11 Kasım 2022 Cuma

Suçu Allah’a Atmak

 

“Şirk koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç-bir şeyi de haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azâbımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var?. Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle yalan söylersiniz” (En-âm 148).

 

Allah’ın hükümlerinin geçerli olmadığı bir toplum -mecbûren- yozlaşınca ve bozulunca, bu durumdan sistemi, yönetimi ve yöneticileri suçlayabiliriz. Fakat aynı toplum günahkâr olmuşsa ve bozulmuşsa, suçu Allah’a atamayız. Lâkin modern birey ve modern toplum, bir bozulmanın, kötülüğün ve yamukluğun suçunu kendisine, sisteme, yönetime ve yöneticilere atacağına hemen Allah’a atmaya başlıyor. Hele ki sistem benimsediği bir sistemse ve yöneticiler de kendi destekledikleri ise suçu Allah’a atmak çok kolay hâle gelir. Bir keresinde bir kadın, arabasıyla yola çıktıktan beş dakîka sonra, aşırı park nedeniyle daralmış olan yolda kazâ yapınca, suçu karayollarına, belediyeye ve devlete değil de, -hâşâ- “tabi Allah o kadar işin arasında beni nasıl korusun ki!” diyerek suçu Allah’a atmıştı. Aksi-hâlde suçu, (İzmir gibi bir yerde) şiddetle desteklediği partinin yönetimindeki belediyeye, hükümete vs. atması gerekecekti.

 

Suçu Allah’a atmak şeytandandır. Şeytan: “Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım” (A’raf 16) demişti de azmasının suçunu Allah’a atmıştı. Böylece bulunduğu yerden kovulduğu gibi, sonsuz cehennemliklerden oldu. Oysa Hz. Âdem ve Havvâ, “yasak ağaçtan yeme” suçunu kabûl edip tevbe edince Allah da onları affetmişti: “Dediler ki: Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrâna uğrayanlardan olacağız” (A’raf 23).

 

Tevbe ve kefâret, “suçu üstlenmek” demektir. Mü’minler sürekli tevbe hâlindedirler, çünkü günahı ve suçu işleyenin kendileri olduğunu çok iyi bilirler. Bu nedenle de bırakın suçu Allah’a atmayı, işledikleri günahı ve suçu affetmesi için sâdece Allah’a yalvarırlar. Suçu Allah’a atanlar ise tevbe etmezler, edemezler. 

 

Suçu Allah’a atmak, kişinin hem kendine hem de Allah’a yapmış olduğu bir zulümdür. Zîrâ suçu işleyen kuldur ve Allah hiç kimseye suç işletmez. Çünkü Allah’tan kötülük gelmez ve hep iyilik gelir:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Tabi biz kendi başımıza gelen musîbetlerle ve şerle de sınanıyoruz: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

Bu noktada kaderden bahsetmek gerekir ki, “her-şeyin önceden Allah tarafından yazılması ve yazılan kaderin insan tarafından -mecbûren- işlenmesi” olarak düşünülen ve inanılan “kader inancı” yanlıştır. “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” düşüncesi ve inancı yanlıştır ve Kur’ân’da “kadere îman” diye bir şey yoktur. Çünkü Allah’tan yalnızca iyilik gelir ve kötülük, şer ve de musîbet gelmez. Kötülük, şer ve musîbet, insanların kendi ellerinin işlediklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu konuda âyetler çok açıktır.

 

“Kadere îman” denilen şeyde îman edilecek olan kader, Allah’ın yasalarıdır. Meselâ havadan daha ağır olan bir cismi bıraktığınızda o cisim yere düşer. Kader işte budur. “Allah’ın değişmez yasaları”dır kader denilen şey. “Yazılmış” olan şey işte bu “sünnetullah” denilen ilâhî yasalardır. Yasalara aykırı davranıldığında, kötülük, şer ve musîbet ortaya çıkar. İnsanın başına gelen tüm kötülükler ve musîbetler hep “sünnetullaha aykırı yaşamak”tan dolayı gelir.

 

“İnsanın yapacağı iğneden-ipliğe her-şey önceden Allah tarafından yazıldığı için insan ister-istemez önceden yazılanları işler” anlamındaki “kadere îman” düşüncesi, İslâm’ın ve Kur’ân’ın emri ve önerisi değil, tam-aksine, Allah’ın emirlerine karşı oluşturulan bir düşünce ve inançtır. Küfür ve şirkin hâkim olduğu sistemlerde, mevcut sistem, devlet, hükümet, yöneticiler vs. toplumun kodamanlarını suçlamak yasak ve riskli olduğu için, insanlar hemen kolay yoldan, “kadere îman” bağlamında suçu Allah’a atarlar ve “Allah böyle yazmış” diyerek kendilerini avuturlar. Oysa ortaya çıkan bir kötülük, şer ve musîbet, genelde insanların kendi yaptıkları ama özelde beşerî sistemin, hükümetin, yönetimin-yöneticilerin ve sermâyedarların yâni toplumu yönlendirenlerin yaptıklarının sonucunda ortaya çıkar. Bunlara eleştiri getirmek, îtirâz ve isyân etmek yâni suçu onlara atmak yasak, tehlikeli ve de ağır cezâları olduğu için, suç “kadere îman” düşüncesiyle ve inancıyla Allah’a atılır.

 

Bütün şirk sistemlerinde olduğu gibi Mekke müşriklerinde de “kadere îman” inancı vardı. Fakat bu inanç ilâhî değil, beşerîdir. Halkı fâiz ile soyup soğana çevirenler, köle yapanlar, fakirleştirenler, mazlum ve perişân hâle getirenler, bu kötü duruma karşı toplumun eleştiri, îtirâz ve isyânını önlemek için “kadere îman” diye bir inanç ortaya atmışlar ve “Allah böyle yazmış, yapacak bir şey yok, sabredin” diyerek hem suçu Allah’a yükleyerek Allah’a iftirâ atmışlar, hem de zulümlerini bu yanlış inanç ile sürdürmüşlerdir. Böylece “kadere îman” inancı çok kullanışlı bir şey olup çıkmıştır ve her dâim kullanıla-gelmiştir.

 

“Kadere îman” diye ortaya konmuş olan şey, zâlimler tarafından uydurulmuştur. Bu madde, durumları gâyet yerinde olanlar tarafından baş-üstüne konulmuş, ezilenler tarafından ise ilk başta bir îtirâz ve isyân konusu olsa da, zamanla “pes” edilerek îman umdesi yapılmıştır. Zayıf ve ezilmişlere, kendilerinden kaynaklanan kötü durumlarından şöyle bir silkinip kurtulmak varken, “kader” diyerek işin içinden sıyrılmak çok daha kolay ve câzip gelmiştir-gelmektedir. Zîrâ buna karşı çıkmak, îcabında malını ve canını bile ortaya koymayı gerektirecektir. Fakat insanlar buna rağmen çok zor bir hayat yaşasa ve ezilip dursa da buna karşı çıkmamakta ve sıkıntılı bir hayâtı tercih etmektedir. Zamanla bu duruma alıştıktan sonra artık kadere îman etmiştir ve kadere îman etmeyi “Allah’a itaat” olarak görmeye başlamıştır. Birileri onlara, “ne kadar sabrederlerse o kadar îmanlı olacaklarını” söylemiştir. Böylece tâğutlar, kendilerine karşı yapılacak olası bir eleştiri, îtirâz ve isyânın önünü baştan kesmişlerdir. Bunu siyâsi nedenlerle de yapanlar olmuştur. Emeviler’in kendi çıkarlarına ve inanışlarına göre ortaya oydukları siyâset, birilerine ve dîne büyük zararlar veriyordu ve bu nedenle büyük sesler çıkıyordu. İşte bunun önüne geçmek için akla-ziyan söylemlerle bu “kadere îman” denilen uydurmasyonu uygulamışlardır. Meselâ şöyle bir olay aktarılır: Hz. Hüseyin Kerbelâ’da öldürülüp şehit edilince kesik başı Yezid’in yanına getiriliyor ve önüne atılıyor. Hz. Hüseyin’in kızı Zeyneb de o sırada oradadır. Zeyneb “nasıl kıydın babama” deyince, Yezid; elindeki sopayla Hz. Hüseyin’in dudaklarına vurarak, “onu Allah öldürdü” diyebilmiştir. Yezid’in komutanı-vâlisi İbn-i Ziyad da Zeyneb’e; “bak, Allah babana ne yaptı” demiştir. Yâni birleri, “kadere îman” ederek, kendi yaptıkları suçları ve şerefsizliği Allah’ın üstüne atmıştır-atmaktadır.

 

En kârlı şey, “suç”tan kazanılan şeydir. Suçtan kurtulmanın en kolay yolu ise suçu Allah’a atmaktır.

 

Modernizmde suç, günahtan, hattâ şirkten bile üstün tutuluyor. İnsanlar seküler kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar. Bu nedenle de suçu Allah’a atmaktan çekinmiyorlar ve bunu kolayca yapabiliyorlar.

 

Tasavvufçular da “lâ fâile illallah” yâni “Allah’tan başka yapan-eden yoktur” diyerek suçu olduğu gibi Allah’a atarlar. Zâten “lâ mevcûde illallah” diyerek yâni “Allah’tan başka  mevcut yoktur” diyerek geriye suçlayacak başka bir mercî bırakmazlar. Tabi suçu Allah’a atınca, insanlar günahsız ve suçsuz olmuş olurlar. Zâten ilahlaşmasının bir nedeni de budur.

 

Suç kimin ise suçu ona atmak gerekir. Bir keresinde bir sebeple Almanya’ya giden bir Türk yetkiliye Alman bir yetkili, zamâne Türk gençlerinden şikâyet etmişti ve “gençleriniz iyi yetişmediği için taşkınlık yapıyorlar” demişti. Türk yetkili ise, “peki onların anne-babaları yada dedeleri de taşkınlık yapıyor mu ve bir zararları var mı?” diye sorunca, Alman yetkili “hayır” cevâbını verir. Bu cevâbı alan Türk yetkili; “biz Almanya’ya gelen ilk nesilden sorumluyuz, çünkü onları biz yetiştirdik, yeni nesilden ise siz sorumlusunuz, çünkü onları siz yetiştirdiniz” demişti ve suçu haklı olarak onlara atmıştı.

 

Düzensizlik ve bozukluk sâdece Dünyâ’da insanlar arasında vardır, zîrâ insanlar arasındaki işler hâriç her-şey Allah’a göre işler, bu nedenle de kâinâtın hiç-bir noktasında bir düzensizlik, uygunsuzluk ve bozukluk ortaya çıkmaz. Allah’ın hesâba karıştırılmadığı ve hükümleriyle hükmedilmediği yerde suçu Allah’a atmanın hiç-bir geçerliliği yoktur.

 

Suçu hiç modern insana, modern-bilim ve teknolojiye, modern akla, modern bireye, lâik, seküler, liberâl, kapitâlist, emperyâlist, feminist, sosyâlist, komünist, modernist sisteme atan yok. Varsa-yoksa suçu geleneğe, müslümanlara, doğu’lulara ve en önemlisi de Allah’a atmak var.

 

Sanki Allah’ın kânunlarına, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre hareket ediliyormuş gibi suç İslâm’a, mü’minlere ve Allah’a atılıyor. Hayır!; suç mevcut beşerî sistem, ideoloji, devlet, yönetim, yöneticiler ve modern insanın bizzat kendisinindir.

 

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat mevcut beşerî kânunlarına göre hareket etmek ise şarttır. Bu durumda Türkiye’de bir suçun sorumlusu kimdir?.

 

Tabi insan, Hristiyanlığın zannettiği yada uydurduğu gibi “doğuştan suçlu” falan da değildir. İnsan suçlu olarak değil, borçlu olarak doğar. Bu borç, âlemlerin rabbi olan Allah’a ödenmesi gereken kulluk ve şükür borcudur. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder