10 Şubat 2016 Çarşamba

Bilim ve Zan


“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

Kemâl Sayar:

“Zaman algımız ruh-hâlimize göre değişiyor, meselâ sinirli, beklentili veya çökkün oluğumuzda zaman yavaşlar” der.

Dünyâ’ya göre belirlediğimiz ölçümler mutlak-doğru ölçümler değildir, olamaz da. Çünkü evrenin diğer yerlerindeki genel özellikler farklıdır. Meselâ; Jupitere göre Plüton daha soğuktur. Güneş’e göre bir nötron-yıldızının kütle-çekimi daha fazladır. Suyun kaynama derecesi bile, bulunulan yere göre değişir. Yükseklerde farklıdır. Hattâ Dünyâ’nın her yerinde üçgenin iç-açılarının toplamı aynı değildir. İzâfiyet teorisi, değişik çekim alanları ve hızlarda zamânın ve uzayın izâfileştiğini gösteriyor. Bu yüzden yapılacak ölçümler mutlak-doğru olamaz.

Kâinatın tümünün doğru bir incelemesi için onun bir karşıtı olması gerekir. O karşı-kâinata göre kıyaslayarak bu kâinatı anlamamız lâzım ki doğru sonuca varabilelim. Hegel:

“Her-hangi bir şey anlaşılır hâle gelmek için kendi karşıtından geçmek zorundadır. Her-şey başka bir şeye nispetle tanımlanabilir. Her-hangi bir şeyin anlaşılır olabilmesi için bu şeyin karşıtı olan şey de düşünülmelidir. “Her bir yasa ancak diğerleriyle ilişkili olarak ve bir bütün içinde ele alındığında anlam kazanacaktır” der.

Caner Taslaman:

“Sürekli deniz-seviyesinde hayâtını yaşamış ve bu seviyede suyun kaynaması ile ilgili deneyler yapmış olan bir kişi, yüksek bir yere çıkınca suyun kaynama derecesinin değişebileceğini tahmin edemediğinden, kendi deniz seviyesinde bulduğu yasaları, evrensel tüm yasaların karşılığı zanneder ve bir gün dağ-başına çıktığında suyun kaynama derecesinin değiştiğini gözlemler, fakat doğa yasalarını kendi bildiği deniz-seviyesine âit yasalardan ibâret sanan kişi, bu yasaların ihlâl edildiğini sanır. Tanrısal yasalara nüfûz edemeyen kimi kişiler de, kendi bildikleri yasaların (kısmi-doğa yasalarının), evrensel tüm yasalara karşılık geldiğini zannedebilirler” der.

İzâfiyet teorisine göre evrendeki zamânı gösterebilecek “evrensel bir saat” olamaz. Çünkü kesin bir zaman yoktur. İzâfiyet teorisi; zamânın, yer-çekimine ve hıza bağlı olarak değiştiğini; yâni zamânın mutlak olmadığını ve evrenin içindeki değişkenlere bağımlı olduğunu göstermiştir.

Bu durumda bilimin verileri de izâfidir. Sâdece “birilerine” göre doğrudur.

Kâinatın yaşı da mutlak-kesin olarak belirlenemez. Bilim-adamlarının belirledikleri 13.8 Milyar yıllık bir yaş Dünyâ’ya-göre belirlenmiş bir süredir. Meselâ; Dünyâ’daki ölçüm sonuçlarıyla Güneş’teki ölçüm sonuçları farklı çıkar. Eğer bir nötron-yıldızında olsaydık evrenin yaşını farklı hesaplayacaktık. Büyük kütlelere sâhip cisimlerin yakınında da (örneğin Güneş) zaman daha yavaş akar. Demek ki evrenin yaşı göreceli bir kavramdır. Mutlak bir yaş belirleyemeyiz. Çünkü bunun için “kesin yasalar” yoktur.

Hâkî Demir:

“Her deney mikro bir uzay oluşturmaktır. Mikro uzay, gerçek kâinâtın eş-değeri veya bizzat kendisi olmayacaktır hiç-bir zaman. Kâinâtı kuşatabilecek tasavvur güçlüğü (imkânsızlığı demek gerekir belki de) mikro-kâinat tasavvurunu, kâinâtın “bölge özelliklerine” mahkûm edecektir. Buna rağmen her kâinât tasavvurunda veya teoride bir-çok bilginin doğrulanabilir olmasının sebebi, kâinâtın o bölgesinde (parçasında) gerçekleşebiliyor olmasındandır. Tüm kâinatta geçerli olduğunu bilme imkânına iki sebeple sâhip olamıyoruz. Birincisi tüm kâinatta test etme imkânımız yoktur, ikincisi zâten tasavvurumuzu parça tasavvur olarak ele almayıp tüm kâinat tasavvuru şeklinde inandığımız için kâinatın başka yerlerinde test etme ihtiyacı duymuyoruz” der.

Zaman, yer-çekiminden etkilenir. O yüzden farklı çekim-kuvveti olan yerlerde farklı zaman-algıları olur. Aslında etkilenen zaman değildir, çünkü o soyut bir şeydir. Burada asıl etkilenen, zamanı ölçen araçlar ve onu algılayanlardır. Meselâ gözlem-aracından giden ya da gelen ışığın, çekimin etkisiyle büküleceğinden oluşan bir etkilenmedir bu. Gözlemin yapıldığı yerde çekim ne kadar kuvvetli/az ise bükülme de o oranda fazla/az olur.

İzafiyet teorisine göre herkese/her-yere göre farklı bir zaman-algısı vardır. Önemli olan bağımsız gözlemcinin zaman-algısıdır. Sâdece vahiy ile kayıtlanmış gözlemcinin zaman-algısı. Yoksa binlerce sayı/ideoloji/kavram/teknoloji vs. ile kayıtlanmış gözlemci değil.

Dünyâ'nın şeklinden dolayı yer-çekimi Ekvator'da az, kutuplarda fazladır. Yeryüzündeki her enlemde bile yer-çekimi farklıyken, evrensel yasalardan söz edemeyiz. Her-an yeni bir noktadan bakarız aslında kâinâta, her-an farklı bir yerden.. Her-an farklı yerden bakılan kâinat neden hep aynı sonuçları versin ki?.

Bilim, gelişmesi sürekli değişime bağlı olan bir yöntemdir.

Belirlenen uzun zaman-süreçleri sâdece Big-Bang Teorisi için geçerli değildir. O evrenin genel materyâli için de geçerlidir. Zamanla kâinattaki galaksiler ve yıldızların sayısı 1 milyon, 10 milyon, 1 milyar, 10 milyar, 100 milyar, 200 milyar ve en sonunda 400 milyarlara kadar gelmiştir. Edwin Hubble, evrendeki galaksilerin sayısını 100 milyon olarak vermişti. “İbn-i teleskop”lar teleskopu adım-adım tâkip etmişlerdir çünkü. Bu rakamların nereye kadar gideceği de belli değildir. Güçlü teleskop ve tarayıcıların gelişmesiyle de bu sayı zamanla artacaktır. Çünkü sınırı bilinmeyen bir alan için söylenecek bütün sözler ve rakamlar mutlak-doğru olamaz. Bakın değişmez bir kânundur; “niteliği bilinmeyen şey hakkında sonsuza kadar nicelik üretilir”. Târif etmek istediğiniz şeyin niteliğini bilmiyorsanız, sonsuza kadar nicelikler üretmek zorunda kalırsınız. Bu değişmez bir formül ve kuraldır.  Sonuçta da; “o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” âyeti tecelli eder.

Fatma Barbarosoğlu:

“Îcat edilen her görme-tekniği ile birlikte hakîkatin peçesi bir kat daha kalınlaşır, her îcat kâlp-gözünü daha kesin biçimde devre-dışında bırakmaya meyillidir” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Nitelik hakkında hiç-bir ilim ve hiç-bir görüş mümkün değildir. Tabiat ancak bir fâile, insana nispetle güzel veya korkunç, maksada uygun veya karma-karışık, mânâlı veya mânâsız, yâni nitelikli olabilir. Yoksa, objektif olarak bakıldığında böyle vasıfları yoktur; tabiat tamâmen homojen ve ‘lâkayt’tır” der.

Michael Rivero:

“Eskiler Dünyâ’nın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz ise şu-anda hoşumuza gitmeyerek Dünyâ’nın Güneş etrâfında döndüğünü ve Güneş’in de Samanyolu’nun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kâbul etsek de, Dünyâ’nın her-şeyin merkezinde olduğu fikri Big-Bang Teorisi’nin temel kabulleri arasındadır. Big-Bang'ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere bakarlar (şu-anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar (şu-anda 14 milyar yıl).

Fakat bu, ancak Dünyâ’yı gözlenebilir evrenin merkezinde kabûl ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her-yönde gördüğümüz doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut olan çok geniş bir evrenin sâdece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı, Big-Bang'in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta olduğumuz kabûlünü terk edersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik tamâmen çöker. Gerçekten de bir toplu-iğnenin ucundaki meleklerin sayısını hesaplamaya çalışıyoruz hâlâ” der.

Bilim-târihine bakınca tüm teorilerin zamanla tamâmen değiştiğini görürüz. Meselâ yüzyıllar boyunca bilim-adamları tüm gezegenlerin arzın çevresinde dolaştığına inanıyordu. Bu, Ptolemy'nin yer-merkezli evren kuramıydı. Sonra Kopernik'in Güneş-merkezli sistemi ortaya çıktı. Bu sistemin doğru, Ptolemy sisteminin ise yanlış olduğunu kabûl etmek kolay olmadı. Bilim-dünyâsını, gezegenlerin Güneş çevresinde döndüğüne inandırmak ancak Kopernik, Galileo ve onları izleyen bâzı bilim-adamlarının çetin uğraş ve kavgalarıyla olanak kazanmıştır.

Newtoncu yaklaşımda, kozmolojinin bittiği zannedilmişti. Şimdi de Big-Bang’ci yaklaşımla bu yapılmaya çalışılıyor. Kıyâmet kopmadan hiç-bir şey bitmez.

Pozitif-bilim anlayışı bilim-târihini kendi açısından yeniden yazdırmaktadır. Bilimsel faaliyeti, “aynı zihniyetle yapılan” sürekli bir faaliyet, sürekli bir ilerleme olarak ortaya koyarlar. Târihte bir-çok şeyler değiştiği gibi, bilimsel doğrular da değişmiş, bilimsel devrimler olmuştur. Târihte bilimin sürekli bir ilerlemesi yok; kesintiler, kopmalar, dönüşümler, birbiriyle çatışan bilim-görüşleri vardır.

Bulunduğumuz çağı süper-çağ olarak göstermeye çalışıyorlar. Böylece bulunulan çağın her ürettiğini tüketen bir toplum oluşturmak istiyorlar. Foucault’ya göre, yaşadığımız zaman, târihte eşsiz ya da temel bir nokta değildir.

Bilimin özünde tartışılabilirlik ve yanlışlanabilirlik özelliği vardır. Yâni bilim, mutlaktan bahsedemez, ancak varsayımlardan bahsedebilir.

“..İçlerinden biri arkadaşlarına “burada ne kadar kaldınız?” dedi. Arkadaşları “bir-gün yada daha az bir süre kaldık” dediler. Arkasından dediler ki; “Ne zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir…” (Kehf 19).

Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken…

“Gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu-yana mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini ovarlarken içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan biri gibi “burada ne kadar kaldınız?” diye soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir uykunun etkisini hissettiği kesindir. Arkadaşları “bir-gün yada daha az bir süre kaldık” dediler” diyor.

Biz de bu âyeti günümüze uyarlamak isteyerek diyoruz ki:

İşte! şimdi de bâzı “uyuyanlar”, kâinât’ın 13.8 milyar yıldır burada olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki âyetin de dediği gibi; “ne kadar kaldığımızı Allah hepinizden iyi bilir”. İşte böyle; yapılması gereken şey, Ashab-ı Kehf’in yaptığı gibi gereksiz tartışmaları bırakıp, Allah’a dayanmaktır. Allah’a dayanmak ise, Kur’ân’a dayanmaktır ve Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmektir. Çünkü Allah göklerin ve yerin bütün sırrını bilendir. Aksi-hâlde, karanlığa taş atmış oluruz. Taş ata-ata da taşlaşırız.

Lâboratuar sonuçlarını gerçek sonuçlar olarak lânse ediyorlar. Hâlbuki ölçümler evrenin her değişik noktasında değişik sonuçlar verir. Meselâ “İkizler Paradoksu”nda diyorlar ki:

“20 yaşında ikiz-kardeş düşünün. Bunlardan biri komşu yıldızlardan birine bir uzay-yolculuğu yapacak olan bir astronot olsun. Diğeri de Dünyâ’da kalsın.

Yolculuğun 20 yıl gidiş, 20 yıl da dönüş olmak üzere toplam 40 yıl sürdüğünü varsayalım. Hesâbın kolay olması açısından, roketin de ışık-hızının %87’si kadar bir hızla yol aldığını düşünelim. Sorumuz şu: Tekrar buluştuklarında hangi kardeş daha yaşlı olacaktır? Hesâbımızı Dünyâ’daki ve roketteki kardeşlere göre yaptığımızda farklı cevaplar buluruz.

Önce hesâbı Dünyâ’daki kardeşe göre yapalım. Dünyâ’daki kardeş, yolculuğun başında 20 yaşındaydı. Yolculuk 40 yıl sürdüğüne göre, tekrar buluştuklarında kendisi 60 yaşında olur.

Astronot kardeş de başlangıçta 20 yaşındaydı. Dünyâ’ya göre 40 yıl yolculuk etti ama roketteki saatler iki kat daha yavaş işlediği için bu süreç boyunca sâdece 20 yıl yaşlandı. Dolayısıyla, buluşma-ânında astronot 40 yaşında.

Özetle, Dünyâ’daki kardeşe göre yolculuk bittiğinde kendisi 60 yaşında, astronot kardeşi de 40 yaşında olmalı. Yâni, astronot daha genç kalır”.

Sürekli deneyden ve deneyin öneminden bahseden bilim-adamları, üstte anlattıkları kurguyu asla denememişlerdir ve zâten hiç-bir zaman da deneyemezler. Yaptıkları, “oturdukları yerden” yaptıkları bir kurgudur sâdece. Zâten tüm söylediklerinin %90’ı kurgulardan ibârettir. Pratiğe yansıması mümkün olmayan kurgulardır.

Kâinâtın değişik yerlerinde değişik algılar olur. Hattâ bu durum Dünyâ’da bile hissedilebilir. Meselâ ikizlerden biri deniz seviyesinde kalırken, diğeri yaşamak üzere bir dağın tepesine gönderilse, dağın tepesinde yaşayan, deniz seviyesinde kalan ikizinden daha hızlı yaşlanacaktır. Yâni bir daha karşılaştıklarında ikizlerden biri daha yaşlı olacaktır. Fakat bu durum “görece öyle olan” bir durumdur. Görelilik kuramında mutlak-zaman yoktur; bunun yerine her bireyin bulunduğu yere ve hareket edişine bağlı kişisel zaman-ölçüleri vardır. 

Bilgi ayrı, hakikât ayrı bir şeydir. Her bilgi, hakikâte açılmaz. Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah'tan gelen bilgi, yâni vahiydir. İnsan, hayâtını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak istiyorsa, Allah'tan gelen bilgiyi, yâni Kur’ân'ı yol gösterici olarak kabûl etmek zorundadır. Buna karşılık, insanlar tarafından üretilmiş her-hangi bir kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme yöntemi vb.), insanı kesin bilgiye götüremez. Çünkü insanların ilâhi kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu tür düşünceler sonuçta birer “zan”dır. Oysa âyetteki, “Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm Suresi, 28) hükmüne göre zan, insanı doğruya ulaştırmaz. Bilim-adamları da “zan”dan yola çıktıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar.

Çocuklar geceleyin ışıklar sönünce karanlıkta gördükleri nesneleri zihinlerinde değişik sûretlere sokarlar. Çok basit olan nesneleri “ışık”sızlıktan ve gecenin/karanlığın esrârının katmış olduğu korkudan dolayı başkalaştırırlar. Olduğundan farklı görürler. Bu durumdan kurtulmaları için birinin ışıkları yakması gerekir. Işıklar yanınca da her-şeyin gerçek yüzü açığa çıkar. İşte aynen bunun gibi; zulmet karanlığında, câhiliyet karanlığında olan bâzıları da “nur”suzluktan ve”ışık”sızlıktan dolayı gördüklerini gerçek zannediyorlar. Karanlıkta gördükleri/göremedikleri şeylerin gerçekte de “tam göremediklerinin” aynısı olduğuna inanıyorlar. Hattâ bunu bütün Dünyâ’ya da “tam göremedikleri” gibi aktarıyorlar. Işıkları yakacak biri olmadığı için bu yanlış görüş ve inanış sürüp gidiyor. Bu durumdan kurtulmanın tek-yolu ise birinin ışıkları yakması ve ortalığı aydınlatmasıdır. O zaman görülecek ki, “karanlık”tan ve pustan dolayı tam göremedikleri her-şey zannettikleri gibi değilmiş. Peki; bu yanlış boyunca verilen emeklere, boşa geçen zamâna, harcanan paralara -ki nice yetimin, yoksulun hakkı vardır o paralarda- yazık değil mi? Bu boş işlerden yolunu bulanlar acaba kaç kişinin “yolunu” kaybetmesine sebep oldu? Kaç kişi (…) yerine kondu? Gerçekten çok yazık..

Stephen Jay Gould:

“En yanlış hikâyeler, genelde en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız” der.

“Allah'tan başka ilâhlar (yol göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır”. Allah Kur’ân'da bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Bu (putlar ise) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve ön-görünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiç-bir delil indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir” (Necm 23).

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak “zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

Mevdûdi “zan” konusunda şunları söylemiştir.

“Sahte din-koyucular, filozoflar, kânun yapıcılar görüşlerini ilim üzerine değil, yalnızca tahmin ve zan üzerine dayandırırlar. Aynı şekilde bilim-adamlarının ve lîderlerin peşinden gidenler de onların büyük insanlar olduklarını ve bu yüzden doğru söylediklerini varsayarlar. Zîra ataları ve cümle ahâli onları izlemiştir, zanlarının nedeni budur”.

“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak” (Yûnus 39).

“Kur’ân bir-kaç kelimeyle şunu bildirmiştir ki, vahyedilmiş olanın dışındaki tüm dinler (ideolojiler, kıstaslar) bâtıldır. Çünkü kâinâtın menşei, mebdei, (kökü, kaynağı) sebebinin yalnızca felsefî akılla araştırılması üzerine temellenmektedirler. Felsefî araştırma ise, zann üzerine temellenir ve tabiatı gereği Hakîkat'a ulaşmaya güç yetiremez. Hakîkate ulaşmanın doğru yolu Resûllerin getirdiği vahyin anlaşılmasından geçer. Hakîkatı keşfetmenin tek yolu budur. Aksi-takdirde, yanlış yollar izleyen kimse dâima yanlış sonuçlara ulaşacaktır. Müşrikler, araştırmalarını bütünüyle ve yalnızca zan ve hurâfe üzerinde temellendirirler”.

Münzevî ve zâhidler de, bilgiye, müşâhede ve tefekkürle ulaşacaklarını ve gerçeği, “sırları aralamak sûretiyle” görebileceklerini iddia ederler. Fakat aslında gerçeği göremezler, gördükleri sâdece muhayyilelerinin bir mârifetidir (oyunudur), yâni zandır. Onlar zihnî bir hayâli tasavvur edip, sonra onun üzerinde zihinlerini yoğunlaştırırlar ve böylece bu tasavvur “gerçek”in sûreti olur.

Filozof denen kimseler ise, araştırmalarını akılcılık (rasyonalizm) üzerine temellendirdiklerini ileri sürerler fakat gerçekte her ne kadar “mantîki” deliller ve “yeter sebepler”le destekleseler bile dayandıkları yalnızca zan ve şüphedir.

Şu hâlde bu gruplar hiç değişiklik arzetmeden ön-yargılarına dayanıyorlar ve kendilerinden farklı bakış-açılarına sâhip kimseleri anlamaya yanaşmıyorlar. Bu yüzden de kendi teorilerine bağlanıp kalıyorlar.

Kur’ân, bilginin bu türlü araştırılmasının temelde yanlış olduğunu anlatmak istemektedir. “Sizin sapmanızın gerçek sebebi, araştırmalarınızı zan ve şüphe üzerine dayandırmanızdır. Ve bu türlü ön-yargılarınız yüzünden en mâkûl şeylere bile kulak vermek istemiyorsunuz. Sonuçta yalnızca hakîkata ulaşamamakla kalmıyor, aynı-zamanda nebiler tarafından bildirilmiş semâvi dinleri doğru değerlendiremiyorsunuz” demek ister.

Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur’ân kendi yolunu bildirir ve hakîkata ulaşmanın yegâne sahih, aklî ve ilmî yolunun o yol olduğunu ileri sürer. Hakîkatı araştırmanın yolu şudur... “Araştırmaya başlamadan önce daha evvel edindiğiniz ön-yargılarınızdan vaz-geçmeli ve hakîkat hakkındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşâhede ve soyut çıkarımlar üzerine değil, doğrudan-doğruya “vahy” üzerine temellendiğini ileri süren kimselerin mesajına kulak vermelisiniz. Sonra Kur’ân'ın dikkate çağırdığı kâinât âyetleri üzerinde derin-derin düşünmelisiniz. Eğer bu âyetler, nebilerin ifşâ ettiklerini söyledikleri Hakîkat'a delâlet ediyorsa, o zaman onların öğrettiği hakîkatı reddetmeniz için hiç-bir mâzeretiniz kalmıyor demektir. İslâm felsefesinin temeli budur. Ne yazık ki müslüman filozoflar bile bu yolu izlememiş, Eflatun ve Aristo'yu izlemişlerdir.

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36).

Heveslerinin peşine takılanlar ancak heveslerinin isteklerine göre üretim yaparlar. Hakka göre değil de heveslere göre yapılan üretim yarardan çok zarar getirir. Çünkü heveslerine uyanların ürettikleri “zan” dan başka bir şey değildir. Zanna dayanmak ise beşeri dinlerin değişme­yen özelliğidir. Bakın Mustafa İslamoğlu bu konuda ne diyor:

“İpini hevâ, heves ve fobilerin eline vermiş bir akıl bilgiye değil zanna uyar ve zan üretir, kuşkuya düşer ve kuşku üretir, cehâletten yola çıkar ve cehâlet üretir. Böylesine hevâsına esir olmuş bir aklın sâhibi, elde ettiği doğru bilgileri de yanlış tarafa yatırır. Sonuçları açısından onun iyi çalışması, bir canavarın zeki kılınmasından farksızdır. Kur’ân, işte tam da bu gerçeği ifâde eder şu âyette: “Kendi hevâsını (arzu ve tutkularını) tanrı edinen kimseyi bir düşünsene!” (Câsiye 23).

İç-güdü, tutku, hevâ ve hevesin eline geçmiş bir akıl için artık hürriyetten söz edilemez. Aksine o akıl ayartıcı güdülerin âzât olmaz esiri hâline gelmiştir. O aklın sâhibi özgür düşünemez. Düşüncesinin sınırları, tutkularının, kişisel çıkarlarının, arzularının sınırlarıdır. Aklı bunlar yönlendirdiği zaman, akıl hakîkati değil yalanı, hakkı değil bâtılı, yakîni değil zannı, itminanı değil kuşkuyu, mârifeti değil vehmi arar ve üretir. Böyle bir akıl elbette “sâlih amel” değil, “fâsık amel” ya da en azından “fâsit amel” üretecektir.

“Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler” (Zâriyat 10).

Mevdûdi, bu âyeti yorumlarken şu ifâdeleri kullanmıştır:

“Bu sözlerde Kur’ân-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünyâ-hayâtının basit bir-takım meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile.

Bütün hayâtımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağız ve bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sâdece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akîde kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermâyesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; “Kendi-kendini tamâmen mahvetmek olur” demektir. Buna ilâveten bu mesele baştan-başa kişinin kendileri hakkında sâdece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dâiresi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiç-bir yönü ile duyular dâiresi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrâk gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevâbı Kur’ân-ı Kerim'de yer-yer verilmiştir. Ve bundan da insanın kendi başına doğrudan-doğruya hakîkate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hattâ bizzat kendi nefsinde var-olan sayısız alâmetlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakîkatleri acaba ispât eden işâretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve âhiret hakkında Kur’ân-ı Kerim'in bildirdiği ilmî araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahmînine göre hareket eden herkes kaybetmiştir”.

“Allah bu konuda güçlü bir delil indirmiş değildir” (Yûsuf 40).

“Getiriniz delilinizi” (Bakara 111).

“Getirin belgenizi” (Saffat 157) vb. ifâdeler sürekli bir delil ister, zan’la hareket etmeyi tenkit eder.

“Çoğunluğun kabûl ettiği”.. diyorlar. O hâlde kabûl etmeyenler de var. Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu olur?. Allah Kur’ân’da: “Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116) der. “Kabûl edenler-etmeyenler” diye bilim ya da kânun mu olur? Parmak sayısına göre bilim-kânun olmaz. Zâten vahiy dışında bir şeyin herkes tarafından kabûl edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir.

Bilim-adamlarnın bize bilim adına dayattığı zannî şeyler, Ali Şeriati’nin dediği gibi, “dünyâ-bilimi” değil, “dünyâ-görüşü”dür. 20. yüzyılın laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist dünyâ-görüşü. Sapık dünyâ-görüşlerini bize dünyâ-bilimi olarak sunuyorlar.

Bir teorinin doğru olması için o teorinin bir-çok kimse tarafından bağımsız bir şekilde düşünülüp târif edilmiş olması gerekir. Yoksa bir kişinin yada bir-kaç kişinin bulduğu bir teoriyi bütün Dünyâ’ya pazarlamasının ve dayatmasının sonucunda oluşan bir teorinin doğruluğu tartışılabilir.

Aynı adres değişik şekillerde târif edilebilir. Popüler târif en iyi târif olmayabilir. Târif edenin başka amaçları olabilir. Fakat bir adrese çok farklı yerlerden gitmek de mümkündür. Birileri, bilim-adamlarına târif etmelerini istedikleri yolu dayatıyorlar. Bir süre sonra o târif benimseniyor ve o târiften başka târif yapanlar herkes tarafından alaya alınmaya ve yobaz olarak görülmeye başlıyor. Dayatılmış târiflere mecbur değiliz.

Kitle psikolojisi ile hareket edenler ancak zannın peşine düşerler.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2016



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder