“Gerçekten sen, pek
büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
“Biz seni âlemler için
yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
Hz. Muhammed muhteşem bir
ahlâka sâhiptir ve âlemlere rahmettir. Fakat üstün ahlâklı bir insan olsa da “insan-üstü”
değildir, peygamberlik gibi çok önemli bir vazîfeyle şereflenmiş olmasına
rağmen, “insan” olduğundan dolayı hatâları olabilen ve bu hatâları Kur’ân ile
îkaz edilen ve düzeltilen bir beşerdir. Fakat şu da var ki, peygamberimiz Hz.
Muhammed, insanlık târihinin en fazla iftirâya ve karalamaya uğramış insanıdır.
M.Watt, dünyâ târihinde iftirâya en fazla mâruz kalan kişinin Hz. Muhammed
olduğunu, bunun da Hristiyanlığın en büyük düşmanı olarak karşısına İslâm’ı
koymasından kaynaklandığını söylemektedir. Bu çerçevede Muhammed adı,
karanlıklar prensi Mahound’a dönüştürülmüştür.
İtibar: Saygı
görme, değerli, güvenilir olma durumu, saygınlık prestij.
Peygamberimiz Hz. Muhammed batı’lı
literatürde düzenli olarak; zampara ve hâris bir serseri, şeytanın aracısı,
hattâ Deccal olarak resmedilmiştir. Hiç-bir büyük dînin önderi batı’da Peygamberimiz
kadar sistemli aşağılanmalara, hakâretlere, nefrete hedef olmamış, belki Yahudilik
dışında hiç-bir din böylesine küçümsenmemiştir.
Modern
müslümanlar ise Kur’ân’ı kabûl ettiklerini söylüyorlar ve onu temel referans
olarak görüyorlar, fakat sıra Hz. Muhammed’e gelince iş değişiyor. Onu kabûl
etmek istemiyorlar ve aradan çıkarmak istiyorlar. Çünkü moderniteye sımsıkı
bağlılar ve Peygamber örnekliği (Ahzâb 21) moderniteye uymadığı için sıkıntı
oluyor. Kur’ân’ı moderniteye aşırı zorlayarak da olsa uydurabiliyorlar ama
Kur’ân’ın “güzel örnekliği”ni ve “pratik şeklini” ortaya koyan Hz. Muhammed’in Sünnet’ini
yorumlayamıyorlar. Zîrâ Sünnet “eylem” demektir ve eylemin yorumu olmaz, eylem
neyse odur, yapıldığı şekildedir.
Şimdi sorun
şu.. Modern insanlar ve de müslümanlar, düşüncede ve inançta İslâm’ı kabûl
edebiliyorlar, Kur’ân’ı okuyorlar ve onu tek referans olarak kabûl ediyorlar.
Fakat aslında düşüncelerini, konuşmalarını ve davranışlarını mânevî olan şey
yada Kur’ân belirlemiyor. Çünkü modern hayâta çok sıkı ve sağlam bir şekilde,
başta göbeklerinden olmak üzere her yerlerinden bağlıdırlar. “Kur’ân-merkezli
pratiklik ve örneklik” demek olan Sünnet yâni Peygamber’in davranışları,
tavsiyeleri ve ortaya koyduğu mü’minlik şekli moderniteyle bire-bir aykırı
düştüğünden dolayı, moderniteye meftûn ve râm olan modern insan, Sünnet’i
göz-ardı ediyor ve hattâ ondan kurtulmak istiyor. Bunun için de Sünnet’in
sâhibini îtibarsızlaştırma yoluna gidiyor.
Bu bağlamda meselâ
değerlendirmelerini modernite-merkezli olarak yaptıkları için, o toplumda
normâl olan davranışları kendi modern toplum ile kıyaslayarak o’nun sapkın
eylemlerini ve davranışlarının olduğunu söylüyorlar. Bu, hem modern
hayat-tarzının en üstün hayat-tarzı olduğunu söylemek, hem de Peygamberimiz’in
düşmanlarının bile suçlamadığı tarzda o’nu suçlamaktır. Oysa Kur’ân o’nun “muhteşem
bir ahlâka sâhip olduğunu” apaçık bir şekilde söylüyor. Sâdece Kur’ân diyerek
Peygamberimiz’in sahih hadislerini ve Sünnet’ini inkâr ediyorlar ve bu bağlamda
İslâm târihi boyunca ortaya konan tüm külliyatı da inkâr ediyorlar. Peki o
hâlde Peygamber’in yanlış ve çirkin gördükleri sözlerinin ve davranışlarının
kaynağını nereden buluyorlar?. Peygamberimiz’e attıkları iftirâların kaynağı
nedir?. Elbette inkâr ettikleri o külliyatlar ve onlardaki rivâyetler,
uydurmalar ve hattâ zırvalıklardır. Peki “sâdece Kur’ân” diyorsanız, bu iftirâların
kaynağını da Kur’ân’dan bulmanız gerekmez miydi?.
Kur’ân yâni Allah,
Peygamberimiz’in kötü ve çirkin sözlerinden ve davranışlarından bahsediyor mu?.
Elbette hayır!. Tam-aksine o’nun için “muhteşem bir ahlâka sâhip” ve “âlemlere
rahmet” diyor. O hâlde atılan iftirâların kaynağı aslâ Kur’ân değildir. Tümden
inkâr ettikleri uydurmalardan, zırvalıklardan ve Peygamberimiz’e atılan
iftirâlardan aldıkları sözlerle Peygamberimiz’i karalıyorlar ve
îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Böylece güyâ, Sünnet’ten yâni vahyin pratik
örnekliğinden âzâd olmuş olacaklar ve Kur’ân’ı tam da modernite yâni şeytan,
nefs ve tâğut-merkezli olarak yorumlayarak ve modern hayat-tarzlarına uygun
hâle getirerek gönüllerince yaşayacaklardır. Tabi bir de o’na atılan vahye
birebir aykırı olan sözleri ve rivâyetleri ifşâ edip de yürürlükte olan “uydurulmuş
bir din”i ifşâ etmek isteyenler ve vahiy-merkezli “indirilmiş din”e yöneltmek
isteyen samîmi insanlar da vardır. Bu konuda samîmiyetin ölçüsü, Peygamber’i
inkâr etmemek ve devre-dışı bırakmamaktır. Zîrâ Allah o’nu Kur’ân’da Ahzâb Sûresi
21. âyette ilel-ebed “güzel örneklik” olarak îlân etmiştir.
Evet; “sâdece Kur’ân”
diyenler!; Peygamber’e attığınız iftirâları ve söylediğiniz çirkin sözleri
niçin Kur’ân’a onaylat(a)mıyorsunuz?. Yapamazsınız. Çünkü Kur’ân Peygamberimiz
için “âlemlere rahmet” diyor. Yine; “muhteşem bir ahlâka sâhip” olduğunu
söylüyor.
Buna rağmen
Hz. Muhammed’in peygamberliğini sorunlu olarak görüyorlar. Hattâ bâzıları o’nun
resûllüğünü kabûl ediyor fakat bir-çokları da o’nun resûllüğünü bile kabûl
etmiyor ve “resûl olan insan değil Kur’ân’dır” diyorlar. Hattâ bir-çokları da, “târihte
böyle bir kişi yoktur” diyebiliyor. Amaç, o’ndan kurtulmak. Kurtulmak
istedikleri onun on numara müslümanlık örnekliğidir. Çünkü Peygamberimiz’in
hayâtı, Kur’ân’ın da şâhitliği ile “işte müslümanlık-mü’minlik böyle yapılır”
mesajını verip duruyor ki bu örneklik ile mevcut modern hayat-tarzı birbiriyle
kesin şekilde çelişiyor.
Şöyle diyorlar: “Resûl
kelimesine ‘gönderilen’ anlamı verilebilir. Çünkü bir bilgiyi iletmek için
gönderilen kişiye resûl dendiği gibi onunla gönderilen bilgiye de resûl denir.
(Müfredat). Allah’ın son Nebîsi öldüğü için resûl kelimesine, yerine göre
‘elçi’ veyâ ‘Allah’ın gönderdiği kitap’ anlamını vermek gerekir”. Buna sözde
delil olarak da sayısı 200’ün üzerinde olan cümle meâllerde olmayan bir çeviri
şekline başvurup, Âl-i İmran 132. âyeti: “Allah’a yâni gönderdiği Kitab’a
gönüllü olarak boyun eğin ki iyilik bulasınız” diye çeviriyorlar. Âyette
açıkça; “Allah ve elçisi-resûlü yâni Peygamber” denmesine rağmen, Peygamberi es
geçip misyonunu iptâl etmek uğruna, âyette geçen “elçi”nin “Kur’ân” olduğunu
söylüyorlar. Oysa Allah; “elçi gönderdik” dediği her yerde “insan elçi”den
bahsetmektedir. Kur’ân için ise; “Kur’ân, zikir, vahiy” gibi kelimeler
kullanıyor. Meselâ aşağıdaki âyette “inzâl ve resûl” kelimeleri birlikte
kullanılıyor:
“Onlara: ‘Allah’ın
indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, o münâfıkların senden
kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün” (Nîsâ 61).
Şimdi bu âyeti: “Allah’ın
indirdiğine ve elçiye gelin” şeklinde değil de, “vahye ve Kur’ân’a gelin”
şeklinde mi anlayacağız?.
Peygamber düşmanlığının
etimolojik alt-yapısı olan “Resûl-Nebî ayrımı sapkınlığı”nın hatırına;
“Peygamber öldü gitti, bırakın artık onu da sâdece Kur’ân’ı elçi edinin” demeye
getiriliyor. Oysa Kur’ân:
“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
“İbrâhim ve onunla
birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır” (Mümtehine 4) diyerek kendisine vahiy inen
peygamberlerin “insan elçi”liğinden bahseder.
Sosyâl medyada insanlar
artık “resûl” deyince Hz. Muhammed’i değil Kur’ân’ı anlıyor ve hattâ “târihte
Hz. Muhammed diye birinin bizzat yaşamadığını” bile dile getiriyorlar. Çünkü
onun resûllüğünü kabûl edemiyorlar ve Mekke müşrikleri gibi “Allah bir insanı
mı elçi gönderdi” sözlerindeki gibi bir düşünceye kapılarak elçiliği de
Kur’ân’a veriyorlar. “Resûl Kur’ân’dır” diyerek bunu dile getiriyorlar. Ahzâb
21. âyette dile getirilen ve emredilen “güzel örnekliği” zâten tınlamıyorlar
bile.
İslâm Dîni ve Kur’ân-ı
Kerîm, hiç kimsenin babasının malı olmadığı gibi, kişinin istediği gibi
oynayacağı bir oyuncak da değildir.
Peki niçin
böyle yapıyorlar?. Aslında bunu en çok yapanlar, moderniteye en yakın olanlardır.
Moderniteye yaklaştıkça böyle düşünmeye başlıyorlar. Peygamber’i aradan
çıkarmayı başlatanlar, modernite tarafından işgâl edilip kuşatılmış olan Hint
alt kıtası ile, moderniteye meftûn ve râm olmuş ve hattâ kendi örfî ve İslâmî
kânunlarından vazgeçerek batı’nın yâni modernitenin kânunlarını, kurallarını,
düşüncelerini, amel-eylem ve davranışlarını yâni hayat-tarzını ithâl
edenlerdir. Batı’ya ve moderniteye ne kadar yakınsanız, Peygamber’e o kadar
uzak olursunuz.
Bir de ırk
meselesi vardır ki, Peygamberin Arap olmasını bile sorun ediyorlar. Beğenmedikleri
Arap örfü ve davranışları onların Peygamberimiz’den uzak durmalarına neden
oluyor. Eğer Peygamberimiz Türk olsaydı o’nu baş-tâcı yapacaklardı ki buna hiç şüphe
yoktur. Fakat sâdece Arap ırkından diye o’na atılan iftirâları benimsiyorlar ve
destekliyorlar. Bunun örneği çoktur. Böylece Peygamberimiz’i
îtibarsızlaştırabileceklerini sanıyorlar. Ey ahmaklar!; siz Allah’ın
yücelttiğini mi îtibarsızlaştırmaya çalışıyorsunuz!. Bunu zamânında Mekke
müşrikleri de yapmak istemişler ve o’na “soyu kesik” demişlerdi. Allah da
Kevser Sûresi’ni indirivermişti.
İslâm düşmanları Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı uydurduğunu,
gösterdiği başarıların ise “şansının yâver gitmesiyle” alâkalı olduğunu söylüyorlar.
Böylece o’nu îtibarsızlaştırmak istiyorlar. Fakat Peygamberimiz’in 23 yıllık
peygamberlik hayâtına baktığımızda bunun öyle şansla falan olacak bir şey olmadığı
çok net olarak görülüyor.
Peygamberimiz, önceki kutsal metinlerin bilgisine sâhip
olmayan “ümmi” bir kavmin içinden çıktı. Allah’ın elçiliği vazîfesine sıfırdan
başladı. Hem ilmî, hem siyâsî, hem insan kaynağı hem de ekonomik güç açısından işe
sıfırdan başladı. Tabî ki arkasında âlemlerin Rabbi olan Allah ve O’nun
indirdiği vahiy vardı. Aksi-hâlde olmazdı.
Modern-bilim ve de teknolojiyi
dinleştirenler, Kur’ân’ın 1.400 yıl önce anlaşılamadığını ve son 100-150 yıldır
modern-bilim ile anlaşılmaya başladığını söylüyorlar. Böylece Peygamber ve
sahabenin câhil olduğunu, zımnen; Peygamberimiz’in kendisine inen vahye bir
anlam veremediğini söyleyerek o’nu îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Böylece
Peygamberimiz’in modern-bilim ile açıklanabildiğini söyledikleri âyetlerin sâdece
“metin tebliği”ni yaptığını, tebliğ ettiği âyetleri anlamadığını hattâ bir anlam
bile veremediğini söylemiş olarak o’nu îtibarsızlaştırmak istiyorlar. Peygamberimiz’in
sâdece vahyi ileten bir ara-eleman gibi göstermek istiyorlar.
Yine; Peygamberimiz’in
sâdece iç-âlemleri inşâ eden bir Kitap getirdiğini, örnekliğinin bu alanda
olduğunu ve kendisinin başka da bir özelliği olmadığı iftirâsını atıyorlar.
Oysa Peygamberimiz hayâtı boyunca 70’e yakın savaş, gazve ve seriyye düzenlemiş
ve 28’inde ordunun kumandanlığını yapmıştır. Devlet kurmuştur ve devletin başkanı
olmuştur. Diğer ülkelere mektuplar, tebliğler ve dâvetler göndermiş bunu
vahiy-merkezli olarak yapmıştır. Sâdece Kur’ân diyerek Peygamberimiz’in 23
yıllık muhteşem çabasını, gayretini ve o güzel örnekliğini örterek o’nu îtibarsızlaştırmak
istiyorlar.
Resûl-Nebî ayrımı yaparak ve
“sâdece resûllüğünün tâkip edilmesi ve sâdece resûllüğüne itaat edilmesi”
gerektiğini söylüyorlar. Zımnen, “Nebî yönü bizi çok da bağlamaz” diyorlar.
Yâni “vahiy olarak ilettiklerinde yâni resûllüğünde sorun yok ama nebî yâni ‘insan’
olarak yaptıkları sorunludur” diyerek Peygamberimiz’i îtibarsızlaştırmaya
çalışıyorlar.
Peygamberimiz’i îtibarsızlaştırmaya
çalışan Mekke kodamanları gibi Peygamberimiz’i küçük görüyor ve göstermek
istiyorlar. “Soyu kesik” demişlerdi, “koyunlarımın çobanı” demişlerdi, fakir-gariban
görmüşlerdi. Lâkin Allah o’nu “âlemlere rahmet” kıldı ve insanlık târihinin en
îtibarlı kişisi yaptı ki hâlen de öyledir.
Bir de Peygamberimiz’i aşırı
yücelterek ve onu “insan”lığından çıkartarak îtibarsızlaştırmaya çalışanlar
var. Çünkü aşırılaştırma da bir çeşit îtibarsızlaştırmadır. Böylece “ama o
peygamber” diyecekler ve Peygamberimiz’in o belini büken yükü omuzlamak ve
zorluğa katlanmak zorunda kalmaktan -güyâ- kurtulmuş olacaklardır. Mevlüd’te
bahsedilen peygamber, “insanlığından çıkarılmış ve ilahlaştırılmış” bir
varlıktır. Mevlid, Peygamberimiz’i îtibarsızlaştıran bir metin ve şiirdir,
yücelten değil. Zâten Peygamberimiz en çok da, “yüceltiyorum” diyerek îtibarsızlaştırılmaktadır.
Böylece Peygamberimiz örnek alınabilecek “güzel bir örnek” olmaktan çıkmış
olmaktadır. Örnek alınamayacak bir kişinin îtibârından bahsedilemez elbette.
Gelenekselciler,
Peygamberimiz’i aşırı yücelterek; modernler ise aşırı küçümseyerek îtibarsızlaştırmaya
çalışıyorlar.
Allah için ve Allah adına
yapılması gereken bir şeyi Peygamberimiz adına yapmak, o’nu “Allah’a ortak koşmak”
bağlamında îtibarsızlaştırmaktır. Meselâ Peygamberimiz adına kurban kesmek
böyledir. Çünkü kurbanlar sâdece Allah adına kesilebilir.
Michael Hart bile, “Dünyâ Târihine Yön Veren En Etkin 100 İsim” adlı
kitabında, Peygamberimiz’in değerini anladığından dolayı o’nu ilk sıraya
yerleştirmiştir ve îtibârını teslim etmiştir. Böylece elin yabansıcısı, bizim
mahâllenin sâkinlerinden daha hakkâniyetli çıkmıştır.
Kur’ân’daki her âyet hem
Dünyâ hem de âhiret hakkındadır. Âhirete hasredilecek cezâları Allah zâten
açıkça söylüyor. Günümüzde müslümanlar çeşitli nedenlerden dolayı İslâm’ı
âhirete hapsetmektedirler. Oysa Dünyâ’daki cezâ “rezillik” şeklinde olacağı
gibi âhiretteki cezâ da “acı azap” şeklindedir. Aynen şu âyetin dediği gibi:
“…Yoksa siz, Kitabın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Din ile ve Peygamberimiz ile
alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her
türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı
azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına
ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar
demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan
uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve
îtibârı kalmamış yada azalmıştır.
Modern müslümanlar,
Peygamberimiz’i aynı-zamanda siyâsî bir lîder olarak görmedikleri ve sâdece rûhânî
bir varlık olarak gördükleri için bir tepki ortaya koymuyorlar. Peki açıkça
aşağılanan kişi Atatürk olsaydı ne olacaktı?. Söyleyin bakalım çok bilmiş
medyatik pasif hocalar!. Din, devletin kurucusunun aşağılanması durumunda ne
diyor?, onun için de aynı şeyi mi söylüyor?. Atatürk’ün aşağılanması söz-konusu
olacak olsa yine Peygamberimiz’in aşağılanması ve alay edilmesi için
söylediklerinizi mi söyleyeceksiniz?. Atatürk için de aynı şeyleri söyleyebilir
misiniz ve aynı şeyleri yazıya-dile dökebilir misiniz?. Canlı yayında Atatürk
ile yada Cumhurbaşkanı ile alay etseniz ya bir kere, bakın ne oluyor?. Bin
pişmân ederler sizi. Meselâ Atatürk için de, dış ülkelerden birinde bir gazete
yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada alay edilmeye din adına
konuşarak “bir yaptırımı yoktur” diyebilir misiniz?. Tabî ki de diyemezsiniz.
Pişmân ederler ve hayâtınızı karartırlar çünkü. Peki bu aşağılanma, hakâret ve
alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e
yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?. Bunu
söylemenin size bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için olabilir mi?.
Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede yaşadığınız için mi
Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı olmayacağını bu kadar kolayca
söyleyebiliyorsunuz?. Peki ya Kur’ân’ı ve Sünnet’i yâni Peygamberimiz’i merkeze
almış ve baş-tâcı yapmış, üstün bir güce sâhip olan bir İslâm Ülkesi’nde
yaşasaydınız da yine aynı sözleri söyleyebilecek miydiniz?. Tabî ki hayır!.
Çünkü aslında bildiğinizi ve inandığınızı söyleyebilecek kadar cesur ve mert
biri değilsiniz ve hiç-bir zaman da olamayacaksınız. Bakın ben açıkça
söylüyorum: Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu
aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir yaptırımdır. Çünkü bir İslâm
Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem Peygamberimiz’le alay etmenin
hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde bulunmanın bir yaptırımı olurdu.
Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların
cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif yada ağır bir yaptırımdır.
Yumuşakçalar, seçmece
âyetleri ortaya koyarak ve konuyla ilgili tüm âyetleri ortaya koymayarak eksik
ve dolayısıyla yanlış görüşlere vara-dursun, Kur’ân’a baktığımızda Allah’a ve
Peygamber’e yapılan çirkinlikler karşısında çok sert olduğunu görürüz. Şu âyet
bunun delîlidir:
“Allah’a ve Peygamber’ine
karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı
ancak ya öldürülmeleri veyâ asılmaları, yâhut el ve ayaklarının çapraz olarak
kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların Dünyâ’da
uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).
Peygamberlere ve
Peygamberimiz’e yapılan hakâretlerin ve yalanlamaların cezâsının âhirette
verileceğini söyleyenler vardır. Fakat bu yanlıştır. Cezâ Dünyâ’da da
verilebilir-verilmelidir. Kur’ân bu konuda şöyle der:
“Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da
alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.
Senden önce Peygamberlerle alay edilmiş, fakat onları hafife alanlar, bunun
cezâsını görmüşlerdi. De ki: Yeryüzünde dolaşınız: da peygamberleri
yalanlayanların sonlarını görünüz”
(En-âm 10-11).
Âyette; “yeryüzünü dolaşın da alaycıların ve
yalanlayanların sonunun ne olduğunu yâni nasıl cezâlandırıldıklarını görün”
diyor. Demek ki Dünyâ’da verilen bir cezâ var.
Bir cezâ suçun şiddetine
göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet
indirmesini beklemek abestir. Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür
yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne
yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde
açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e
yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir. Ahmet
Kalkan bu konuda şunları söyler:
“Resûlullah,
bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri,
Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden
bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş
kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk,
Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl
öldürüldüğünü de biliyoruz.
Resûlullah,
yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların
öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu
sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda
engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi
gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin
gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan
kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir
mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün
ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı
olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında
müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak
özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler
yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle
diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri
ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82).
Bu
öldürülenler İslâm’a düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını
müslümanlar aleyhinde kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır.
Yahudiler Medîne’de oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya
dâir bir sözleşme bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma
gibi bir cür’eti gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük
sebep olmuştur. Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki
sözleşmeye ihânet olarak kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma
bin Nübeyh el-Anzî) kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı
Resûlullah’ın izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.
Peygamberimiz,
sahabeden Abdullah b. Üneys’i özel olarak gönderip, Peygamberimiz’e düşmanlıkta
ileri gitmiş olan Sufyan b. Halit el-Lihyani isimli şahsın öldürülmesini
istemiştir. Yine; gerek
Mekke, gerekse Medîne döneminde müslümanlar aleyhine faaliyette bulunan ve Peygamberimiz’e
hakâret eden İbn Hatal, Mikyas b. Sübâbe ve Huveyris b. Nükayz gibi kişiler bu
aftan istisnâ tutulmuş ve onlar ölümle cezâlandırılmışlardır.
Peygamberimiz kendisiyle alay edenlere karşı savaş
bile açmıştır. Çünkü Peygamberimiz ile alay etmek demek, “Allah’ın dîniyle alay
etmek” anlamına gelir. Bu-bağlamda Corci Zeydan, Mute Savaşı hakkında şöyle
der: “Mute, Arap Yarımadası’nın kuzeyinde Şam bölgesinde yer alan bir
kasabadır. Mute Savaşı’nın nedeni, Gassânilerin kendilerine gönderilen elçiyi
öldürmeleri ve ‘Hz. Muhammed ve dîniyle alay etmeleri’dir”.
Kur’ân’ı hepimizden daha iyi
bilen ve idrâk etmiş olan Peygamberimiz bu cezâlandırmayı elbette keyfine göre
değil, vahyin iznine ve yönlendirmesine göre yapmıştır. Üstelik Allah böyle bir
cezâlandırmayı kınamamıştır.
Lâkin “yumuşakçalar” bu konuda hep farklı
bağlamdaki âyetleri kullanıyorlar ve
sözde Kur’ân’dan delil getiriyorlar. Peki, şu âyetler ne olacak?:
“Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da
alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi” (En-âm 10).
“Onlara sorarsan, andolsun: ‘Biz dalmış,
oyalanıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve elçisiyle mi
alay ediyordunuz?’. Özür belirtmeyiniz. Siz, îmânınızdan sonra inkâra saptınız.
Sizden bir topluluğu bağışlasak da, bir topluluğunuzu gerçekten suçlu-günahkâr
olmaları nedeniyle azaplandıracağız” (Tevbe 65-66).
“Andolsun, sen’den önceki elçilerle de alay edildi,
bunun üzerine Ben de o inkârcılara bir süre tanıdım, sonra onları (kıskıvrak)
yakalayıverdim. İşte nasıldı sonuçlandırmam?” (Ra’d 32).
“Böylece işledikleri kötülükleri kendilerine isâbet
etti ve alaya aldıkları şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi” (Nâhl 34).
“Andolsun, sen’den önceki elçilerle de alay edildi,
fakat içlerinden küçük düşürenleri, o alaya aldıkları (azap) sarıp-kuşatıverdi” (Enbiyâ 41).
Bu âyetler ağır tehditler ve
yaptırımlar içeren âyetlerdir ve sâdece âhiretle değil, hem Dünyâ hem de
âhiretle ilgili olup, yaptırımı hem Dünyâ’da hem de âhirettedir. Zîrâ ne
İslâm’ın ne de Peygamberimiz’in îtibârına bir halel getirilemez.
Peygamberimiz’e yapılan
hakâretlere bir şey demeyenler, o’nu pasif bir tebliğci konumuna
indirgediklerinden dolayı aslında kendileri de Peygamberimiz’e hakâret
etmektedirler. Hakâretlere sessiz kalmalarının altında yatan psikoloji budur.
İslâm’da ifâde özgürlüğü de vardır
elbette fakat bu özgürlük sonsuz ve sınırsız bir özgürlük değildir. Zîrâ
özgürlüğün sınırsız olması mümkün değildir. Zâten İslâm da, insanlığa “sınırını
ve haddini bildirmek için gelmiş bir din”dir.
Peygamber’i aşırı yüceltmek
ve ilahlaştırmak onu îtibarsızlaştırmak olduğu gibi, ona hakâret etmek ve aşağılamak
da îtibarsızlaştırmak anlamına gelir. Bunları yapan iki kesime de eleştiri ve
îtirâz edilmelidir.
Allah’ın, kendisini peygamber
seçmesi ve o’na vahyetmesi ile birlikte Muhammed bin Abdullah, “Hz. Muhammed”
olmuştur. Allah o’na îtibârın âlâsını vermiştir. Allah’ın îtibâr verdiğini kimse
alaya alamaz, hakâret edemez ve îtibarsızlaştırma yoluna giremez.
Kim demiş gül yaşar dikenin himâyesinde; dikenin îtibârı ancak gül sâyesinde.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder