“Hastalandığım zaman bana
şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).
İnsan, sünnetullahın ve
imtihanın bir gereği olarak sürekli şekilde şeytanın ve nefsin kışkırtmasına
mâruz kalmaktadır. Şeytan ve nefs, insana sürekli olarak fısıldar ve onu
kışkırtarak aşırılaştırır. Öyle ki, insan zamanla dizginlenemez bir hâle gelir.
İnsanın bir kırmızı çizgisi, ölçüsü, aşkın bir dayanağı ve bağlılığı
olmadığında hiç-bir uyarıyı ve öğüdü dinlemez. Böyle bir durumda olan kişiyi ne
aşkın hakîkatler, ne doğal felâketler ne de hiç gelmeyeceğini zannettiği ölüm
bile durduramaz. Dizginlerini koparan insanı yavaşlatacak ve durduracak olan
tek şey hastalıktır. İnsanı kesin ve etkili bir şekilde ancak hastalık
dizginleyebilir. Hastalığın olması zâten bu nedenledir. Yoksa Allah, insanı
hastalığa yakalanmayacak yada hastalıklara çok daha dayanıklı bir şekilde de
yaratabilirdi, fakat kâinâtın ve Dünyâ’nın formatına en uygun olan bu varlık
şeklinde hastalık olmazsa-olmazdır. Çünkü hiç-bir şeyi dinlemeyen insanı
dizginleyebilecek tek şey hastalıktır.
Gençken, sağlıklıyken,
güçlüyken, yapabiliyorken, her-şey yolunda giderken, öğüt dinlemeyen, uyarılara
kulak asmayan ve hatırlatmalara sırt çeviren insanı, gittiği yanlış ve sakat
yoldan yada yanlış bir düşünceden vazgeçirecek olan tek şey hastalıktır. Çünkü
insan ancak hastalanıp yavaşlamak ve durmak zorunda kalınca düşünmeye ve sorgulamaya
başlar. Düşündükçe ve sorguladıkça da, düşüncelerinin, davranışlarının,
konuşmalarının vs. eksik ve yanlış olduğunu fark etmeye başlar. Çünkü hastalık
kişinin düşünmesine ve sorgulamasına yetecek kadar sürdüğü için, insanı en iyi
ve etkili şekilde dizginleyebilecek ve doğru yola sokacak yada istikâmetini
düzeltecek hâle getirir. Nice kibri tavan yapmış olan insanları hastalık durdurmuş
ve yerine mıhlamıştır. Hiç hasta olmayanlar ise kendilerini dizginlemeye fırsat
bulamadıklarından dolayı kibirlendikçe kibirlenirler. Nemrud’un yada Firavun’un,
hayâtları boyunca hasta olmadığı ve hattâ hiç başının bile ağrımadığı, bu nedenle
de kendilerini bir ilah gibi gördükleri söylenir. Hastalık olmayınca onları
dizginleyecek bir şey olmamıştır. Kendilerine gönderilen peygamberleri de bu
kibir nedeniyle dinlememişler fakat sonları hep âcizlikle ve hüsranla
bitmiştir. Hâlbuki Hz. Eyyûb, yaşadığı hastalık süresi boyunca bir-çok meseleyi
idrâk edebilmişti de yaşadığı hastalıktan ibret almıştı.
Hastalık aynı-zamanda ölümün
de nedenidir. Ânî ölümlerde bile mutlakâ sağlıkla ilgili bir problem vardır.
Çünkü biz anlayamazsak da ölümün de illâ ki bir nedeni olacaktır. Bu yüzden
hastalık ölümün başlangıcı olabilir. Özellikle kronik hastalıklar böyledir. İnsan
Dünyâ’nın fânî olduğunu ve ömrün geçici olduğunu ancak hastalandığında anlar ve
bunu ister-istemez kabûl eder. İnsana ölüm bilincini kazandıran en etkili şey
hastalıktır. Hastalık ve ölüm gerçeği, insanın kendini dizginlemesi için en
etkili şeydir. İnansın yada inanmasın, insan hastalanınca ve ölüme yakın olunca
mecbûren dizginlenir.
Aslında hastalık mutlak anlamda
kötü değildir ve hattâ insanın hayâtını sağlıklı şekilde sürdürebilmesi bile
yakalanacağı ve yaşayacağı hastalıklara bağlıdır. Atalarımız, insana hastalandığında
“şifâyı kapmışsın” derlerdi. Bu sözün arkasında, Allah’ın yarattığı bağışıklık
sisteminin mûcizevî özelliklerinin olduğu görülür. Şöyle ki; çalışmayan ve
hareketsiz kalan her-şey körelmeye başladığı gibi, çalışmayan bağışıklık sistemi
de zamanla körelir, zayıflar ve çöker. Bağışıklık sisteminin çalışması için
onun sürekli olarak aktif olması gerekir. Bağışıklık sistemi sürekli olarak tatbikat
hâlinde olmalıdır. Bunu yapabilmesi için de onun hastalıklarla mücâdele etmesi
gerekir. İşte “şifayı kapmak” anlamındaki genellikle geçici hastalıklar için
söylenen söz burada anlamını bulur. Yakalanılan nezle, grip, üşütme vs. gibi
hastalıklar, bağışıklık sistemini harekete geçirir, canlandırır ve böylece
güçlenmesine neden olur. Hastalıklar, bağışıklık sisteminin onunla mücadele
etmesine ve hastalıklara karşı gücünü arttırmasına sebep olur. Böylelikle bağışıklık
sisteminin potansiyeli açığa çıkar ve hastalıklar bağışıklık sistemini ayakta
tutarak ve çalıştırarak güçlendirir.
Bağışıklık sistemi, insanın
doğuşundan îtibâren, hem yaratılışından getirdiği hem de dışardan aldığı mikrop,
bakteri ve virüslere muhtaçtır. Bu nedenle vücûdumuzda her dâim çeşitli mikrop,
bakteri ve virüsler olur, olmalıdır. Bunlarla mücâdele ederek kendini sürekli
diri ve dinç tutar. Bağışıklık sistemi ancak bunlarla sürekli mücâdele
hâlindeyken güçlü olabilir ve doğru çalışabilir. Bu nedenle vücûdumuzda belli
miktarda sürekli olarak mikrop, bakteri ve virüsler olmalıdır. Hastalığın açığa
çıkması, bir nedenden dolayı bu mikrop, bakteri ve virüslerin çoğalması
durumudur.
Bağışıklık sistemi işte bu
mikrop, bakteri ve virüslerle sürekli savaşırken güçlenir ve güçlü kalır. Yoksa
vücutta mikrobu, bakteriyi ve virüsleri sıfırlamak insanın kısa-zamanda
bağışıklık sisteminin zayıflayıp çökmesine sebep olur. Bu nedenle de aşırı
hijyen doğru değildir. Meselâ elleri yıkamak önemlidir ve birikmiş ve fazlalaşmış
mikrop, bakteri ve virüslerin temizlenmesi için el yıkamak çok önemli ve pratik
bir çözümdür. Fakat aşırı el yıkamak, eldeki tüm yararlı bakterilerin de yok
olmasına neden olacağı için, ellerimizle temâs ettiğimiz mikrop, bakteri ve
virüsler vücûdumuza daha çok ve kolay bulaşır. Çünkü ellerimizdeki yararlı
bakteriler yâni eldeki bağışıklık sistemi aşırı hijyen nedeniyle yok olmuştur.
Aşırı antibiyotik kullanımı
da benzer bir sorun oluşturur. Çünkü antibiyotikler, zararlı bakteriler yanında
yararlı olanları da yok ettiği için bağışıklık sistemi savaşacak ve kendini
dinç tutacak bir şey bulamadığından dolayı zayıflar ve hastalıklara açık hâle
gelir. Zayıf bünyeye hastalık daha çok ve daha çabuk bulaşır. O-hâlde olması
gereken şey, vücûdumuzdaki yararlı-zararlı tüm mikrop, bakteri ve virüslerin
yüzde-yüz yok edilmesi değil, zararlı olanların normâl bir seviyeye getirilmesidir.
Fakat kimyâsal ilaçlar dost-düşman ayırımı yapamayacağı için, zararlı olanların
def edilmesi bağışıklık sistemine kalır. Fakat bunun için de bağışıklık
sisteminin güçlü olması gerekir. Bağışıklık sistemi de ancak doğal ve doğru
besinlerle ve gıdâlarla güçlenebilir ve doğru çalışabilir.
Dış hayattan ve diğer insanlardan
aşırı uzak durmak da bu nedenle yanlıştır. Çünkü insan sürekli olarak dış
hayattan ve diğer insanlardan bağışıklık sistemi alış-verişi yapar, yapmak
zorundadır. Bu tüm canlılar için geçerlidir. Modern kentlerde dışarı çık(a)mayan
ve diğer insanlarla fazla görüş(e)yemeyen çocukların özellikle alerjik olmaları
ve de çok ve çabuk hastalanmalarının nedeni budur. Çünkü dışarıdan yada diğer
çocuklardan alması gereken zararlı ve yararlı mikrop, bakteri ve virüsleri almadığında,
bağışıklık sistemi yeterince gelişip güçlenmediği için onu yeterince
koruyamayacaktır.
Mânevî hastalıklar da böyledir.
Günah ve haram işledikçe mânevî hastalıklar başlar, fakat tevbe edince ve
yanlıştan vazgeçince mânevî bağışıklık sistemi devreye girer ve iyileşme
başlar. Böylece işlediği o günah ve harama karşı bağışıklık elde edilmiş olur. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helâk
eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” (Müslim,
Tevbe, 9) hadisinde ifâde edilen şey budur. Çünkü insan, melekler gibi hiç
günah işlemediğinde mânevî bağışıklık sistemi çökerdi ve “kul” olmanın bir
anlamı kalmazdı.
Lâkin, günahta ve haramda
ısrâr edilirse, mânevî bağışıklık sistemi zayıflayıp çöker ve mânevî hastalıklar
da kronikleşir. Modern insanın maddî hastalıklar kadar mânevî hastalıklarla da
mâlûl olması, tevbenin unutulması ve mevcut kötü durumdan ibret almayarak insanların
kendilerini dizginlememesinden dolayıdır. Tabi bu durum ancak hastalanıncaya kadar
sürer. Lâkin hastalık da onu yeterince dizginlemiyorsa, “acı azâbı” görünceye
kadar beklemelidir. Lâkin son pişmanlık fayda etmez.
Hasta kişi için hastalığın
kötü yanı “hastalığı çekmek”ten ziyâde, hastalıktan dolayı birilerine muhtâç
olmaktır. Fakat bu muhtaçlık onun dizginlenmesine de sebep olur. Sürekli olarak
dostlarını, arkadaşlarını ve yakınlarını eleştiren-kötüleyen insanlar, hastalık
nedeniyle tuvâlete bile eleştirdiği-kötülediği bu kişilerin omuzlarına dayanarak
gitmek zorunda kalınca kendini ister-istemez dizginler ve değiştirir. Böylece hastalık
onu dizginlemiş olur. Beğenmediği ve eleştirip durduğu insanların, hastalanınca
ona yardım etmesi hattâ hasta kişinin onlara muhtâç hâle gelmesi çok ibretlik
bir şeydir. Bu bağlamda eleştirdiği kişilere muhtâç kalan insan, eleştiride ve
kötülemede kendini mecbûren dizginler.
Dünyâ mü’minler için bir ibret alma mekânıdır. Mü’minler her-şeyden
ibret alırlar. Fakat insana en etkili ibreti verecek ve onu dizginleyecek olan
şey hastalıktır. Tabi bu dizgin, hastalığın geçmesiyle yada hafiflemesiyle kişiyi
değiştirebilir ve bambaşka bir insan yapabilir. Yoksa hastalık kişiyi ölüme
götürüyorsa ve fazla da bir zamânı kalmadıysa, “son dakîka îmânı” ona bir yarar
sağlamayacağından dolayı, o an için mecbûren dizginlenmiş olsa da bu
dizginlenmenin ona âhirette faydası olmaz.
Dizginlenmek için illâ da
hasta olmayı beklemek yanlıştır. O-hâlde insan kendini sürekli kontrôl altında
tutacak, ölçülü yapacak ve dizginleyecek aşkın bir hakîkate dayalı ve bağlı olmalıdır.
İşte bu hakîkat İslâm’dır. İslâm, maddî ve mânevî hastalıkların ilacıdır. Çünkü
Kur’ân sâdece fizîkî hastalıkların değil, sosyâl-kültürel, ekonomik, siyâsî,
kânûnî, hukûkî, askerî vs. her hastalığa ve bozukluğa şifâdır. Zâten ancak
İslâm-Kur’ân ile bu hastalıklar tedâvi edilebilir. Kişi hastalanmayı beklemeden
Kur’ân ile kendini dizginlerse, kendisini ağır maddî ve mânevî hastalıklardan
korumuş olur. Hafif hastalıklar ise ona “şifâ” olur.
O-hâlde hastalıklarla ve
belâlarla “mecbûren” dizginlenmeden önce, insanın kendini Kur’ân ile “tedbiren”
dizginlemesi şarttır. Mü’minler kendilerini Kur’ân ile dizginleyenlerdir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder