“Onların (o ilahların)
kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır
bulundurulmuş askerlerdir” (Yâsîn75).
“O’nun dışında, hiç-bir
şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne
zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya
güçleri yetmeyen bir-takım ilahlar edindiler” (Furkân 3).
İnsanların fıtratında
“güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Fakat bahsedilen bu güç, sınırlı,
zayıf ve göreceli olan güç değil, “mutlak bir güç”tür ki bu güç sâdece Allah’a
mahsustur. Zâten tevhid, “göklerde ve yerde mutlak güç-sâhibinin sâdece Allah
olması”, şirk, küfür ve zulüm ise, “Allah’tan başka kendisinde güç vehmedilen
kişiler ve şeyler olduğuna inanarak, Allah yerine yada Allah ile birlikte bu
güç vehmedilenlere sığınmak, onlardan medet ummak” demektir. Târih boyunca
insan, kendisini iki nedenden dolayı “ilah” îlan etmiştir: Maddî güç ve bilgi.
Tabi bu durum, “hakîki ve sonsuz ilim ve güç-sâhibi olan Allah” hesâba
katılmadığı için ortaya çıkmaktadır.
İnsanlık târihinin en büyük
sorunu, “güce tapmak” ile ilgilidir. Mutlak güç-sâhibi Allah yerine kendisinde
güç vehmedilenlere tapmak sorunudur bu. “En Güçlü” varken, kendisinde güç
vehmedilenlere uymak şirktir ki şirk tam da budur. İnsanlar ama özellikle
müslümanlar bir karar vermelidir. Küresel tâğutlara ve maddî güçlere göre mi
kendini konumlandıracaklar, yoksa sonsuz kudret sâhibi olan Allah’a göre mi?.
İnsanların ana-yanlışı, “En
Büyük Güç” varken, “sözde güçlüler”den medet ummasıdır. Şirk; kudreti sonsuz-sınırsız
olan Allah var iken, kendisinde güç vehmedilenlere bağlanmaktır.
Yaratılmışların varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç
vehmedildiğinde, şirk ve küfür, dolayısıyla zulüm kaçınılmazdır.
Müslümanlar, “yanlış kader
inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine
inandıkları için, hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun bükerler ve onu sonuna kadar
desteklerler. Türklerde, kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onu Tanrı’nın
seçtiği ve kut verdiği kabûlü vardır. Bu nedenle savaşı kazanandan yâni daha
güçlü olandan yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Halkın çoğunluğu, seçimleri
kazanandan yana oluyor.
Alâaddin Çelebi, Âhi Evren
ve çevresindekiler Moğol zulmüne karşı çıkarken ve onlarla savaşırken, Mevlâna çevresinin
Moğollara alan açması, onlarla dost olması, onları övmesi ve hattâ Moğollara düşman
olanlara düşman olmasını (özrü kabahatinden büyük şekilde) şöyle açıklar:
“Günümüzde cenâb-ı Allah, gücü ve kudreti Moğollara vermiştir. Bu yüzden biz mevleviler
onlara itaat etmeyi kendimiz için vacip görürüz”. Kur’ân bu düşünceyi ve tutumu
şiddetle mahkûm eder:
“Kendilerine güç (izzet)
sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar-dostlar edindiler. Hayır; (o yalancı
ilahlar) onların tapınışlarını inkâr edecekler ve onlara karşı çelişkiye
düşecekler” (Meryem 81-82).
“Allah’ın dışında başka
velîler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek
şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi. Allah, kendi
dışında hangi şeye taptıklarını şüphesiz bilir. O, güçlü ve üstün olandır,
hüküm ve hikmet sâhibidir” (Ankebût
41-42).
Allah’tan başka hiç kimse
yeterince güçlü değildir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak güç”
değildir.
İnsanlığın
kadim yanlışlarından biri de; Allah’ın, “güçlü olan”ın yanında olduğu zannıdır.
Oysa Allah, hakkın ve haklının yanındadır.
Modernizm, insanın nefsini
güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor. Rûhu zayıflayıp nefsi güçlenen insan,
Allah’a değil de, maddî güç-sâhiplerine, paraya, askeri ve politik güç-merkezlerine
yöneliyor ve onlardan medet umuyor ki bu “onlara tapmak” demektir, “güce
tapmak” demektir.
Altının bir gücü vardır, çelik
ondan daha güçlüdür. Lâkin hiç-biri de îmânın gücü önünde duramaz da yıkılır
gider.
Dünyâ’nın en zengin ve en
güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. Modern insan tüketerek güçlü
olacağını zannede-dursun, seküler devletler ve liderler her zaman, halkın
çoğunluğunu ezik, gariban ve güçsüz bırakmak ister. Zîrâ halkın zenginleşip,
güçlenip de kendilerine kafa tutmasından korkarlar. Dolayısıyla halkın çoğunun
gariban olması yada gariban bırakılması şeytânî bir politikadır. Seküler
devletlerde devletin güçlü olması, halkın da güçlü olduğu anlamına gelmez.
Ordular güçlendikçe savaş
olasılığı artar. Teknolojik-askerî gelişme, savaşı hoş gösterir. Askerî açıdan
güçsüz olan devletlerin insanları ise çok barışçıl olur. Çünkü maddî güç
karşısında kendilerini ezik hissederler. Ucuz kahramanlıklar yapılmasından
bahsetmiyoruz ama, pasif ve ezik hâle gelecek davranışlarda bulunmak, mutlak
güç-sâhibi olan Allah’ı hesâba katmamaktan kaynaklanır.
Aklı ve mantığı
vahiy-merkezli kullanmak büyük bir güç ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinde büyük
güç olduğu zannedilen kişiler bile bu gücün karşısında çâresiz kalırlar da ezik
bir duruma düşerler:
“Allah, kendisine mülk
verdi, diye Rabbi konusunda İbrâhim’le tartışmaya gireni görmedin mi?. Hani
İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de öldürür ve
diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrâhim: ‘Şüphe yok, Allah Güneş’i doğu’dan
getirir, (hadi) sen de onu batı’dan getir’ deyince, o inkârcı böylece afallayıp
kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” (Bakara 258).
“O, hiç kimsenin
kendisine aslâ güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled 5).
Bilim ve teknolojinin gücüne
tapanlar da vardır ki modern insan bununla mâlûldür. Modern-bilime ve
teknolojiye tapan insanlar, modern-bilim ve teknolojinin tüm kâinâtı
keşfettiğini, doğayı mutlak anlamda kontrôl altına alabildiğini, ölümsüzlüğü
bulduğunu ve insanın, istediği her-şeyi yapabileceğini zannetmektedir. Oysa
basit bir soruna bile çâre bulamamaktadırlar. Şişirilmiş bir balon olan modern-bilim
ve teknoloji, modern dünyânın en yüce ilahı ve dokunulmaz putu hâline
gelmiştir.
“Ey cin ve ins
toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç
yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın
aşamazsınız” (Rahmân 33).
Evrim Teorisi, “güçlünün
hayatta kalması” (Sosyâl Darwinizm) prensibini savunur. Bu bağlamda;
garibanların ve güçsüzlerin Evrim Teorisi’ni kabûl etmesi ahmaklıktır. Evrim
Teorisi’ne göre Dünyâ, güçlünün zayıfı yediği “küresel bir orman”dır. Eğer
insan bir tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları yesin dursun.
İnsan insanın kurdu olsun.
Şu-anda Dünyâ’daki politika
ve modern insandaki düşünce; “güçlüysen haklısın” düşüncesidir. Uluslar-arası
politikada her zaman “orman kânunları” işler. “Güçlü” olan her zaman kazanır. Gayr-ı
İslâmî sistemlerde her zaman orman kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler”in
kazanması bu nedenledir.
Baba
tarafından rahme boşaltılan meni içindeki “spermlerden en güçlüsünün yumurtayı
delip içine girmeyi başardığı” bu-gün empoze edilen bir düşüncedir.
Dikkatlerden kaçan ise, bu düşüncenin Evrim Teorisi’ni destekler mâhiyette
olmasıdır. Bu-yüzden bu düşüncenin evrimciler tarafından ortaya atıldığından
şüphelenilmelidir. Bizim düşüncemize göre ise, “en güçlü olan sperm” değil, “mâneviyata
en uygun sperm”in yumurtayı döllediğidir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”
sorusuna, fiziksel olarak en güçlü olan değil, mâneviyata en yatkın sperm,
“kâlû belâ = evet” diye cevap verebilir.
Güce tapanların bir güçlüğe omuz verdiğini göremezsiniz.
Çünkü onlar güce taparlar ve -sözde- “güçlü”den yana olurlar. Böylece güçlükten
kurtulmayı umarlar. Hâlbuki her güçlükle berâber bir kolaylık da vardır (İnşirâh
6).
“Kitabı sol eline verilen
ise; o da, der ki: Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesâbımı hiç bilmeseydim. Keşke
o (ölüm her-şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiç-bir yarar sağlayamadı. Güç
ve kudretim yok olup gitti” (Hâkka
25-29).
Eğer
“güçlü”den yanaysanız, “güçsüz”e düşman olursunuz. Fakat unutmayın ki güçlüler
sizin kendilerine olan sıkı bağlılığınızı mutlakâ istismâr ederler. Zîrâ kendisindeki
gücü istismâr etmeyecek olan tek güç Allah’tır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder