17 Nisan 2021 Cumartesi

Peygamber’i Îtibarsızlaştırmak


“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Hz. Muhammed muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve âlemlere rahmettir. Fakat üstün ahlâklı bir insan olsa da “insan-üstü” değildir, peygamberlik gibi çok önemli bir vazîfeyle şereflenmiş olmasına rağmen, “insan” olduğundan dolayı hatâları olabilen ve bu hatâları Kur’ân ile îkaz edilen ve düzeltilen bir beşerdir. Fakat şu da var ki, peygamberimiz Hz. Muhammed, insanlık târihinin en fazla iftirâya ve karalamaya uğramış insanıdır. M.Watt, dünyâ târihinde iftirâya en fazla mâruz kalan kişinin Hz. Muhammed olduğunu, bunun da Hristiyanlığın en büyük düşmanı olarak karşısına İslâm’ı koymasından kaynaklandığını söylemektedir. Bu çerçevede Muhammed adı, karanlıklar prensi Mahound’a dönüştürülmüştür.

 

İtibar: Saygı görme, değerli, güvenilir olma durumu, saygınlık prestij. 

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed batı’lı literatürde düzenli olarak; zampara ve hâris bir serseri, şeytanın aracısı, hattâ Deccal olarak resmedilmiştir. Hiç-bir büyük dînin önderi batı’da Peygamberimiz kadar sistemli aşağılanmalara, hakâretlere, nefrete hedef olmamış, belki Yahudilik dışında hiç-bir din böylesine küçümsenmemiştir.

 

Modern müslümanlar ise Kur’ân’ı kabûl ettiklerini söylüyorlar ve onu temel referans olarak görüyorlar, fakat sıra Hz. Muhammed’e gelince iş değişiyor. Onu kabûl etmek istemiyorlar ve aradan çıkarmak istiyorlar. Çünkü moderniteye sımsıkı bağlılar ve Peygamber örnekliği (Ahzâb 21) moderniteye uymadığı için sıkıntı oluyor. Kur’ân’ı moderniteye aşırı zorlayarak da olsa uydurabiliyorlar ama Kur’ân’ın “güzel örnekliği”ni ve “pratik şeklini” ortaya koyan Hz. Muhammed’in Sünnet’ini yorumlayamıyorlar. Zîrâ Sünnet “eylem” demektir ve eylemin yorumu olmaz, eylem neyse odur, yapıldığı şekildedir.

 

Şimdi sorun şu.. Modern insanlar ve de müslümanlar, düşüncede ve inançta İslâm’ı kabûl edebiliyorlar, Kur’ân’ı okuyorlar ve onu tek referans olarak kabûl ediyorlar. Fakat aslında düşüncelerini, konuşmalarını ve davranışlarını mânevî olan şey yada Kur’ân belirlemiyor. Çünkü modern hayâta çok sıkı ve sağlam bir şekilde, başta göbeklerinden olmak üzere her yerlerinden bağlıdırlar. “Kur’ân-merkezli pratiklik ve örneklik” demek olan Sünnet yâni Peygamber’in davranışları, tavsiyeleri ve ortaya koyduğu mü’minlik şekli moderniteyle bire-bir aykırı düştüğünden dolayı, moderniteye meftûn ve râm olan modern insan, Sünnet’i göz-ardı ediyor ve hattâ ondan kurtulmak istiyor. Bunun için de Sünnet’in sâhibini îtibarsızlaştırma yoluna gidiyor.   

 

Bu bağlamda meselâ değerlendirmelerini modernite-merkezli olarak yaptıkları için, o toplumda normâl olan davranışları kendi modern toplum ile kıyaslayarak o’nun sapkın eylemlerini ve davranışlarının olduğunu söylüyorlar. Bu, hem modern hayat-tarzının en üstün hayat-tarzı olduğunu söylemek, hem de Peygamberimiz’in düşmanlarının bile suçlamadığı tarzda o’nu suçlamaktır. Oysa Kur’ân o’nun “muhteşem bir ahlâka sâhip olduğunu” apaçık bir şekilde söylüyor. Sâdece Kur’ân diyerek Peygamberimiz’in sahih hadislerini ve Sünnet’ini inkâr ediyorlar ve bu bağlamda İslâm târihi boyunca ortaya konan tüm külliyatı da inkâr ediyorlar. Peki o hâlde Peygamber’in yanlış ve çirkin gördükleri sözlerinin ve davranışlarının kaynağını nereden buluyorlar?. Peygamberimiz’e attıkları iftirâların kaynağı nedir?. Elbette inkâr ettikleri o külliyatlar ve onlardaki rivâyetler, uydurmalar ve hattâ zırvalıklardır. Peki “sâdece Kur’ân” diyorsanız, bu iftirâların kaynağını da Kur’ân’dan bulmanız gerekmez miydi?.

 

Kur’ân yâni Allah, Peygamberimiz’in kötü ve çirkin sözlerinden ve davranışlarından bahsediyor mu?. Elbette hayır!. Tam-aksine o’nun için “muhteşem bir ahlâka sâhip” ve “âlemlere rahmet” diyor. O hâlde atılan iftirâların kaynağı aslâ Kur’ân değildir. Tümden inkâr ettikleri uydurmalardan, zırvalıklardan ve Peygamberimiz’e atılan iftirâlardan aldıkları sözlerle Peygamberimiz’i karalıyorlar ve îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Böylece güyâ, Sünnet’ten yâni vahyin pratik örnekliğinden âzâd olmuş olacaklar ve Kur’ân’ı tam da modernite yâni şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olarak yorumlayarak ve modern hayat-tarzlarına uygun hâle getirerek gönüllerince yaşayacaklardır. Tabi bir de o’na atılan vahye birebir aykırı olan sözleri ve rivâyetleri ifşâ edip de yürürlükte olan “uydurulmuş bir din”i ifşâ etmek isteyenler ve vahiy-merkezli “indirilmiş din”e yöneltmek isteyen samîmi insanlar da vardır. Bu konuda samîmiyetin ölçüsü, Peygamber’i inkâr etmemek ve devre-dışı bırakmamaktır. Zîrâ Allah o’nu Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyette ilel-ebed “güzel örneklik” olarak îlân etmiştir.    

 

Evet; “sâdece Kur’ân” diyenler!; Peygamber’e attığınız iftirâları ve söylediğiniz çirkin sözleri niçin Kur’ân’a onaylat(a)mıyorsunuz?. Yapamazsınız. Çünkü Kur’ân Peygamberimiz için “âlemlere rahmet” diyor. Yine; “muhteşem bir ahlâka sâhip” olduğunu söylüyor.

 

Buna rağmen Hz. Muhammed’in peygamberliğini sorunlu olarak görüyorlar. Hattâ bâzıları o’nun resûllüğünü kabûl ediyor fakat bir-çokları da o’nun resûllüğünü bile kabûl etmiyor ve “resûl olan insan değil Kur’ân’dır” diyorlar. Hattâ bir-çokları da, “târihte böyle bir kişi yoktur” diyebiliyor. Amaç, o’ndan kurtulmak. Kurtulmak istedikleri onun on numara müslümanlık örnekliğidir. Çünkü Peygamberimiz’in hayâtı, Kur’ân’ın da şâhitliği ile “işte müslümanlık-mü’minlik böyle yapılır” mesajını verip duruyor ki bu örneklik ile mevcut modern hayat-tarzı birbiriyle kesin şekilde çelişiyor.

 

Şöyle diyorlar: “Resûl kelimesine ‘gönderilen’ anlamı verilebilir. Çünkü bir bilgiyi iletmek için gönderilen kişiye resûl dendiği gibi onunla gönderilen bilgiye de resûl denir. (Müfredat). Allah’ın son Nebîsi öldüğü için resûl kelimesine, yerine göre ‘elçi’ veyâ ‘Allah’ın gönderdiği kitap’ anlamını vermek gerekir”. Buna sözde delil olarak da sayısı 200’ün üzerinde olan cümle meâllerde olmayan bir çeviri şekline başvurup, Âl-i İmran 132. âyeti: “Allah’a yâni gönderdiği Kitab’a gönüllü olarak boyun eğin ki iyilik bulasınız” diye çeviriyorlar. Âyette açıkça; “Allah ve elçisi-resûlü yâni Peygamber” denmesine rağmen, Peygamberi es geçip misyonunu iptâl etmek uğruna, âyette geçen “elçi”nin “Kur’ân” olduğunu söylüyorlar. Oysa Allah; “elçi gönderdik” dediği her yerde “insan elçi”den bahsetmektedir. Kur’ân için ise; “Kur’ân, zikir, vahiy” gibi kelimeler kullanıyor. Meselâ aşağıdaki âyette “inzâl ve resûl” kelimeleri birlikte kullanılıyor:

 

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün” (Nîsâ 61).

 

Şimdi bu âyeti: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” şeklinde değil de, “vahye ve Kur’ân’a gelin” şeklinde mi anlayacağız?.

 

Peygamber düşmanlığının etimolojik alt-yapısı olan “Resûl-Nebî ayrımı sapkınlığı”nın hatırına; “Peygamber öldü gitti, bırakın artık onu da sâdece Kur’ân’ı elçi edinin” demeye getiriliyor. Oysa Kur’ân:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır” (Mümtehine 4) diyerek kendisine vahiy inen peygamberlerin “insan elçi”liğinden bahseder.

 

Sosyâl medyada insanlar artık “resûl” deyince Hz. Muhammed’i değil Kur’ân’ı anlıyor ve hattâ “târihte Hz. Muhammed diye birinin bizzat yaşamadığını” bile dile getiriyorlar. Çünkü onun resûllüğünü kabûl edemiyorlar ve Mekke müşrikleri gibi “Allah bir insanı mı elçi gönderdi” sözlerindeki gibi bir düşünceye kapılarak elçiliği de Kur’ân’a veriyorlar. “Resûl Kur’ân’dır” diyerek bunu dile getiriyorlar. Ahzâb 21. âyette dile getirilen ve emredilen “güzel örnekliği” zâten tınlamıyorlar bile.

 

İslâm Dîni ve Kur’ân-ı Kerîm, hiç kimsenin babasının malı olmadığı gibi, kişinin istediği gibi oynayacağı bir oyuncak da değildir. 

 

Peki niçin böyle yapıyorlar?. Aslında bunu en çok yapanlar, moderniteye en yakın olanlardır. Moderniteye yaklaştıkça böyle düşünmeye başlıyorlar. Peygamber’i aradan çıkarmayı başlatanlar, modernite tarafından işgâl edilip kuşatılmış olan Hint alt kıtası ile, moderniteye meftûn ve râm olmuş ve hattâ kendi örfî ve İslâmî kânunlarından vazgeçerek batı’nın yâni modernitenin kânunlarını, kurallarını, düşüncelerini, amel-eylem ve davranışlarını yâni hayat-tarzını ithâl edenlerdir. Batı’ya ve moderniteye ne kadar yakınsanız, Peygamber’e o kadar uzak olursunuz.

 

Bir de ırk meselesi vardır ki, Peygamberin Arap olmasını bile sorun ediyorlar. Beğenmedikleri Arap örfü ve davranışları onların Peygamberimiz’den uzak durmalarına neden oluyor. Eğer Peygamberimiz Türk olsaydı o’nu baş-tâcı yapacaklardı ki buna hiç şüphe yoktur. Fakat sâdece Arap ırkından diye o’na atılan iftirâları benimsiyorlar ve destekliyorlar. Bunun örneği çoktur. Böylece Peygamberimiz’i îtibarsızlaştırabileceklerini sanıyorlar. Ey ahmaklar!; siz Allah’ın yücelttiğini mi îtibarsızlaştırmaya çalışıyorsunuz!. Bunu zamânında Mekke müşrikleri de yapmak istemişler ve o’na “soyu kesik” demişlerdi. Allah da Kevser Sûresi’ni indirivermişti.

 

İslâm düşmanları Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı uydurduğunu, gösterdiği başarıların ise “şansının yâver gitmesiyle” alâkalı olduğunu söylüyorlar. Böylece o’nu îtibarsızlaştırmak istiyorlar. Fakat Peygamberimiz’in 23 yıllık peygamberlik hayâtına baktığımızda bunun öyle şansla falan olacak bir şey olmadığı çok net olarak görülüyor.

 

Peygamberimiz, önceki kutsal metinlerin bilgisine sâhip olmayan “ümmi” bir kavmin içinden çıktı. Allah’ın elçiliği vazîfesine sıfırdan başladı. Hem ilmî, hem siyâsî, hem insan kaynağı hem de ekonomik güç açısından işe sıfırdan başladı. Tabî ki arkasında âlemlerin Rabbi olan Allah ve O’nun indirdiği vahiy vardı. Aksi-hâlde olmazdı.

 

Modern-bilim ve de teknolojiyi dinleştirenler, Kur’ân’ın 1.400 yıl önce anlaşılamadığını ve son 100-150 yıldır modern-bilim ile anlaşılmaya başladığını söylüyorlar. Böylece Peygamber ve sahabenin câhil olduğunu, zımnen; Peygamberimiz’in kendisine inen vahye bir anlam veremediğini söyleyerek o’nu îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Böylece Peygamberimiz’in modern-bilim ile açıklanabildiğini söyledikleri âyetlerin sâdece “metin tebliği”ni yaptığını, tebliğ ettiği âyetleri anlamadığını hattâ bir anlam bile veremediğini söylemiş olarak o’nu îtibarsızlaştırmak istiyorlar. Peygamberimiz’in sâdece vahyi ileten bir ara-eleman gibi göstermek istiyorlar.

 

Yine; Peygamberimiz’in sâdece iç-âlemleri inşâ eden bir Kitap getirdiğini, örnekliğinin bu alanda olduğunu ve kendisinin başka da bir özelliği olmadığı iftirâsını atıyorlar. Oysa Peygamberimiz hayâtı boyunca 70’e yakın savaş, gazve ve seriyye düzenlemiş ve 28’inde ordunun kumandanlığını yapmıştır. Devlet kurmuştur ve devletin başkanı olmuştur. Diğer ülkelere mektuplar, tebliğler ve dâvetler göndermiş bunu vahiy-merkezli olarak yapmıştır. Sâdece Kur’ân diyerek Peygamberimiz’in 23 yıllık muhteşem çabasını, gayretini ve o güzel örnekliğini örterek o’nu îtibarsızlaştırmak istiyorlar.

 

Resûl-Nebî ayrımı yaparak ve “sâdece resûllüğünün tâkip edilmesi ve sâdece resûllüğüne itaat edilmesi” gerektiğini söylüyorlar. Zımnen, “Nebî yönü bizi çok da bağlamaz” diyorlar. Yâni “vahiy olarak ilettiklerinde yâni resûllüğünde sorun yok ama nebî yâni ‘insan’ olarak yaptıkları sorunludur” diyerek Peygamberimiz’i îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.

 

Peygamberimiz’i îtibarsızlaştırmaya çalışan Mekke kodamanları gibi Peygamberimiz’i küçük görüyor ve göstermek istiyorlar. “Soyu kesik” demişlerdi, “koyunlarımın çobanı” demişlerdi, fakir-gariban görmüşlerdi. Lâkin Allah o’nu “âlemlere rahmet” kıldı ve insanlık târihinin en îtibarlı kişisi yaptı ki hâlen de öyledir.

 

Bir de Peygamberimiz’i aşırı yücelterek ve onu “insan”lığından çıkartarak îtibarsızlaştırmaya çalışanlar var. Çünkü aşırılaştırma da bir çeşit îtibarsızlaştırmadır. Böylece “ama o peygamber” diyecekler ve Peygamberimiz’in o belini büken yükü omuzlamak ve zorluğa katlanmak zorunda kalmaktan -güyâ- kurtulmuş olacaklardır. Mevlüd’te bahsedilen peygamber, “insanlığından çıkarılmış ve ilahlaştırılmış” bir varlıktır. Mevlid, Peygamberimiz’i îtibarsızlaştıran bir metin ve şiirdir, yücelten değil. Zâten Peygamberimiz en çok da, “yüceltiyorum” diyerek îtibarsızlaştırılmaktadır. Böylece Peygamberimiz örnek alınabilecek “güzel bir örnek” olmaktan çıkmış olmaktadır. Örnek alınamayacak bir kişinin îtibârından bahsedilemez elbette.

 

Gelenekselciler, Peygamberimiz’i aşırı yücelterek; modernler ise aşırı küçümseyerek îtibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.

 

Allah için ve Allah adına yapılması gereken bir şeyi Peygamberimiz adına yapmak, o’nu “Allah’a ortak koşmak” bağlamında îtibarsızlaştırmaktır. Meselâ Peygamberimiz adına kurban kesmek böyledir. Çünkü kurbanlar sâdece Allah adına kesilebilir.  

 

Michael Hart bile, “Dünyâ Târihine Yön Veren En Etkin 100 İsim” adlı kitabında, Peygamberimiz’in değerini anladığından dolayı o’nu ilk sıraya yerleştirmiştir ve îtibârını teslim etmiştir. Böylece elin yabansıcısı, bizim mahâllenin sâkinlerinden daha hakkâniyetli çıkmıştır.

 

Kur’ân’daki her âyet hem Dünyâ hem de âhiret hakkındadır. Âhirete hasredilecek cezâları Allah zâten açıkça söylüyor. Günümüzde müslümanlar çeşitli nedenlerden dolayı İslâm’ı âhirete hapsetmektedirler. Oysa Dünyâ’daki cezâ “rezillik” şeklinde olacağı gibi âhiretteki cezâ da “acı azap” şeklindedir. Aynen şu âyetin dediği gibi:

 

“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Din ile ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır.

 

Modern müslümanlar, Peygamberimiz’i aynı-zamanda siyâsî bir lîder olarak görmedikleri ve sâdece rûhânî bir varlık olarak gördükleri için bir tepki ortaya koymuyorlar. Peki açıkça aşağılanan kişi Atatürk olsaydı ne olacaktı?. Söyleyin bakalım çok bilmiş medyatik pasif hocalar!. Din, devletin kurucusunun aşağılanması durumunda ne diyor?, onun için de aynı şeyi mi söylüyor?. Atatürk’ün aşağılanması söz-konusu olacak olsa yine Peygamberimiz’in aşağılanması ve alay edilmesi için söylediklerinizi mi söyleyeceksiniz?. Atatürk için de aynı şeyleri söyleyebilir misiniz ve aynı şeyleri yazıya-dile dökebilir misiniz?. Canlı yayında Atatürk ile yada Cumhurbaşkanı ile alay etseniz ya bir kere, bakın ne oluyor?. Bin pişmân ederler sizi. Meselâ Atatürk için de, dış ülkelerden birinde bir gazete yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada alay edilmeye din adına konuşarak “bir yaptırımı yoktur” diyebilir misiniz?. Tabî ki de diyemezsiniz. Pişmân ederler ve hayâtınızı karartırlar çünkü. Peki bu aşağılanma, hakâret ve alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?. Bunu söylemenin size bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için olabilir mi?. Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede yaşadığınız için mi Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı olmayacağını bu kadar kolayca söyleyebiliyorsunuz?. Peki ya Kur’ân’ı ve Sünnet’i yâni Peygamberimiz’i merkeze almış ve baş-tâcı yapmış, üstün bir güce sâhip olan bir İslâm Ülkesi’nde yaşasaydınız da yine aynı sözleri söyleyebilecek miydiniz?. Tabî ki hayır!. Çünkü aslında bildiğinizi ve inandığınızı söyleyebilecek kadar cesur ve mert biri değilsiniz ve hiç-bir zaman da olamayacaksınız. Bakın ben açıkça söylüyorum: Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir yaptırımdır. Çünkü bir İslâm Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem Peygamberimiz’le alay etmenin hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde bulunmanın bir yaptırımı olurdu. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif yada ağır bir yaptırımdır.

 

Yumuşakçalar, seçmece âyetleri ortaya koyarak ve konuyla ilgili tüm âyetleri ortaya koymayarak eksik ve dolayısıyla yanlış görüşlere vara-dursun, Kur’ân’a baktığımızda Allah’a ve Peygamber’e yapılan çirkinlikler karşısında çok sert olduğunu görürüz. Şu âyet bunun delîlidir:

 

“Allah’a ve Peygamber’ine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak ya öldürülmeleri veyâ asılmaları, yâhut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların Dünyâ’da uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Peygamberlere ve Peygamberimiz’e yapılan hakâretlerin ve yalanlamaların cezâsının âhirette verileceğini söyleyenler vardır. Fakat bu yanlıştır. Cezâ Dünyâ’da da verilebilir-verilmelidir. Kur’ân bu konuda şöyle der:

 

“Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. Senden önce Peygamberlerle alay edilmiş, fakat onları hafife alanlar, bunun cezâsını görmüşlerdi. De ki: Yeryüzünde dolaşınız: da peygamberleri yalanlayanların sonlarını görünüz” (En-âm 10-11).

 

Âyette; “yeryüzünü dolaşın da alaycıların ve yalanlayanların sonunun ne olduğunu yâni nasıl cezâlandırıldıklarını görün” diyor. Demek ki Dünyâ’da verilen bir cezâ var.

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

 

“Resûlullah, bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri, Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk, Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl öldürüldüğünü de biliyoruz.

 

Resûlullah, yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82).

 

Bu öldürülenler İslâm’a düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını müslümanlar aleyhinde kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır. Yahudiler Medîne’de oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya dâir bir sözleşme bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma gibi bir cür’eti gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük sebep olmuştur. Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki sözleşmeye ihânet olarak kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma bin Nübeyh el-Anzî) kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı Resûlullah’ın izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.

 

Peygamberimiz, sahabeden Abdullah b. Üneys’i özel olarak gönderip, Peygamberimiz’e düşmanlıkta ileri gitmiş olan Sufyan b. Halit el-Lihyani isimli şahsın öldürülmesini istemiştir. Yine; gerek Mekke, gerekse Medîne döneminde müslümanlar aleyhine faaliyette bulunan ve Peygamberimiz’e hakâret eden İbn Hatal, Mikyas b. Sübâbe ve Huveyris b. Nükayz gibi kişiler bu aftan istisnâ tutulmuş ve onlar ölümle cezâlandırılmışlardır.

 

Peygamberimiz kendisiyle alay edenlere karşı savaş bile açmıştır. Çünkü Peygamberimiz ile alay etmek demek, “Allah’ın dîniyle alay etmek” anlamına gelir. Bu-bağlamda Corci Zeydan, Mute Savaşı hakkında şöyle der: “Mute, Arap Yarımadası’nın kuzeyinde Şam bölgesinde yer alan bir kasabadır. Mute Savaşı’nın nedeni, Gassânilerin kendilerine gönderilen elçiyi öldürmeleri ve ‘Hz. Muhammed ve dîniyle alay etmeleri’dir”.

 

Kur’ân’ı hepimizden daha iyi bilen ve idrâk etmiş olan Peygamberimiz bu cezâlandırmayı elbette keyfine göre değil, vahyin iznine ve yönlendirmesine göre yapmıştır. Üstelik Allah böyle bir cezâlandırmayı kınamamıştır.

 

Lâkin “yumuşakçalar” bu konuda hep farklı bağlamdaki âyetleri kullanıyorlar  ve sözde Kur’ân’dan delil getiriyorlar. Peki, şu âyetler ne olacak?:

 

“Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi” (En-âm 10).

 

“Onlara sorarsan, andolsun: ‘Biz dalmış, oyalanıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyordunuz?’. Özür belirtmeyiniz. Siz, îmânınızdan sonra inkâra saptınız. Sizden bir topluluğu bağışlasak da, bir topluluğunuzu gerçekten suçlu-günahkâr olmaları nedeniyle azaplandıracağız” (Tevbe 65-66).

 

“Andolsun, sen’den önceki elçilerle de alay edildi, bunun üzerine Ben de o inkârcılara bir süre tanıdım, sonra onları (kıskıvrak) yakalayıverdim. İşte nasıldı sonuçlandırmam?” (Ra’d 32).

 

“Böylece işledikleri kötülükleri kendilerine isâbet etti ve alaya aldıkları şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi” (Nâhl 34).

 

“Andolsun, sen’den önceki elçilerle de alay edildi, fakat içlerinden küçük düşürenleri, o alaya aldıkları (azap) sarıp-kuşatıverdi” (Enbiyâ 41).

 

Bu âyetler ağır tehditler ve yaptırımlar içeren âyetlerdir ve sâdece âhiretle değil, hem Dünyâ hem de âhiretle ilgili olup, yaptırımı hem Dünyâ’da hem de âhirettedir. Zîrâ ne İslâm’ın ne de Peygamberimiz’in îtibârına bir halel getirilemez.

 

Peygamberimiz’e yapılan hakâretlere bir şey demeyenler, o’nu pasif bir tebliğci konumuna indirgediklerinden dolayı aslında kendileri de Peygamberimiz’e hakâret etmektedirler. Hakâretlere sessiz kalmalarının altında yatan psikoloji budur.

 

İslâm’da ifâde özgürlüğü de vardır elbette fakat bu özgürlük sonsuz ve sınırsız bir özgürlük değildir. Zîrâ özgürlüğün sınırsız olması mümkün değildir. Zâten İslâm da, insanlığa “sınırını ve haddini bildirmek için gelmiş bir din”dir.  

 

Peygamber’i aşırı yüceltmek ve ilahlaştırmak onu îtibarsızlaştırmak olduğu gibi, ona hakâret etmek ve aşağılamak da îtibarsızlaştırmak anlamına gelir. Bunları yapan iki kesime de eleştiri ve îtirâz edilmelidir.   

 

Allah’ın, kendisini peygamber seçmesi ve o’na vahyetmesi ile birlikte Muhammed bin Abdullah, “Hz. Muhammed” olmuştur. Allah o’na îtibârın âlâsını vermiştir. Allah’ın îtibâr verdiğini kimse alaya alamaz, hakâret edemez ve îtibarsızlaştırma yoluna giremez.

 

Kim demiş gül yaşar dikenin himâyesindedikenin îtibârı ancak gül sâyesinde.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder