“And
olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,
Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).
Peygamber’i hesâba katmamak
en çok Resûl-Nebî ayırımı ile yapılıyor. “Resûl’e itaat ederiz ama Nebî’ye
itaat yoktur, Resûl hatn yapmaz ama Nebî hatâ yapar” diyerek Nebî’yi daha
doğrusu Peygamber’in güzel örnekliği (Ahzâb 21) inkâr edilmek isteniyor. Bunun
nedeni, modern müslümanlığın da Protestanlığın gittiği yoldan gitmesi ve
geçtiği süreçten geçiyor olmasıdır. Bilindiği gibi Protestanlık, “sâdece İncil”
diyerek yola çıkmıştı ve -sözde- uydurmalardan ve zırvalıklardan vazgeçmişti.
İşte modern müslümanlar da “sâdece Kur’ân” diyerek hareket ediyorlar ve bu
uğurda 1.400 yıllık tüm külliyatı da inkâr ediyorlar. Uydurma ve zırvalık
derecesindeki rivâyetleri ve saçmalıkları (ki bunlar rivâyetlerin %99’una yakın
bir sayıdır) biz de inkâr ediyoruz elbette. Fakat gelin görün ki temyize
gitmeden ve sahihini ayırmadan tüm rivâyet külliyatı inkâr edilince, sıra
Peygamber’in de pasifleştirilmesine ve inkâr edilmesine kadar geliyor. Öyle bir
inkâr var ki, Peygamber söylemediği hâlde o’na isnât edildi diye Peygamber’e
düşman olunuyor. Artık birileri için Peygamber, “ölüp gitmiş biri” olarak
görülmektedir ve hattâ moderniteye uymayan ve aykırı olan yaptığı bir-çok
yanlış(!) nedeniyle nefret edilmeye de başlanmıştır. İşte bu yüzden de din
konusunda hesâba katılmamaktadır.
Hz. Muhammed’i Resûl ve Nebî
diye ikiye ayırmak ve böylece Peygamber’in görevini önemsizleştirmek ve hattâ
“devreden” çıkarmaya çalışmak düşüncesiyle yapılan yorumlar ilk başta
Peygamber’i, sonra da âyetleri aşırı yoruma boğarak Kur’ân’ı inkâr etmeye kadar
gider ki 19.’cular Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmekle,
târihselciler ise Medenî âyetleri tümden inkâr etmekle şeytanın bu tuzağına
düşmüşlerdir. Bu tuzak en başta “Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmasıyla
başlar. Zîrâ Peygamber’in örnekliği yetersiz görüldüğünde olacak olan şey
budur. Peygamber’in güzel örnekliğini gereksiz görmek, Ahzâb 21. âyeti inkâr
etmek anlamına gelir.
Peygamberler, vahyin hem
duyurulmasını, hem açıklayıcılığını, hem de örnekliğini yaparlar. Yâni vahyi;
kavlî ve fiîli olarak açıklarlar. Bu peygamberlerin görevidir. Peygamberler
zâten bu nedenle gönderilirler. Aksi-hâlde peygamberler Kur’ân’ın sâdece
metninin aktarıcılığını-paylaşımını ve seslendirmesini yapmakla görevli
olsaydı, peygamberlere ve vahyi iletecek bir insana da gerek kalmazdı. Allah
Kur’ân’ı ara-ara mesela Kâbe’den seslendirebilir ve insanlar onu not ederek
kitaplaştırabilirdi yada Kur’ân’ı tamamlanmış bir hâlde (çünkü Peygamber yok
sayıldığında Kur’ân’ın safha-safha gelmesinin de bir önemi kalmaz) insanlara
bir yerlerde bulduruverirdi ve insanlar da aynen şimdiki “modern müslümanların”
yaptığı gibi, Kur’ân’ın sâdece entelektüel faaliyetlerini yapar, Kur’ân
üzerinde beyin fırtınaları gerçekleştirirlerdi. Böyle olunca Mekke’nin azgın
müşrikleri-kâfirleri de Kur’ân hakkında atıp-tutarlardı.
Fakat Allah’ın murâdı ve Kur’ân’ın
amacı bu değildir. Kur’ân iç-âlemleri bilgisi ve bilinciyle aydınlattıktan
sonra, (lâikler her ne kadar kabûl etmek istemese de) dış-âleme de hâkim olmak ve
hükmetmek isteyen bir Kitap’tır. Bu ise ancak, bir insanın-peygamberin
örnekliğinde ve önderliğinde yapılabilecek bir şeydir. Yâni Kur’ân sâdece
iç-âlemleri aydınlatmak, kâlpleri sâkinleştirmek ve zihinleri geliştirmek için
gönderilmiş bir Kitap değildir ki Peygamber’i “sâdece bir aktarıcı” olarak
görelim ve Kur’ân’ın âyetlerini-kelimelerini delik-deşik ederek onu
parçalayalım, anlamsızlaştıralım ve uygulanmaktan uzaklaştıralım. Kur’ân,
Peygamber’in önderliğinde gerçekleştirilecek bir direniş, sabır, vazgeçiş,
hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet ortaya koymak isteyen bir dindir.
Bu da ancak bir peygamberin öncülüğü ve önderliğinde, onun vahyi iletmesi,
açıklaması ve uygulaması yâni örneklik göstermesiyle olabilir. Yoksa Peygamber
hangi anlamda örnek olacaktır ki?. Bahsettiğimiz şey tüm peygamberlerin
görevidir:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet
ettiği (farz kıldığı) ettiği,
sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak
öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır
geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola
iletir” (Şûrâ 13).
“O, ümmîler içinde,
kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve
onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce
gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).
Âyette de söylendiği gibi,
Peygamber’in, vahyi duyurmaktan başka; “onları arındırıp temizlemek”, “onlara
kitap ve hikmeti öğretmek” görevi de vardır. Bunu, “vahye uygun olmak ve aykırı
olmamak kaydıyla, Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde olmak şartıyla, kendi
anladığı şekilde açıklama ve uygulama yapma hakkı ve görevi vardır. Bu o’na
Allah tarafından verilmiştir. Allah zâten: “Eğer o, bize karşı bâzı sözleri
uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini)
çekip-alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette keserdik” (Hâkka 44-46) der. Fakat engellemediği şeyleri “uygun gördüğü
için” engellememiştir. Zâten uygun görmediğinde Peygamberimiz’i engellemiş,
uyarmış ve düzeltmiştir. Çünkü Peygamber örnekliği bu şekilde ortaya çıkar. Allah
böyle yapınca, Peygamber’i hesâba katmış ve desteklemiş olmaktadır. Öyleyse
Peygamber’i hesâba katmamak, “Allah’ın hesâba kattığını hesâba katmamak”
anlamına gelir.
“Peygamber’in görevi sâdece
vahyi iletmekten ibârettir” diyen “sâdece Kur’ân”cılar; Peygamber’in
vahiy-merkezli uygulaması olan, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet’i ve
bizzat Peygamber’in ağzından çıktığı besbelli olan hadisleri inkâr edenler şu
âyeti ya es geçecekler yada aşırı yoruma boğarak anlam kaymasına uğratmak
zorunda kalacaklardır:
“Öyle ki size,
kendinizden, size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve
hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik” (Bakara 151).
Peygamberimiz’e isnât
edilerek binlerce hadis uydurulmuş ve rivâyetler ortaya çıkarılmıştır. Fakat
Peygamber 23 yıllık peygamberlik görevinde vahiyleri aynen iletmekten başka ne
yapmıştır?. Hiç ağzını açıp da vahiyler hakkında konuşmamış mıdır, görüş
bildirmemiş midir ve hiç-bir örnek davranış sergilememiş midir yâni?. Bunlar
önemli değil midir?. Bunu yapması kötü ve yanlış mıdır?. Öyleyse ey
Kurâniyyun!; bitmeyen konuşmalarınız ve kitaplarınızın-yazılarınızın sebebi
nedir?. Çünkü Kur’ân zâten kendini açıklıyor. “Peygamber sâdece vahyi
ileticidir” (WhatsApp paylaşımı yapmak gibi) diyenler binlerce sayfa tutarında
kitapları-yazıları niye yazıyorlar o hâlde?. Peygamber’e ve o’nun örnekliğine
gerek yoksa “bitmeyen meâller” niye yazılıyor ki?. Çünkü ne de olsa Kur’ân
kendi-kendini açıklıyor. Bırakın da millet Kur’ân’ı kendi-kendine okusun da
açıklamasını yine Kur’ân’dan öğrensin, sizden değil.
Sahih Sünnet ve sahih
hadisler, “Kur’ân’ı tamamlamak, ona ekleme yapmak, âyetleri neshetmek” için
falan değil, onu açıklamak ve uygulamak için vardırlar. Sahih Sünnet ve sahih
hadisler, Kur’ân’ı anlamaktan ziyâde “yaşamak için” şarttır. Bunlar “Kur’ân’dan
başka kaynaklar” değil, Kur’ân’a dayalı kavlî ve fiîlî çıkarımlar ve
uygulamalardır. Fakat bu çıkarımları yapan, Allah’ın seçtiği ve kontrôl altında
tuttuğu Peygamber’dir. Sonuçta ortaya konan güzel örneklik Kur’ân ile
ebedîleşmiştir: (Ahzâb 21).
Kur’ân apaçık olduğu için
kolay anlaşılabilir bir Kitap’tır. Sahih Sünnet, Peygamber’in Kur’ân’a
dayanarak yaptığı uygulamalar iken, sahih hadisler de gerektiğinde Kur’ân’a
dayanarak yaptığı açıklamalardır. Bunlar Kur’ân’ı ete-kemiğe büründürmek ve
hayâtın içinde güncellemektir. Peygamber tüm sözlerini ve uygulamalarını
Kur’ân’a göre yapmak zorundadır. Zâten bunlar Allah kontrôlünde yapılmıştır ve
Allah bir uygunsuzluk ve yanlışlık gördüğünde bunları bildirerek düzeltmiştir.
Böylece ortaya güzel bir örneklik çıkmıştır ve bu örneklik Kur’ân’ın Ahzâb
Sûresi 21. âyete girerek ebedîleşmiştir.
Peygamber’in beyân görevi de
vardır ki zâten beyânı da ona Allah öğretmiştir: “Ona beyânı öğretti”
(Rahmân 4). Allah ona beyânı, “vahyi beyân etsin diye” yâni açıklama yapabilsin
diye öğretmiştir.
Ne kadar ilginç; Peygamber’in
görev kapsamını daraltanlar, sonu gelmeyen açıklamalar yaparak kendilerini
o’nun yerine koymaya çalışmaktadırlar. Zîrâ ne sözleri bitmekte ne de
yazıları-kitapları tamamlanmaktadır. Üstelik bunları Kur’ân adına
yapmaktadırlar.
Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri,
bir konuyu başka bir âyetle anlamaya çalışmaktır. Fakat bu her zaman ve her
konuda olacak diye bir şey yoktur ve netîcede Kur’ân’ın sayfa ve metin olarak
bir sınırı vardır. Meselâ Kur’ân haram aylardan bahseder ama bunların hangileri
olduğunu söylemez. O hâlde biz haram ayların hangileri olduğunu Kur’ân’dan
nasıl öğreneceğiz?.
Kur’ân’ı Allah göndermiştir,
âyetlerini sağlamlaştırmıştır. Fakat insanlar içinden bir Peygamber seçerek ve
o’na beyânı öğreterek, gerektiğinde -yine vahye aykırı olmayacak şekilde-
açıklama yapmasını ve vahyi uygulamasını yâni örnekliğini ortaya koymasını
murâd etmiştir. Çünkü Allah; Peygamber’i hesâba katmakta ve çok önem
vermektedir. Sünnetullah bu şekildedir. Kur’ân’daki “zikir” ve “beyân” gibi
kelimelere bin takla attırarak ve ya alâkasız yada çok uzak olan anlamlarını
vererek vahyi tahrif etmek, modernist-oryantâlist bir yöntemdir ki modern
müslümanlar farkında olarak yada olmayarak onları izlemektedirler. İslâm ve
Peygamber düşmanlarını tâkip edenler, gün gelir onlar gibi olurlar. Zâten
Peygamber’siz Kur’ân çalışmaları yapanlar, “farklı olacağım” ve “Kur’ân’ı Kur’ân
ile tefsir edeceğim” diyerek ve de 23 yıllık yaşanmışlığı es geçip yok
saydıkları için bir-çok absürdlükler içeren moderniteye uygun kitaplar
yazmaktadırlar.
Her-şeyin Kur’ân’da
bulunduğunu ve bulunacağını sanmak, “Peygamber’i hesâba katmamak hattâ o’nu adam
yerine bile koymamak” anlamına gelir. Meselâ -Kur’ân’da bahsedilmemesine
rağmen- Kur’ân’da zekat oranının “kırkta bir” olduğu, fakat bunu anlamak için (dikkat
edin), “muhâtapların çok iyi derecede matematik bilgisine sâhip olması
gerektiği”ni söyleyebilmektedirler. Bunu söylemek, Peygamber’in bir matematik
dâhisi ve sahabenin de matematik profesörleri olduğunu söylemek gibi bir
absürdlük yada Peygamber ve sahabenin, zekatın oranını Kur’ân’da
bulamadıklarını söylemek gibi bir hadsizlik ortaya çıkarır.
Hûd Sûresi’nde Allah’ın
Kur’ân’ı açıklaması, bölüm-bölüm indirmesi, “Kur’ân’ın bölüm-bölüm
yaşanması”ndan başkası değildir. Zîrâ Peygamber’in açıklamaları ve
uygulamaları, Allah’ın kontrôlünde ve düzeltmesinde yapılmaktadır. 23 yıllık
risâlet süreci, aynı-zamanda bir “örneklik” oluşturma sürecidir.
Kurân’ın kendisine indiği
ilk muhâtap ıskalanarak Kur’ân’ın bir kavramının net ve doğru anlamının açığa
çıkarılması mümkün değildir. Çünkü uygulanarak ve yaşayarak varılan anlam,
hiç-bir okuma-araştırmayla ulaşılamayacak bir anlamdır.
Yapılan bir şeyin doğru ve
iyi olup-olmadığının sağlaması, gelinen yerdeki sonuçlara bakılarak
görülebilir. Son 30 yıllık Kur’ân’ı anlama-araştırma sürecinde müslümanlar,
Kur’ân’ın bilgisine sâhip olmalarına rağmen, Peygamber örnekliğinden yâni Ahzâb
21. âyetten kopmuş oldukları için gevşemişler, dünyevileşmişler, deist-ateist
olmuşlar ve inandıkları gibi yaşamak yerine yaşadıkları gibi inanmaya
başlamışlardır. Yaşadıkları hayat İslâm-merkezli değil de modernite-merkezli
olduğu için, Kur’ân’ı modernite-merkezli okumak, yorumlamak ve hattâ
moderniteye uyarlamak için çabaladıkları görülmektedir. Zâten bu nedenle
geleneğe acımasızca vururlarken (geleneğin elbette vurulacak bir-çok konusu
vardır) moderniteye yâni modern düşünceye, ideolojilere, modern-bilim ve
teknolojiye, lâik-seküler-muhâfazakâr demokrasiye, bunların ortaya çıkardığı
kötü sonuçlara hiç-bir şey söyle(ye)memektedirler.
Kur’ân bilgi ve bilincin
kaynağı iken, Sünnet ise amel ve eylemin kaynağıdır. Kur’ân “ne yapılacağını”
söylerken, Sünnet ise “nasıl yapılacağını” gösterir (dikkat edilirse “söyler”
demedim, “gösterir” dedim). Amel ve eylemi hesâba katmayanlar ve Kur’ân’ın
sâdece kâlplerin-zihinlerin kitabı olduğunu zannedenler ve öyle görmek
isteyenlerin varıp dayanacağı yer “Peygamber’i es geçmek yada inkâr etmek”
olacaktır.
Kur’ân’da peygamber
kıssaları anlatılır ki, aslında kıssalar peygamber hayatlarıdır yâni onların
sünnetleridir. Peygamberlerin müşriklerle ve kâfirlerle nasıl mücâdele
ettiklerinin anlatılarıdırlar. Şimdi Nebî’ye yâni Peygamber’in örnekliğine
gerek yoksa, o zaman hiç-bir peygambere gerek yok demektir. Böyle olunca
peygamberler üzerinden ibret almak anlamsız olur. Çünkü onlar uzun zaman önce
ölüp gitmişlerdir. O hâlde Kur’ân’daki kıssalar da bizim için önemini
kaybederler. Çünkü kıssalarda peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaptıkları
(sünnet) anlatılmaktadır. Onların mücâdelesi anlatılmaktadır. Onların üzerinden
uzun zaman geçip gitmişse, o zaman Kur’ân’da peygamberlerin hayatlarını anlatan
kıssalar önemini kaybeder. Yâni Kur’ân âyetlerini inkâr etmek kolaylaşır ve
normalleşir.
Peygamberimiz’in
örnekliğinin yâni “Nebî olarak yaptıkları”nın bağlayıcı olmadığının
zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası
peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in
davranışlarının yâni Sünnet’inin yer almamasıdır. Çünkü onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak
târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a
alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”, “Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar
Kur’ân’da yer almıştır. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” ve Kur’ân “son
Kitap” olmasaydı, bir sonraki gönderilen peygamber ve vahiyde muhtemelen şunlar
yazıyor olacaktı: “Muhammed’i de an. O ne güzel işler yapmıştı, o hep kendisine
inen vahye göre hareket ederdi. Böylece güzel bir örneklik ortaya koymuştu. O
hâlde sen de o’nun güzel örnekliği olan Sünnet’in uy!”.
“İşte böylece Biz; sana
da emrimizden bir rûh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat
Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidâyete eriştirdiğimiz bir nûr kıldık.
Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.” (Şura 42/51-52)
“Eğer o, bize karşı bâzı
sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve
kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette keserdik” (Hâkka 44-46)
Böyle olmadığına göre demek
ki Peygamber, Kur’ân’a dayanmayan ve uygun olmayan bir söz söylememiş ve bir
eylemde bulunmamıştır.
“…İnsanlara
indirdiklerimizi onlara açıklaman için ve (üzerinde) düşünsünler diye sana
Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik” (Nâhl 44).
Beyan kelimesi açıkça “açıklamak”
demektir. Bu âyette görüldüğü gibi açıklama vazîfesi Peygamber’e verilmiştir. Bu
âyete göre Kur’ân kendi-kendini sonuna kadar açıklayabilecek bir kitap değildir.
Peygamberimiz, Kur’ân’ı ete-kemiğe büründürerek ve 23 yıl boyunca Allah
kontrôlünde “yaşayarak açıklayarak”, kavlî ve fiîlî açıklamasını en ideâl ve
aşılamayacak bir örneklikle ortaya koymuştur. Bunu es geçmek küfür olur.
İslâm târih boyunca müslümanların
yaptıkları üzerinden değerlendirilip de anlaşılamaz. Çünkü Kur’ân vardır. Fakat
Peygamber’in Resûl-Nebî olarak tam da Kur’ân’a uygun olarak yaptıkları üzerinden
doğru bir değerlendirme yapılabilir. Çünkü o güzel örnekliktir: (Ahzâb 21).
“İşte bunlar, Allah’ın
âyetleridir; sana bunları hak olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar, Allah’tan ve
O’nun âyetlerinden sonra hangi hadise/söze îman edecekler?” (Câsiye 6).
Sünnet’siz İslâm akımı,
batı’nın Protestanlık sürecinde yaşadığı sürece benziyor. Aynen
Protestanlık’taki gibi bir süreç, Sünnet inkâr edilerek tekrarlanmaktadır.
Kur’ân’la insanları
uyarmalı, Allah’ın Resûlü ile örneklendirmeliyiz. Peygamber’in örnekliği ile
örneklendirmedikçe Kur’ân ile uyarmak havada kalıyor. Çünkü uygulanmayan
Kur’ân, raflarda kalıyor yada zihinlerin ve kâlplerin kitabı olarak alanı
daraltılıyor. Peygamber’i hesâba katmayanlar, aslında Kur’ân’ı uygulamayı
düşünmemektedirler. Fakat Kur’ân, ancak uygulandığında amacına ulaşır. Onun
ideâl uygulanma metodunu gösteren, Peygamberimiz Hz. Muhammed’tir. O hâlde o’nu
hesâba katmamak ve görmezden gelmek mümkün değildir.
Modern dünyânın geldiği
yerde insanlık Kur’ân’a muhtâç olduğu gibi, Peygamber’in “güzel örnekliği” olan
Sünnet’ine de muhtaçtır. Bu nedenle Peygamber’i hesâba katmamak en büyük eksikliktir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder