İslâm ülkelerinde
iç-güvenlik; alt-yapısı çok iyi hazırlandığından ve iyi organize edildiğinden
dolayı genelde çok yoğun bir güvenlik sorunu yaşanmaz. İnsanlar aslında bir-birlerini
denetlediğinden ve yönlendirdiğinden dolayı güvenlik görevlilerine çok fazla iş
düşmez. Ama gene de şeytan boş durmayacağı için güvenlik görevlileri
dikkatlidir. Vilâyetlerin iç-güvenliğini; ismini İslâm’dan mülhemle almış olan
“silm” teşkilâtı” yapar. Silm: barışıklık, barışmak, sulh ve itaât anlamlarına
gelir. Adından da belli olduğu gibi silm üyelerinin en önemli görevleri ülkede
sulh ortamını korumaktır. Müslümanların aralarında nâdiren çıkan sorunları hâlletmek
ve taraflar arasını barıştırmak bu teşkilâtın önemli görevlerindendir. Her
muhtarlık düzeyindeki yerleşim yerine bir “silm evi” kurulur. Bu merkezler sayı
olarak kâim-makam ve vâlilik düzeyinde de sâdece bir tek merkez olarak
belirlenmiştir fakat buralarda teşkilat üyelerinin sayıları fazla olur. Silm
Teşkilâtı adâlet vekiline bağlıdır. Teşkilat nöbetleşe tam-gün mesâi yapar.
Teşkilat üyeleri de her meslek grupları gibi ahlâki eğitim başta olmak üzere
ayrıca bir eğitime tâbi tutulurlar İslâm ülkelerinde. Silm Evlerinde haşarı
insanların tutuklandıkları zaman konulacakları ve bir-süre kalacakları tutuk-odaları
bulunur. Burada tutulan insanlar çeşitli telkinlerle uslandırılmaya çalışılır. İslâm
ülkelerinde özellikle ömür-boyu hapis cezâsı olamaz. Normâlde de geçici bâzı
hapis cezâlarının -ki bunlar ev hapsidir- dışında hapis cezâsı yoktur. Zâten vahye
uygun kurulmuş ve yapılandırılmış olan İslâm ülkelerinde hapis-hâne yoktur.
Müslümanlar hapis-hâneyi insan fıtratına aykırı görürler. Suçun, suçluyu hapis-hâneye
atmakla bitirilemeyeceğini düşünürler. Çünkü müslümanlara göre hapis-hâneler
nicelik ve nitelik bakımından suçu daha da arttırırlar. Suç-oranı çok düşük
olduğu için ve sokak ve mahâllelerde çıkan bâzı sorunlar daha silm evlerine
intikâl etmeden sokak sorumluları ve muhtarlar tarafından hâlledildiği için
tutuk-odaları yeter de artar bile. Tutuk-odaları şüphelinin yargılanıp cezâlandırılıncaya
ya da aklanıncaya kadar en fazla bir hafta kaldıkları yerlerdir. Osmanlı’dan aldıkları kefâlet sistemi vardır İslâm’da. Buna göre,
mahallede herkes bir-birinden sorumludur, bir suç karşısında tüm mahalle
sorumlu tutulur ve kefâleti de tüm mahalleye âit olur. Mesûliyet tüm mahalleye
âittir.
Hırsızlar, rahatsızlık
verenler, yolsuzluk yapanlar vs. silm üyeleri tarafından yakalanıp ilk
sorgulamaları yapılır, tutanak tutulur ve mahkemelere sevk edilirler. Silm üyelerinin
sert davrandığı çok nâdir görülür. Üyeler iri-yapılı ve güçlü-kuvvetli
olduğundan ve ayrıca da eğitim aldığından dolayı bozguncular bunlara karşı
koyamazlar. Silm Teşkilat üyeleri orta-eğitim okulundan sonra, âmirler dört
yıllık, silm memurları ise iki yıllık silm-eğitim okullarına devâm ederler.
Silm üyelerinin mesâi saatlerinde giydikleri elbiseler tek-tiptir. Bu
elbiseleri mesâi saati dışında giyemezler. Silm üyeleri mesâi saatlerinde
yanlarında sürekli olarak “tabanca” seviyesinde silâh bulundururlar ama çok-çok
nâdir olarak kullanırlar. Daha çok kısa ve sert sopalar caydırıcılık vazîfesi
yapar. Büyük silm merkezlerinde ise daha ağır silâhlar da vardır. Silm
Teşkilatının üye sayısı ülkeden-ülkeye değişir.
Güvenliğin diğer ayağını
ise asker oluşturur. Asker, daha çok dış-güvenlik için hazır bekletilir.
İç-güvenlikte olası büyük sorunlar için de kullanılması kânunlaştırılmasına
rağmen böyle bir gereksinim görülmez İslâm ülkelerinde. Subaylar orta-eğitim
okulundan sonra askeri-eğitim okuluna giderler ve dört yıllık bir askeri
eğitimden geçirilirler. Yine her alanda olduğu gibi sıkı bir ahlâki eğitimden
de geçerler. “Kışla” tâbir edilen yerlerde eğitimlerini ve görevlerini
sürdürürler. Müslümanlar için savaş en son çâre ve hem savunma hem de zulmü
ber-taraf etmek için saldırı amaçlı yapılan savaşlardır. Silâh olarak
subayların bir tabanca ve bir tüfekleri bulunur. “Er” tâbir edilen diğer
askerlerin ise birer tüfekleri bulunur.
Müslümanlar çok
cesurdurlar. Tabi bu cesaret körü-körüne olayların üzerine giden câhillerin
cesurluğu gibi değildir. “Eğer içinizde sabreden
yirmi (kişi) bulunursa iki yüz kişiyi mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz
(sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener” (Enfâl Sûresi 65) ve “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman
etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”
(Âl-i İmran Sûresi 139) âyetleri uyarınca müslümanlar kemiyetten çok
keyfiyete önem verirler. Üstünlüğün sayıca çokluğa değil, mevcut sayının
kalitesine bağlı olduğunu savunurlar. Bu yüzden askeri yönden yeterince güçlü
olmadıkları bir dönemde bile mazlum bir halkın yardımına gitmekten geri
durmazlar. Askeri yeterliliklerine değil, mazlûmiyete bakarak yardım kararı
alırlar.
Asker, İmam’a bağlıdır.
Askerin baş-kumandanı İmam’dır. Bu sâdece fahrî bir baş-kumandanlık değil, yerine
göre fiîli bir baş-kumandanlıktır.
İslâm ordusu, savaşı iyi
bildiği kadar savaş ahlâkını da iyi bilir. Kur’ân’ın emrine göre, öldürmekte
aşırıya gitmek yasaktır. İslâm askerinin yapılan tatbikatlarda ne kadar hünerli
olduğu ayan-açık görülür.
İslâm, adından (silm) anlaşılacağı
gibi “güvenlik” demektir ve İslâm ülkeleri birer güvenlik merkezleridir.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder