“Şirk koşanlar diyecekler
ki: ‘Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç-bir şeyi de
haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azâbımızı tadıncaya kadar
böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi
var?. Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle yalan
söylersiniz” (En-âm 148).
Allah’ın hükümlerinin
geçerli olmadığı bir toplum -mecbûren- yozlaşınca ve bozulunca, bu durumdan sistemi,
yönetimi ve yöneticileri suçlayabiliriz. Fakat aynı toplum günahkâr olmuşsa ve
bozulmuşsa, suçu Allah’a atamayız. Lâkin modern birey ve modern toplum, bir
bozulmanın, kötülüğün ve yamukluğun suçunu kendisine, sisteme, yönetime ve
yöneticilere atacağına hemen Allah’a atmaya başlıyor. Hele ki sistem
benimsediği bir sistemse ve yöneticiler de kendi destekledikleri ise suçu
Allah’a atmak çok kolay hâle gelir. Bir keresinde bir kadın, arabasıyla yola
çıktıktan beş dakîka sonra, aşırı park nedeniyle daralmış olan yolda kazâ
yapınca, suçu karayollarına, belediyeye ve devlete değil de, -hâşâ- “tabi Allah
o kadar işin arasında beni nasıl korusun ki!” diyerek suçu Allah’a atmıştı.
Aksi-hâlde suçu, (İzmir gibi bir yerde) şiddetle desteklediği partinin
yönetimindeki belediyeye, hükümete vs. atması gerekecekti.
Suçu Allah’a
atmak şeytandandır. Şeytan: “Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı
onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup)
oturacağım” (A’raf 16) demişti de azmasının suçunu Allah’a atmıştı. Böylece
bulunduğu yerden kovulduğu gibi, sonsuz cehennemliklerden oldu. Oysa Hz. Âdem
ve Havvâ, “yasak ağaçtan yeme” suçunu kabûl edip tevbe edince Allah da onları
affetmişti: “Dediler ki: Rabbimiz, biz
nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
hüsrâna uğrayanlardan olacağız” (A’raf 23).
Tevbe ve kefâret, “suçu
üstlenmek” demektir. Mü’minler sürekli tevbe hâlindedirler, çünkü günahı ve
suçu işleyenin kendileri olduğunu çok iyi bilirler. Bu nedenle de bırakın suçu
Allah’a atmayı, işledikleri günahı ve suçu affetmesi için sâdece Allah’a
yalvarırlar. Suçu Allah’a atanlar ise tevbe etmezler, edemezler.
Suçu Allah’a
atmak, kişinin hem kendine hem de Allah’a yapmış olduğu bir zulümdür. Zîrâ suçu
işleyen kuldur ve Allah hiç kimseye suç işletmez. Çünkü Allah’tan kötülük
gelmez ve hep iyilik gelir:
“Sana iyilikten her ne
gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni
insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).
“Size isâbet eden her
musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da
affeder” (Şûrâ 30).
Tabi
biz kendi başımıza gelen musîbetlerle ve şerle de sınanıyoruz: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak
hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).
Bu noktada kaderden
bahsetmek gerekir ki, “her-şeyin önceden Allah tarafından yazılması ve yazılan
kaderin insan tarafından -mecbûren- işlenmesi” olarak düşünülen ve inanılan
“kader inancı” yanlıştır. “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” düşüncesi ve
inancı yanlıştır ve Kur’ân’da “kadere îman” diye bir şey yoktur. Çünkü
Allah’tan yalnızca iyilik gelir ve kötülük, şer ve de musîbet gelmez. Kötülük,
şer ve musîbet, insanların kendi ellerinin işlediklerinin bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Bu konuda âyetler çok açıktır.
“Kadere îman” denilen şeyde
îman edilecek olan kader, Allah’ın yasalarıdır. Meselâ havadan daha ağır olan bir
cismi bıraktığınızda o cisim yere düşer. Kader işte budur. “Allah’ın değişmez
yasaları”dır kader denilen şey. “Yazılmış” olan şey işte bu “sünnetullah”
denilen ilâhî yasalardır. Yasalara aykırı davranıldığında, kötülük, şer ve
musîbet ortaya çıkar. İnsanın başına gelen tüm kötülükler ve musîbetler hep
“sünnetullaha aykırı yaşamak”tan dolayı gelir.
“İnsanın yapacağı
iğneden-ipliğe her-şey önceden Allah tarafından yazıldığı için insan
ister-istemez önceden yazılanları işler” anlamındaki “kadere îman” düşüncesi,
İslâm’ın ve Kur’ân’ın emri ve önerisi değil, tam-aksine, Allah’ın emirlerine karşı
oluşturulan bir düşünce ve inançtır. Küfür ve şirkin hâkim olduğu sistemlerde,
mevcut sistem, devlet, hükümet, yöneticiler vs. toplumun kodamanlarını suçlamak
yasak ve riskli olduğu için, insanlar hemen kolay yoldan, “kadere îman”
bağlamında suçu Allah’a atarlar ve “Allah böyle yazmış” diyerek kendilerini
avuturlar. Oysa ortaya çıkan bir kötülük, şer ve musîbet, genelde insanların
kendi yaptıkları ama özelde beşerî sistemin, hükümetin, yönetimin-yöneticilerin
ve sermâyedarların yâni toplumu yönlendirenlerin yaptıklarının sonucunda ortaya
çıkar. Bunlara eleştiri getirmek, îtirâz ve isyân etmek yâni suçu onlara atmak
yasak, tehlikeli ve de ağır cezâları olduğu için, suç “kadere îman” düşüncesiyle
ve inancıyla Allah’a atılır.
Bütün şirk sistemlerinde olduğu
gibi Mekke müşriklerinde de “kadere îman” inancı vardı. Fakat bu inanç ilâhî
değil, beşerîdir. Halkı fâiz ile soyup soğana çevirenler, köle yapanlar,
fakirleştirenler, mazlum ve perişân hâle getirenler, bu kötü duruma karşı toplumun
eleştiri, îtirâz ve isyânını önlemek için “kadere îman” diye bir inanç ortaya
atmışlar ve “Allah böyle yazmış, yapacak bir şey yok, sabredin” diyerek hem
suçu Allah’a yükleyerek Allah’a iftirâ atmışlar, hem de zulümlerini bu yanlış
inanç ile sürdürmüşlerdir. Böylece “kadere îman” inancı çok kullanışlı bir şey
olup çıkmıştır ve her dâim kullanıla-gelmiştir.
“Kadere
îman” diye ortaya konmuş olan şey, zâlimler tarafından uydurulmuştur. Bu madde,
durumları gâyet yerinde olanlar tarafından baş-üstüne konulmuş, ezilenler
tarafından ise ilk başta bir îtirâz ve isyân konusu olsa da, zamanla “pes”
edilerek îman umdesi yapılmıştır. Zayıf ve ezilmişlere, kendilerinden kaynaklanan
kötü durumlarından şöyle bir silkinip kurtulmak varken, “kader” diyerek işin
içinden sıyrılmak çok daha kolay ve câzip gelmiştir-gelmektedir. Zîrâ buna
karşı çıkmak, îcabında malını ve canını bile ortaya koymayı gerektirecektir. Fakat
insanlar buna rağmen çok zor bir hayat yaşasa ve ezilip dursa da buna karşı
çıkmamakta ve sıkıntılı bir hayâtı tercih etmektedir. Zamanla bu duruma
alıştıktan sonra artık kadere îman etmiştir ve kadere îman etmeyi “Allah’a
itaat” olarak görmeye başlamıştır. Birileri onlara, “ne kadar sabrederlerse o
kadar îmanlı olacaklarını” söylemiştir. Böylece tâğutlar, kendilerine karşı
yapılacak olası bir eleştiri, îtirâz ve isyânın önünü baştan kesmişlerdir. Bunu
siyâsi nedenlerle de yapanlar olmuştur. Emeviler’in kendi çıkarlarına ve inanışlarına
göre ortaya oydukları siyâset, birilerine ve dîne büyük zararlar veriyordu ve
bu nedenle büyük sesler çıkıyordu. İşte bunun önüne geçmek için akla-ziyan
söylemlerle bu “kadere îman” denilen uydurmasyonu uygulamışlardır. Meselâ şöyle
bir olay aktarılır: Hz. Hüseyin Kerbelâ’da öldürülüp şehit edilince kesik başı
Yezid’in yanına getiriliyor ve önüne atılıyor. Hz. Hüseyin’in kızı Zeyneb de o
sırada oradadır. Zeyneb “nasıl kıydın babama” deyince, Yezid; elindeki sopayla
Hz. Hüseyin’in dudaklarına vurarak, “onu Allah öldürdü” diyebilmiştir. Yezid’in
komutanı-vâlisi İbn-i Ziyad da Zeyneb’e; “bak, Allah babana ne yaptı” demiştir.
Yâni birleri, “kadere îman” ederek, kendi yaptıkları suçları ve şerefsizliği
Allah’ın üstüne atmıştır-atmaktadır.
En kârlı şey, “suç”tan
kazanılan şeydir. Suçtan kurtulmanın en kolay yolu ise suçu Allah’a atmaktır.
Modernizmde
suç, günahtan, hattâ şirkten bile üstün tutuluyor. İnsanlar seküler kânunların
“suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar. Bu
nedenle de suçu Allah’a atmaktan çekinmiyorlar ve bunu kolayca yapabiliyorlar.
Tasavvufçular da “lâ fâile
illallah” yâni “Allah’tan başka yapan-eden yoktur” diyerek suçu olduğu gibi
Allah’a atarlar. Zâten “lâ mevcûde illallah” diyerek yâni “Allah’tan başka mevcut yoktur” diyerek geriye suçlayacak
başka bir mercî bırakmazlar. Tabi suçu Allah’a atınca, insanlar günahsız ve suçsuz
olmuş olurlar. Zâten ilahlaşmasının bir nedeni de budur.
Suç kimin ise suçu ona atmak
gerekir. Bir keresinde bir sebeple Almanya’ya giden bir Türk yetkiliye Alman
bir yetkili, zamâne Türk gençlerinden şikâyet etmişti ve “gençleriniz iyi
yetişmediği için taşkınlık yapıyorlar” demişti. Türk yetkili ise, “peki onların
anne-babaları yada dedeleri de taşkınlık yapıyor mu ve bir zararları var mı?”
diye sorunca, Alman yetkili “hayır” cevâbını verir. Bu cevâbı alan Türk
yetkili; “biz Almanya’ya gelen ilk nesilden sorumluyuz, çünkü onları biz
yetiştirdik, yeni nesilden ise siz sorumlusunuz, çünkü onları siz
yetiştirdiniz” demişti ve suçu haklı olarak onlara atmıştı.
Düzensizlik ve bozukluk sâdece
Dünyâ’da insanlar arasında vardır, zîrâ insanlar arasındaki işler hâriç her-şey
Allah’a göre işler, bu nedenle de kâinâtın hiç-bir noktasında bir düzensizlik,
uygunsuzluk ve bozukluk ortaya çıkmaz. Allah’ın hesâba karıştırılmadığı ve
hükümleriyle hükmedilmediği yerde suçu Allah’a atmanın hiç-bir geçerliliği
yoktur.
Suçu hiç modern insana,
modern-bilim ve teknolojiye, modern akla, modern bireye, lâik, seküler, liberâl,
kapitâlist, emperyâlist, feminist, sosyâlist, komünist, modernist sisteme atan
yok. Varsa-yoksa suçu geleneğe, müslümanlara, doğu’lulara ve en önemlisi de
Allah’a atmak var.
Sanki Allah’ın kânunlarına,
Kur’ân’a ve Sünnet’e göre hareket ediliyormuş gibi suç İslâm’a, mü’minlere ve
Allah’a atılıyor. Hayır!; suç mevcut beşerî sistem, ideoloji, devlet, yönetim,
yöneticiler ve modern insanın bizzat kendisinindir.
Kimin kânunlarına göre
hareket ediyorsanız onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre
hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat mevcut
beşerî kânunlarına göre hareket etmek ise şarttır. Bu durumda Türkiye’de bir
suçun sorumlusu kimdir?.
Tabi insan, Hristiyanlığın
zannettiği yada uydurduğu gibi “doğuştan suçlu” falan da değildir. İnsan suçlu
olarak değil, borçlu olarak doğar. Bu borç, âlemlerin rabbi olan Allah’a
ödenmesi gereken kulluk ve şükür borcudur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder