“Onların
çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir
şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).
Kemâl Sayar:
“Zaman algımız ruh-hâlimize göre değişiyor,
meselâ sinirli, beklentili veya çökkün oluğumuzda zaman yavaşlar” der.
Dünyâ’ya göre belirlediğimiz ölçümler
mutlak-doğru ölçümler değildir, olamaz da. Çünkü evrenin diğer yerlerindeki
genel özellikler farklıdır. Meselâ; Jupitere göre Plüton daha soğuktur. Güneş’e
göre bir nötron-yıldızının kütle-çekimi daha fazladır. Suyun kaynama derecesi
bile, bulunulan yere göre değişir. Yükseklerde farklıdır. Hattâ
Dünyâ’nın her yerinde üçgenin iç-açılarının toplamı aynı değildir. İzâfiyet teorisi, değişik çekim alanları
ve hızlarda zamânın ve uzayın izâfileştiğini gösteriyor. Bu yüzden yapılacak
ölçümler mutlak-doğru olamaz.
Kâinatın tümünün doğru bir incelemesi
için onun bir karşıtı olması gerekir. O karşı-kâinata göre kıyaslayarak bu
kâinatı anlamamız lâzım ki doğru sonuca varabilelim. Hegel:
“Her-hangi bir şey anlaşılır hâle gelmek için kendi
karşıtından geçmek zorundadır. Her-şey başka bir şeye nispetle tanımlanabilir.
Her-hangi bir şeyin anlaşılır olabilmesi için bu şeyin karşıtı olan şey de
düşünülmelidir. “Her bir yasa ancak diğerleriyle ilişkili olarak ve bir bütün
içinde ele alındığında anlam kazanacaktır” der.
Caner Taslaman:
“Sürekli deniz-seviyesinde hayâtını yaşamış ve bu seviyede
suyun kaynaması ile ilgili deneyler yapmış olan bir kişi, yüksek bir yere çıkınca
suyun kaynama derecesinin değişebileceğini tahmin edemediğinden, kendi deniz
seviyesinde bulduğu yasaları, evrensel tüm yasaların karşılığı zanneder ve bir
gün dağ-başına çıktığında suyun kaynama derecesinin değiştiğini gözlemler,
fakat doğa yasalarını kendi bildiği deniz-seviyesine âit yasalardan ibâret
sanan kişi, bu yasaların ihlâl edildiğini sanır. Tanrısal yasalara nüfûz
edemeyen kimi kişiler de, kendi bildikleri yasaların (kısmi-doğa yasalarının),
evrensel tüm yasalara karşılık geldiğini zannedebilirler” der.
İzâfiyet teorisine göre evrendeki zamânı
gösterebilecek “evrensel bir saat” olamaz. Çünkü kesin bir zaman yoktur.
İzâfiyet teorisi; zamânın, yer-çekimine ve hıza bağlı olarak değiştiğini; yâni
zamânın mutlak olmadığını ve evrenin içindeki değişkenlere bağımlı olduğunu
göstermiştir.
Bu durumda bilimin verileri de izâfidir.
Sâdece “birilerine” göre doğrudur.
Kâinatın yaşı da mutlak-kesin olarak
belirlenemez. Bilim-adamlarının belirledikleri 13.8 Milyar yıllık bir yaş
Dünyâ’ya-göre belirlenmiş bir süredir. Meselâ; Dünyâ’daki ölçüm sonuçlarıyla Güneş’teki
ölçüm sonuçları farklı çıkar. Eğer bir nötron-yıldızında olsaydık evrenin
yaşını farklı hesaplayacaktık. Büyük kütlelere sâhip cisimlerin yakınında da
(örneğin Güneş) zaman daha yavaş akar. Demek ki evrenin yaşı göreceli bir
kavramdır. Mutlak bir yaş belirleyemeyiz. Çünkü bunun için “kesin yasalar”
yoktur.
Hâkî Demir:
“Her deney mikro bir uzay oluşturmaktır. Mikro uzay, gerçek
kâinâtın eş-değeri veya bizzat kendisi olmayacaktır hiç-bir zaman. Kâinâtı
kuşatabilecek tasavvur güçlüğü (imkânsızlığı demek gerekir belki de)
mikro-kâinat tasavvurunu, kâinâtın “bölge özelliklerine” mahkûm edecektir.
Buna rağmen her kâinât tasavvurunda veya teoride bir-çok bilginin doğrulanabilir
olmasının sebebi, kâinâtın o bölgesinde (parçasında) gerçekleşebiliyor
olmasındandır. Tüm kâinatta geçerli olduğunu bilme imkânına iki sebeple
sâhip olamıyoruz. Birincisi tüm kâinatta test etme imkânımız yoktur, ikincisi
zâten tasavvurumuzu parça tasavvur olarak ele almayıp tüm kâinat tasavvuru
şeklinde inandığımız için kâinatın başka yerlerinde test etme ihtiyacı
duymuyoruz” der.
Zaman, yer-çekiminden etkilenir. O yüzden
farklı çekim-kuvveti olan yerlerde farklı zaman-algıları olur. Aslında
etkilenen zaman değildir, çünkü o soyut bir şeydir. Burada asıl etkilenen,
zamanı ölçen araçlar ve onu algılayanlardır. Meselâ gözlem-aracından giden ya
da gelen ışığın, çekimin etkisiyle büküleceğinden oluşan bir etkilenmedir bu.
Gözlemin yapıldığı yerde çekim ne kadar kuvvetli/az ise bükülme de o oranda
fazla/az olur.
İzafiyet teorisine göre herkese/her-yere
göre farklı bir zaman-algısı vardır. Önemli olan bağımsız gözlemcinin
zaman-algısıdır. Sâdece vahiy ile kayıtlanmış gözlemcinin zaman-algısı. Yoksa
binlerce sayı/ideoloji/kavram/teknoloji vs. ile kayıtlanmış gözlemci değil.
Dünyâ'nın şeklinden
dolayı yer-çekimi Ekvator'da az, kutuplarda fazladır. Yeryüzündeki her enlemde bile yer-çekimi
farklıyken, evrensel yasalardan söz edemeyiz. Her-an yeni bir noktadan bakarız aslında kâinâta, her-an farklı bir
yerden.. Her-an farklı yerden bakılan kâinat neden hep aynı sonuçları versin
ki?.
Bilim, gelişmesi sürekli değişime bağlı
olan bir yöntemdir.
Belirlenen uzun zaman-süreçleri sâdece
Big-Bang Teorisi için geçerli değildir. O evrenin genel materyâli için de
geçerlidir. Zamanla kâinattaki galaksiler ve yıldızların sayısı 1 milyon, 10
milyon, 1 milyar, 10 milyar, 100 milyar, 200 milyar ve en sonunda 400
milyarlara kadar gelmiştir. Edwin Hubble, evrendeki galaksilerin sayısını 100
milyon olarak vermişti. “İbn-i teleskop”lar teleskopu adım-adım tâkip
etmişlerdir çünkü. Bu rakamların nereye kadar gideceği de belli değildir. Güçlü
teleskop ve tarayıcıların gelişmesiyle de bu sayı zamanla artacaktır. Çünkü
sınırı bilinmeyen bir alan için söylenecek bütün sözler ve rakamlar mutlak-doğru
olamaz. Bakın değişmez bir kânundur; “niteliği bilinmeyen şey hakkında
sonsuza kadar nicelik üretilir”. Târif etmek istediğiniz şeyin niteliğini
bilmiyorsanız, sonsuza kadar nicelikler üretmek zorunda kalırsınız. Bu değişmez
bir formül ve kuraldır. Sonuçta da; “o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu
kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” âyeti tecelli eder.
Fatma Barbarosoğlu:
“Îcat
edilen her görme-tekniği ile birlikte hakîkatin peçesi bir kat daha kalınlaşır,
her îcat kâlp-gözünü daha kesin biçimde devre-dışında bırakmaya meyillidir”
der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Nitelik hakkında hiç-bir ilim ve hiç-bir görüş mümkün
değildir. Tabiat ancak bir fâile, insana nispetle güzel veya korkunç, maksada
uygun veya karma-karışık, mânâlı veya mânâsız, yâni nitelikli olabilir. Yoksa,
objektif olarak bakıldığında böyle vasıfları yoktur; tabiat tamâmen homojen ve ‘lâkayt’tır”
der.
Michael Rivero:
“Eskiler Dünyâ’nın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz
ise şu-anda hoşumuza gitmeyerek Dünyâ’nın Güneş etrâfında döndüğünü ve Güneş’in
de Samanyolu’nun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kâbul etsek de,
Dünyâ’nın her-şeyin merkezinde olduğu fikri Big-Bang Teorisi’nin temel
kabulleri arasındadır. Big-Bang'ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere
bakarlar (şu-anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar
(şu-anda 14 milyar yıl).
Fakat bu, ancak Dünyâ’yı gözlenebilir evrenin
merkezinde kabûl ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik
limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her-yönde gördüğümüz
doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut
olan çok geniş bir evrenin sâdece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı,
Big-Bang'in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve
eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta
olduğumuz kabûlünü terk edersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu
bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik
tamâmen çöker. Gerçekten de bir toplu-iğnenin ucundaki meleklerin sayısını
hesaplamaya çalışıyoruz hâlâ” der.
Bilim-târihine bakınca tüm teorilerin
zamanla tamâmen değiştiğini görürüz. Meselâ yüzyıllar boyunca bilim-adamları
tüm gezegenlerin arzın çevresinde dolaştığına inanıyordu. Bu, Ptolemy'nin
yer-merkezli evren kuramıydı. Sonra Kopernik'in Güneş-merkezli sistemi ortaya
çıktı. Bu sistemin doğru, Ptolemy sisteminin ise yanlış olduğunu kabûl etmek
kolay olmadı. Bilim-dünyâsını, gezegenlerin Güneş çevresinde döndüğüne
inandırmak ancak Kopernik, Galileo ve onları izleyen bâzı bilim-adamlarının
çetin uğraş ve kavgalarıyla olanak kazanmıştır.
Newtoncu yaklaşımda, kozmolojinin bittiği
zannedilmişti. Şimdi de Big-Bang’ci yaklaşımla bu yapılmaya çalışılıyor.
Kıyâmet kopmadan hiç-bir şey bitmez.
Pozitif-bilim anlayışı bilim-târihini
kendi açısından yeniden yazdırmaktadır. Bilimsel faaliyeti, “aynı zihniyetle
yapılan” sürekli bir faaliyet, sürekli bir ilerleme olarak ortaya koyarlar.
Târihte bir-çok şeyler değiştiği gibi, bilimsel doğrular da değişmiş, bilimsel
devrimler olmuştur. Târihte bilimin sürekli bir ilerlemesi yok; kesintiler,
kopmalar, dönüşümler, birbiriyle çatışan bilim-görüşleri vardır.
Bulunduğumuz çağı süper-çağ olarak göstermeye
çalışıyorlar. Böylece bulunulan çağın her ürettiğini tüketen bir toplum
oluşturmak istiyorlar. Foucault’ya göre, yaşadığımız zaman, târihte eşsiz ya da
temel bir nokta değildir.
Bilimin özünde tartışılabilirlik ve
yanlışlanabilirlik özelliği vardır. Yâni bilim, mutlaktan bahsedemez, ancak
varsayımlardan bahsedebilir.
“..İçlerinden
biri arkadaşlarına “burada ne kadar kaldınız?” dedi. Arkadaşları “bir-gün yada
daha az bir süre kaldık” dediler. Arkasından dediler ki; “Ne zamandan beri
burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir…” (Kehf 19).
Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken…
“Gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu-yana
mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini
ovarlarken içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan
biri gibi “burada ne kadar kaldınız?” diye soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir
uykunun etkisini hissettiği kesindir. Arkadaşları “bir-gün yada daha az bir
süre kaldık” dediler” diyor.
Biz de bu âyeti günümüze
uyarlamak isteyerek diyoruz ki:
İşte! şimdi de bâzı “uyuyanlar”,
kâinât’ın 13.8 milyar yıldır burada olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki âyetin de
dediği gibi; “ne kadar kaldığımızı Allah hepinizden iyi bilir”. İşte böyle;
yapılması gereken şey, Ashab-ı Kehf’in yaptığı gibi gereksiz tartışmaları
bırakıp, Allah’a dayanmaktır. Allah’a dayanmak ise, Kur’ân’a dayanmaktır ve
Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmektir. Çünkü Allah göklerin ve yerin bütün
sırrını bilendir. Aksi-hâlde, karanlığa taş atmış oluruz. Taş ata-ata da
taşlaşırız.
Lâboratuar sonuçlarını gerçek sonuçlar
olarak lânse ediyorlar. Hâlbuki ölçümler evrenin her değişik noktasında değişik
sonuçlar verir. Meselâ “İkizler Paradoksu”nda diyorlar ki:
“20 yaşında ikiz-kardeş düşünün. Bunlardan biri
komşu yıldızlardan birine bir uzay-yolculuğu yapacak olan bir astronot olsun.
Diğeri de Dünyâ’da kalsın.
Yolculuğun 20 yıl gidiş, 20 yıl da dönüş olmak üzere toplam
40 yıl sürdüğünü varsayalım. Hesâbın kolay olması açısından, roketin de
ışık-hızının %87’si kadar bir hızla yol aldığını düşünelim. Sorumuz şu: Tekrar
buluştuklarında hangi kardeş daha yaşlı olacaktır? Hesâbımızı Dünyâ’daki ve
roketteki kardeşlere göre yaptığımızda farklı cevaplar buluruz.
Önce hesâbı Dünyâ’daki kardeşe göre yapalım. Dünyâ’daki
kardeş, yolculuğun başında 20 yaşındaydı. Yolculuk 40 yıl sürdüğüne göre,
tekrar buluştuklarında kendisi 60 yaşında olur.
Astronot kardeş de başlangıçta 20 yaşındaydı. Dünyâ’ya göre
40 yıl yolculuk etti ama roketteki saatler iki kat daha yavaş işlediği için bu
süreç boyunca sâdece 20 yıl yaşlandı. Dolayısıyla, buluşma-ânında astronot 40
yaşında.
Özetle, Dünyâ’daki kardeşe göre yolculuk
bittiğinde kendisi 60 yaşında, astronot kardeşi de 40 yaşında olmalı. Yâni,
astronot daha genç kalır”.
Sürekli deneyden ve deneyin öneminden
bahseden bilim-adamları, üstte anlattıkları kurguyu asla denememişlerdir ve
zâten hiç-bir zaman da deneyemezler. Yaptıkları, “oturdukları yerden”
yaptıkları bir kurgudur sâdece. Zâten tüm söylediklerinin %90’ı kurgulardan
ibârettir. Pratiğe yansıması mümkün olmayan kurgulardır.
Kâinâtın değişik
yerlerinde değişik algılar olur. Hattâ bu durum Dünyâ’da bile hissedilebilir.
Meselâ ikizlerden biri deniz seviyesinde kalırken, diğeri yaşamak üzere bir
dağın tepesine gönderilse, dağın tepesinde yaşayan, deniz seviyesinde kalan
ikizinden daha hızlı yaşlanacaktır. Yâni bir daha karşılaştıklarında ikizlerden
biri daha yaşlı olacaktır. Fakat bu durum “görece öyle olan” bir durumdur.
Görelilik kuramında mutlak-zaman yoktur; bunun yerine her bireyin bulunduğu
yere ve hareket edişine bağlı kişisel zaman-ölçüleri vardır.
Bilgi ayrı, hakikât ayrı bir şeydir. Her bilgi,
hakikâte açılmaz. Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah'tan gelen bilgi, yâni
vahiydir. İnsan, hayâtını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak
istiyorsa, Allah'tan gelen bilgiyi, yâni Kur’ân'ı yol gösterici olarak kabûl
etmek zorundadır. Buna karşılık, insanlar tarafından üretilmiş her-hangi bir
kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme yöntemi vb.), insanı kesin
bilgiye götüremez. Çünkü insanların ilâhi kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu
tür düşünceler sonuçta birer “zan”dır. Oysa âyetteki, “Onlar, yalnızca zanna
uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm
Suresi, 28) hükmüne göre zan, insanı doğruya ulaştırmaz. Bilim-adamları da “zan”dan
yola çıktıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar.
Çocuklar geceleyin ışıklar sönünce
karanlıkta gördükleri nesneleri zihinlerinde değişik sûretlere sokarlar. Çok
basit olan nesneleri “ışık”sızlıktan ve gecenin/karanlığın esrârının katmış
olduğu korkudan dolayı başkalaştırırlar. Olduğundan farklı görürler. Bu
durumdan kurtulmaları için birinin ışıkları yakması gerekir. Işıklar yanınca da
her-şeyin gerçek yüzü açığa çıkar. İşte aynen bunun gibi; zulmet karanlığında,
câhiliyet karanlığında olan bâzıları da “nur”suzluktan ve”ışık”sızlıktan dolayı
gördüklerini gerçek zannediyorlar. Karanlıkta gördükleri/göremedikleri şeylerin
gerçekte de “tam göremediklerinin” aynısı olduğuna inanıyorlar. Hattâ bunu
bütün Dünyâ’ya da “tam göremedikleri” gibi aktarıyorlar. Işıkları yakacak biri
olmadığı için bu yanlış görüş ve inanış sürüp gidiyor. Bu durumdan kurtulmanın
tek-yolu ise birinin ışıkları yakması ve ortalığı aydınlatmasıdır. O zaman
görülecek ki, “karanlık”tan ve pustan dolayı tam göremedikleri her-şey
zannettikleri gibi değilmiş. Peki; bu yanlış boyunca verilen emeklere, boşa
geçen zamâna, harcanan paralara -ki nice yetimin, yoksulun hakkı vardır o
paralarda- yazık değil mi? Bu boş işlerden yolunu bulanlar acaba kaç kişinin “yolunu”
kaybetmesine sebep oldu? Kaç kişi (…) yerine kondu? Gerçekten çok yazık..
Stephen Jay Gould:
“En yanlış hikâyeler, genelde en iyi bildiğimizi
sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız” der.
“Allah'tan başka ilâhlar (yol
göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır”. Allah Kur’ân'da
bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Bu (putlar ise) sizin ve
atalarınızın (kendi istek ve ön-görünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi)
isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiç-bir delil indirmemiştir.
Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu
ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici
gelmiştir” (Necm 23).
“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var,
yerde kim var tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile, şirk
koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna
uyarlar ve onlar ancak “zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).
“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak
olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar
ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am
116).
“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz.
Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların
işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus
36).
Mevdûdi “zan” konusunda şunları
söylemiştir.
“Sahte din-koyucular, filozoflar, kânun yapıcılar görüşlerini
ilim üzerine değil, yalnızca tahmin ve zan üzerine dayandırırlar. Aynı şekilde
bilim-adamlarının ve lîderlerin peşinden gidenler de onların büyük insanlar
olduklarını ve bu yüzden doğru söylediklerini varsayarlar. Zîra ataları ve
cümle ahâli onları izlemiştir, zanlarının nedeni budur”.
“Hayır, onlar ilmini
kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.
Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca
uğradıklarına bir bak” (Yûnus
39).
“Kur’ân bir-kaç kelimeyle şunu bildirmiştir ki, vahyedilmiş
olanın dışındaki tüm dinler (ideolojiler, kıstaslar) bâtıldır. Çünkü kâinâtın
menşei, mebdei, (kökü, kaynağı) sebebinin yalnızca felsefî akılla araştırılması
üzerine temellenmektedirler. Felsefî araştırma ise, zann üzerine temellenir ve
tabiatı gereği Hakîkat'a ulaşmaya güç yetiremez. Hakîkate ulaşmanın doğru yolu
Resûllerin getirdiği vahyin anlaşılmasından geçer. Hakîkatı keşfetmenin tek
yolu budur. Aksi-takdirde, yanlış yollar izleyen kimse dâima yanlış
sonuçlara ulaşacaktır. Müşrikler, araştırmalarını bütünüyle ve yalnızca zan
ve hurâfe üzerinde temellendirirler”.
Münzevî ve zâhidler de, bilgiye, müşâhede ve tefekkürle
ulaşacaklarını ve gerçeği, “sırları aralamak sûretiyle” görebileceklerini iddia
ederler. Fakat aslında gerçeği göremezler, gördükleri sâdece muhayyilelerinin
bir mârifetidir (oyunudur), yâni zandır. Onlar zihnî bir hayâli tasavvur edip,
sonra onun üzerinde zihinlerini yoğunlaştırırlar ve böylece bu tasavvur “gerçek”in
sûreti olur.
Filozof denen kimseler ise, araştırmalarını akılcılık
(rasyonalizm) üzerine temellendirdiklerini ileri sürerler fakat gerçekte her ne
kadar “mantîki” deliller ve “yeter sebepler”le destekleseler bile dayandıkları
yalnızca zan ve şüphedir.
Şu hâlde bu gruplar hiç değişiklik arzetmeden ön-yargılarına
dayanıyorlar ve kendilerinden farklı bakış-açılarına sâhip kimseleri anlamaya
yanaşmıyorlar. Bu yüzden de kendi teorilerine bağlanıp kalıyorlar.
Kur’ân, bilginin bu türlü araştırılmasının temelde yanlış olduğunu
anlatmak istemektedir. “Sizin sapmanızın gerçek sebebi, araştırmalarınızı zan
ve şüphe üzerine dayandırmanızdır. Ve bu türlü ön-yargılarınız yüzünden en
mâkûl şeylere bile kulak vermek istemiyorsunuz. Sonuçta yalnızca hakîkata
ulaşamamakla kalmıyor, aynı-zamanda nebiler tarafından bildirilmiş semâvi
dinleri doğru değerlendiremiyorsunuz” demek ister.
Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur’ân kendi yolunu
bildirir ve hakîkata ulaşmanın yegâne sahih, aklî ve ilmî yolunun o yol
olduğunu ileri sürer. Hakîkatı araştırmanın yolu şudur... “Araştırmaya
başlamadan önce daha evvel edindiğiniz ön-yargılarınızdan vaz-geçmeli ve
hakîkat hakkındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşâhede ve soyut
çıkarımlar üzerine değil, doğrudan-doğruya “vahy” üzerine temellendiğini ileri
süren kimselerin mesajına kulak vermelisiniz. Sonra Kur’ân'ın dikkate çağırdığı
kâinât âyetleri üzerinde derin-derin düşünmelisiniz. Eğer bu âyetler, nebilerin
ifşâ ettiklerini söyledikleri Hakîkat'a delâlet ediyorsa, o zaman onların
öğrettiği hakîkatı reddetmeniz için hiç-bir mâzeretiniz kalmıyor demektir. İslâm
felsefesinin temeli budur. Ne yazık ki müslüman filozoflar bile bu yolu
izlememiş, Eflatun ve Aristo'yu izlemişlerdir.
“Hakkında bilgin olmayan
şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36).
Heveslerinin peşine takılanlar ancak
heveslerinin isteklerine göre üretim yaparlar. Hakka göre değil de heveslere
göre yapılan üretim yarardan çok zarar getirir. Çünkü heveslerine uyanların
ürettikleri “zan” dan başka bir şey değildir. Zanna dayanmak ise beşeri
dinlerin değişmeyen özelliğidir. Bakın Mustafa İslamoğlu bu konuda ne diyor:
“İpini hevâ, heves ve fobilerin eline vermiş bir akıl
bilgiye değil zanna uyar ve zan üretir, kuşkuya düşer ve kuşku üretir,
cehâletten yola çıkar ve cehâlet üretir. Böylesine hevâsına esir olmuş bir
aklın sâhibi, elde ettiği doğru bilgileri de yanlış tarafa yatırır. Sonuçları
açısından onun iyi çalışması, bir canavarın zeki kılınmasından farksızdır. Kur’ân,
işte tam da bu gerçeği ifâde eder şu âyette: “Kendi hevâsını (arzu ve
tutkularını) tanrı edinen kimseyi bir düşünsene!” (Câsiye 23).
İç-güdü, tutku, hevâ ve hevesin eline geçmiş bir akıl için
artık hürriyetten söz edilemez. Aksine o akıl ayartıcı güdülerin âzât olmaz esiri
hâline gelmiştir. O aklın sâhibi özgür düşünemez. Düşüncesinin sınırları,
tutkularının, kişisel çıkarlarının, arzularının sınırlarıdır. Aklı bunlar
yönlendirdiği zaman, akıl hakîkati değil yalanı, hakkı değil bâtılı, yakîni
değil zannı, itminanı değil kuşkuyu, mârifeti değil vehmi arar ve üretir. Böyle
bir akıl elbette “sâlih amel” değil, “fâsık amel” ya da en azından “fâsit amel”
üretecektir.
“Kahrolsun, o zan ve
tahminle yalan söyleyenler” (Zâriyat
10).
Mevdûdi, bu âyeti yorumlarken şu ifâdeleri kullanmıştır:
“Bu sözlerde Kur’ân-ı
Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere
dayanarak kanaat kurmak, dünyâ-hayâtının basit bir-takım meselelerinde bir
dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla
ispatlanmasa bile.
Bütün hayâtımız boyunca
yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda
mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne
cevap verme durumunda olacağız ve bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların
sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sâdece kendi tahmin ve kanaatine
dayanarak bir akîde kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermâyesini
sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; “Kendi-kendini
tamâmen mahvetmek olur” demektir. Buna ilâveten bu mesele baştan-başa kişinin
kendileri hakkında sâdece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği
konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dâiresi içinde olan konularda
geçerlidir. Bu konu ise, hiç-bir yönü ile duyular dâiresi içine girmemektedir.
Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın
his ve idrâk gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin
nasıl olacağına gelince, bunun cevâbı Kur’ân-ı Kerim'de yer-yer verilmiştir. Ve
bundan da insanın kendi başına doğrudan-doğruya hakîkate ulaşamayacağı cevabı
ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi
vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu
yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hattâ bizzat kendi nefsinde var-olan
sayısız alâmetlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda
yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakîkatleri acaba ispât eden işâretler
mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri
destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve âhiret
hakkında Kur’ân-ı Kerim'in bildirdiği ilmî araştırma yoludur. Bu yoldan saparak
kendi kanaat ve tahmînine göre hareket eden herkes kaybetmiştir”.
“Allah
bu konuda güçlü bir delil indirmiş değildir” (Yûsuf 40).
“Getiriniz
delilinizi” (Bakara 111).
“Getirin
belgenizi” (Saffat 157)
vb. ifâdeler sürekli bir delil ister, zan’la hareket etmeyi tenkit eder.
“Çoğunluğun kabûl ettiği”.. diyorlar. O
hâlde kabûl etmeyenler de var. Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu olur?.
Allah Kur’ân’da: “Yer-yüzünde olanların
çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar
ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116) der. “Kabûl
edenler-etmeyenler” diye bilim ya da kânun mu olur? Parmak sayısına göre bilim-kânun
olmaz. Zâten vahiy dışında bir şeyin herkes tarafından kabûl edilmesi o şeyi
sorunlu hâle getirir.
Bilim-adamlarnın bize bilim
adına dayattığı zannî şeyler, Ali Şeriati’nin dediği gibi, “dünyâ-bilimi”
değil, “dünyâ-görüşü”dür. 20. yüzyılın laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist
dünyâ-görüşü. Sapık dünyâ-görüşlerini bize dünyâ-bilimi olarak sunuyorlar.
Bir teorinin doğru olması için o teorinin
bir-çok kimse tarafından bağımsız bir şekilde düşünülüp târif edilmiş olması
gerekir. Yoksa bir kişinin yada bir-kaç kişinin bulduğu bir teoriyi bütün
Dünyâ’ya pazarlamasının ve dayatmasının sonucunda oluşan bir teorinin doğruluğu
tartışılabilir.
Aynı adres değişik şekillerde târif
edilebilir. Popüler târif en iyi târif olmayabilir. Târif edenin başka amaçları
olabilir. Fakat bir adrese çok farklı yerlerden gitmek de mümkündür. Birileri,
bilim-adamlarına târif etmelerini istedikleri yolu dayatıyorlar. Bir süre sonra
o târif benimseniyor ve o târiften başka târif yapanlar herkes tarafından alaya
alınmaya ve yobaz olarak görülmeye başlıyor. Dayatılmış târiflere mecbur
değiliz.
Kitle psikolojisi ile hareket edenler
ancak zannın peşine düşerler.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder