve
peygamberine itaat edin!.. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve
hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah lâtiftir, haberdar olandır” (Ahzab Sûresi 33-34)
âyetleri kadınların nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğini belirler. Hanımlar
bu âyetleri ciddiye alırlar ve câhiliye kadınları gibi süslenip-püslenip
sokak-sokak gezmezler. Yapmaları gereken şeyin farkındadırlar çünkü. Bunu Kur’ân
öğretmiştir onlara.
Kadınlar temizliklerine
önem verirler, fakat “makyaj” yapmazlar. Kurumayı ve yıpranmayı önleyici
bitkisel kremler ve çok belli olmayan sürmeler çekerler ve kimsenin dikkatini
çekmeyecek ve “rahatsız etmeyecek” kokular kullanırlar en fazla. Güzel kokuyu
severler. “Ne de olsa Peygamberimizin sevdiği üç şeyden biri güzel kokudur”
derler. Kadın giyiminde ve görünümünde en önemli kural “dikkat çekmemek”tir.
Meselâ sokağa ev-elbiseleriyle çıkmazlar. İsterse bu kısa bir süreliğine olsun
fark etmez. Hattâ bu kural erkekler için de geçerlidir. Giyim-kuşam, sürme,
koku, yürüyüş, bakış, konuşma vs. hiç-bir konuda dikkat çekecek ve kendilerini
belli edecek tavırlara girmezler/giremezler. Bakışlarını yere indirsinler”.. emrini dinlerler. Her kadın bir
“Meryem” olma yolunda hareket eder. “Edeb Ya Huu!” sözünü baş-tâcı eder İslâm
ülkelerindeki müslümanlar.
Kadın; seküler Dünyâ’nın
en çok istismar ettiği unsurdur. Bir de bunu yaparken onlara özgürlük
getirdiklerini iddia ederek gülünçleşirler. Kadını “paçavraya çevirerek” nasıl
bir özgürlük! verdikleri ortada olduğu hâlde bunu nasıl savundukları
düşündürücüdür. “Tesettürlü kadın için: “özgür değiller” derken, açık-saçık
olan ve her türlü zulme mâruz bırakılan kadınlar nasıl olur da “özgür! olurlar
anlamak imkânsızdır” derler. “Kadınlar için “evlerinizde vakarınızla oturun” diyen Kur’ân-ı Kerim’i dinlemeyen
seküler ülkelerin tağutları, çeşitli şeytanlıklarla evden çıkardıkları
kadınların saygınlıklarının azalmasına sebep olmuşlardır. Artık kimse onlara
“anne” gözüyle bakmaz hâle gelmiştir. Tağutlar, kadınları bir nesne, bir cinsel
obje olarak göstermişler ve her türlü şeytanca işlerinde kullanmaya
başlamışlardır. Öyle ki; kadının kullanılmadığı bir alan kalmamıştır. Kadın
evine giremez olmuştur. “Anne” olamaz olmuştur. Kadının duyguları, onuru, şahsiyeti
ve kadınlık özellikleri ayaklar altına alınmıştır. Kadın deyince insanların(!)
aklına artık “başka şeyler” gelmeye başlamıştır. Yâni kadınlar evlerinden bir
çıkmışlar..; değerleri düşmeye başlamıştır. Hâlbuki İslâm onları zamânında
bataklıktan çıkarıp baş-tâcı etmişti. Onlara “özne” gibi davranılmasını
sağlamıştı. Nesnelikten çıkarmıştı onları. O zaman da kadınlar şimdiki gibi her
türlü çıkar-aracının çarkında bir dişli görevi yapıyorlardı. İslâm dışındaki Dünyâ’da
şimdi de öyledir; “Kadının kadınlara has özellikleri istismar üzerine istismar
edilmiştir” derler. İşte bu sebeplerden dolayı müslümanlar; “Bir milletin
kurtuluşu için kadınların mutlaka sokaktan eve çekilmesi gerekir” diye
düşünürler. Sokaktan çekmek gerekir onları vakarlarıyla oturacakları evlerine;
vakarlarıyla çalışacakları işlerine; anneliğe..
İslâm hanımları; “Ey
peygamberin kadınları, siz kadınlardan her-hangi biri (gibi) değilsiniz; eğer
sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde hastalık
bulunan kimse tamâh eder. Sözü mâruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde oturun,
eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı
verin, Allah'a ve Resûlüne itaât edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sâdece
günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde okunan
Allah'ın âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki, Allah lâtifdir, her-şeyden
haberdardır” (Ahzab Sûresi 32-34)
âyetlerini üstlerine alırlar ve bu âyetleri düşünerek hayatlarına yön verirler.
İslâm’da ata-erkil bir
yapı hâkimdir. Kadınlar diğer ülke kadınları gibi ev-dışına zorlanmamış ve
alıştırılmamışlardır. Müslümanlara göre kadınlar özgürlüğün ve mutluluğun
zirvesini ancak evlerinde yaşarlar ve yaşayabilirler. Fıtraten bunun daha uygun
olduğunu düşünürler kadınlar için. Aksi hâlde fıtratla çelişildiğinde zulüm
başlar. Kadınlar da bu durumdan rahatsız değildirler. Tabi bu hiç evden dışarı
çıkmamak demek değildir. Kendi aralarında oluşturmuş oldukları sohbet
meclisleri vardır ve bu sohbetleri düzenli olarak tâkip ederler. Çalışan
kadınların dışındakiler genelde “fıtratlarıyla da uyumlu olarak” evleriyle,
çocuklarıyla ve mânevi hayatlarıyla ilgilenirler. Çalışan kadınlar ise buna
yaptıkları işleri de dâhil ederler. İslâm ülkelerinde kadınların biat etme
hakkı vardır fakat biat edilme hakkı yoktur. Yâni kadınlar “İslâm’ın
İmamı/Ümmetin Halifesi” olamazlar. Lâkin tüm İslâm kadınları her türlü
düşüncelerini özgürce söyleyebilirler ve bunu en yüksek makâma kadar
iletebilirler. Kadınlar iş-yerlerinde erkeklere âmir olamaz. Çünkü bu durum
erkekler için fıtrata aykırı bir durumdur. Allah, Kur’ân’da dediği gibi
erkekleri kadınlardan bir derece üstün yaratmıştır. Tüm İslâm ülkeleri
kadınları bu âyeti anlamışlar, îman etmişler ve de benimsemişlerdir. Bu yüzden hadlerini
aşmazlar. Zâten müslümanlara göre erkek ve kadın mutlak anlamda eşit değildir,
olamaz da. Çünkü bu, kadınlar için bir zulümdür. Erkekler de bu “üstünlük”
yüzünden kadınları aşağılayacak bir tutumda bulunmazlar/bulunamazlar. Müslümanlar;
“İslâm’ın kadınlar için uygun gördüğü bu durum, kadınların onurunun korunması
ve istismâr edilmemesi için yegâne kuraldır. Aksi-hâlde şeytan fırsat
kollamaktadır” derler.
İslâm’da ve İslâm
ülkelerinde alkôl bulunmaz. Tıb alanında bile kullanmak için farklı bir ürün
geliştirmişlerdir. Ada’ya gelen gayr-i müslimler için bile her-hangi bir içki
bulunmaz. Ayrıca sigara içen kimse yoktur İslâm ülkelerinde. Hattâ gençler onun
ne olduğunu da bilmezler. Televizyonda gördüklerinde de “neden sürekli olarak o
şeyleri ağızlarında tuttuklarına” anlam veremezler. Kumarın hiç-bir türlüsü
yoktur ve olamaz. Zîna yapacak meşrû bir ortam olmadığı gibi, böyle bir yerin
olması düşünülemez bile. “Şeytan işi
pislik” tâbir edilen hiç-bir şey ve yer bulunmaz İslâm ülkelerinde. Daha
çok emeklilerin uğradığı çay-kahve içilen ve sohbet edilen kıraat-hâneler, çay
bahçeleri vs. vardır.
Fırsatçılık yoktur İslâm
ülkelerinde. Fırsatçılığı şeytan işi olarak görürler. Zâten fırsatçılık yapacak
bir ortam da yoktur.
İslâm ülkelerine; vekil,
vâli, kâim-makam, muhtar vs. gibi yöneticiler seçilerek atanmaz görev yerine.
Yöneticiler “milletvekili” değil; milletin-halkın “vekilleri”dir. Milletvekili
gibi kişiler yoktur. Zâten “Tek Vekil” olarak Allah’ı kabûl eden müslümanlar
böyle bir gereksinim de duymazlar. Demokrasi/cumhuriyet/laiklik/sekülerizm/liberâlizm/modernizm
kelimeleri sövgü olarak kullanılır Ada’da. Demokrasi, İslâm’a ters
olduğu için çirkin görülür müslümanlar tarafından. Bu yüzden de demokrasinin
fiîli yönü olan “seçim” yapılmaz İslâm ülkelerinde. Onun yerine “gönüllü kabûl
ediş” denilen dayanışma/biat vardır. Yeni imam zâten genel-irâdenin genel reyiyle/görüşüyle
gündeme geldiği için polemik yaşanmaz. Yeni imam için aksi
düşünceleri/eleştirileri olanlar görüşlerini bildirirler ve görüşlerinin
dikkate alınmasını isterler. İmam değişikliği belki 20-30 senede bir olur. O da
İmam’ın; vefât, sağlık, yaşlılık gibi nedenlerle görevini bırakıp, Yüksek Şûrâ’nın
üç kişiden oluşan imam adaylarını açıklamasından sonra yeni imamın belirlenmesi
için yapılan biat ile olan değişikliktir. İmamın görevini sürdürebilmesi için
yedi senede bir Yüksek Şûrâ’nın güven-oyunu ve halkın rızâsını alması gerekir.
Aslında yeni-imamın kim olacağı hemen-hemen bellidir. İmam adayları bu konumun
ağırlığını bildikleri için; “ille de beni seçin” yaygaraları koparmazlar. Bu
görevleri sorumluluk bilincine sâhip oldukları için kabûl ederler. Zâten yeni
imam yetenek ve sorumluluk bilincine bakılarak seçilir. Adaylık doğal olarak
oluşur. Zâten bu kişiler halkın tanıdığı ve teveccüh gösterdiği kişilerdir. Yüksek
Şûrâ’ya ahlâk âbidesi yedi kişi içinden üç imam adayını belirlemek düşer
sâdece. Vekiller ise İmam ve Büyük Meclis tarafından belirlenir ve görevine
atanırlar.
Vâli, kâim-makam ve
muhtarlar ise, dâhiliye vekilinin İmam ve vekiller kurulu ile birlikte o iş
için yetiştirilmiş yetkin kişiler içinden seçtikleri şahısların atanması olarak
gerçekleşir. Vâliliğe, kâim-makamlığa ve muhtarlığa atanacak olanlar bu işin
eğitimini görmüş olanlardır. Bir yerleşim yerinde yapılacak olan her işten
anlayacak, ahlâklı, düzenli, sistemli vs. şeklinde çalışacak olanlar arasından
belirlenenler görevlerine atanırlar. Görev süreleri beş yıl olmakla berâber,
halkın isteği üzerine görevleri uzatılabilir, görev yerleri değiştirilebilir ya
da görevden alınabilirler. Bir vâli, kâim-makam ve muhtar; çevre, elektrik, su,
iletişim, ısınma, temizlik, tâmirat vs. yapılması gereken her iş üzerine iyi
bir eğitim almışlardır. Genelde mühendislik eğitimi ile birlikte aldıkları
eğitimdir bu. Bu eğitimi muhtar bir yıl, kâim-makam üç yıl ve vâli dört yıl
süreyle alır. İlk önce staj mâhiyetinde “yardımcı vâli, kâim-makam ve muhtar”
olarak çalışırlar. Bu kişilerin en önemli özellikleri insan ilişkilerinin çok
iyi olmasıdır. Tüm halk tanımalıdır onları. Çok sevilenlerin görevleri bir beş
yıl daha uzatılabilir. Belli bir süreliğine göreve gelen bu kişileri halk
seçtiğinde, onların uygunsuz davranışlarında görevden alınması zorlaşacağından,
bu kişiler seçimle belirlenmezler. İmam ve Şûrâ tarafından atanırlar ve
görevlerinde uygunsuz davranışlar ya da bir eksiklikte yer değiştirme veya
açığa-alınma uygulanır.
İslâm ülkelerinde
elektrik, su, iletişim, yol vs. ücretsizdir. Tabi bunlar ücretsiz diye isrâf
denecek miktarda kullanılmaz. Müslümanlar, akan dereden alınacak abdest için
bile suyun isrâf edilmemesi gerektiğinin şuurundadırlar. İsrâf ve savurganlığın
günahı doğurması kaçınılmazdır İslâm’a ve müslümanlara göre.
Allah insanların iki
cihanda mutlu olması için kâinatı ve Dünyâ’yı tam insana göre yarattığı gibi, vahyini
de tam bu kâinata uygun yaratmış ve peygamberlerini de onların kendi içlerinden
en iyisini seçerek göndermiş ve öbür âlemde onları “ateş”ten koruyacak emir ve
nehiylerini bu peygamberler aracılığıyla bildirmiştir. Bu bilince hakkıyla
ulaşmış olan müslümanlar, hem bu Dünyâ’larını hem de öbür Dünyâ’larını mâmur
etmek için Allah’ın bildirdiği gibi, hırsa kapılmadan fakat gayretle çalışırlar
ve sünnetullah îcâbı buna ulaşırlar. Bunun netîcesinde de ömürlerinin sonuna
kadar mutlu bir şekilde yaşarlar. Besmelesiz hiç-bir işe başlamazlar. “Besmelesiz
yapılan iş Allah’sız yapılıyor demektir” çünkü. Allah’sız yapılan bir işe
şeytanın karışmaması düşünülemez. Bu bilinçle müslümanlar her işlerine
Allah’la, yâni besmeleyle başlarlar ve elhamdulillâh ile tamamlarlar.
Kısaca müslümanlar her
işlerini nihâyetinde ebedî âleme göre düzenlerler. Ülkede tüm hayat bir ibâdete
dönüşmüştür. Mutlakâ olması-oluşturulması-kurulması gereken İslâm Ülkesinde
sosyâl hayat genel olarak bu ya da benzer şekildedir.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder