“Doğu da Allah’ındır,
batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki
Allah, kuşatandır, bilendir” (Bakara
115).
Allah’ın her yerde olması, (O’nun mekândan münezzeh
olması nedeniyle) “yaratma sanatıyla ve kânunlarıyla” her yerde her dâim hâkim
olması demektir. Bu nedenle tüm yönlere yönelerek O’na duâ edebilir ve O’na
münâcatta bulunabiliriz. Fakat Allah, Kendisine yönelmek için bir kıble
belirlemiştir ve böyle yapmakla tüm mü’minler için ortak bir yön ve istikâmet tâyin
etmiştir. Böylece ortak yön ve istikâmet ile, ortak bir dînî-dünyevî düşünce ve
amel-eylem ortaya çıkarmak istemiştir.
Bizim kıblemiz Mekke’deki Kâbe’dir. Kâbe, bizim “Kâbe
üzerinden Allah’a dönmemiz” için belirlenmiş olan merkezdir. Allah tek bir
yönde olmaktan münezzehtir ve ne yöne dönülse Allah’a dönülmüş olur fakat,
Dünyâ’da tüm mü’minler için ortak bir yön ve istikâmet olmadığında insanlar
kıbleyi şaşıracak ve herkes farklı yöne yönelip ve farklı istikâmetlere doğru
gideceğinden dolayı belli bir merkez kıble yapılmıştır. Çünkü herkes farklı
yöne döndüğünde, düşünce ve amel-eylem noktasında farklılıklar ortaya çıkacaktır
ki müslümanların târih boyunca yaşadıkları sıkıntıların nedeni budur.
Kıblemiz Kâbe, Dünyâ’nın en gösterişsiz yapısıdır.
Bakmayın siz, üzerine altından-gümüşten elbise giydirdiklerine. O, basit bir
dört-köşe yapı olmakla en gösterişsiz yapıdır. Fakat milyonları kendine çeker
ve milyonlarca insan ondan ayrılmak istemez. Ayrıldıklarında da hasret duyarlar
ona ömür-boyu. Peki niçin?. Elbette oradaki rûhî-mânevî havadan ve derin
duygulardan dolayı. Demek ki önemli olan insanın kıblesinin gösterişli olması
değil, rûh içermesi, mânâ yüklü olması ve yüce bir hedef ve dâvâ için insanları
toplayabilmesidir.
Beden kıbleye dönük olup da, beynin ve rûhun başka
yere dönmüş olması, kıble bilincinin olmaması demektir. Kıble, insanın yüzünü
döneceği yönden ziyâde, istikâmetini belirlemek ve o istikâmette sâbit-kadem
kalabilmek içindir. Bu bağlamda bizim kıblemiz aslında Allah’tır, Kur’ân’dır,
Peygamber’dir, İslâm’dır, hak ve hakîkattir, adâlettir, ahlâktır, tevhidtir. İşte
kıble, insanı bu tevhîdî istikâmetinde tutmak içindir. İstikâmetten ayrılmalar kıblenin
şaşması sonucunda şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme düşmekle
sonuçlanır ve hem Dünyâ’da hem de âhirette hüsrâna uğramak kaçınılmaz olur. O
hâlde hakkı temsil eden bir kıble olmalı ve o kıble istikâmetinde İslâm dâvâsına
göre yaşanmalı ve de cennet hak edilmelidir. İşte büyük kurtuluş budur:
“Şüphesiz, bu, asıl büyük ‘kurtuluş ve mutluluğun’ ta
kendisidir. Böylece çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır” (Saffât 60-61).
Kâbe, bir
merkezdeki binâ olarak değil, tüm müslümanların ortak bir şekilde Allah’a
yönelmesi ve bu istikâmette ortak düşünce ve amel-eylem geliştirmesi için
dönülecek olan merkezdir. Allah’ın seçtiği yere yönelmek, “Allah’ın belirlediği
bir nizâma göre yaşamayı seçmek ve ona göre yaşamak” demektir. Allah’ın râzı
olacağı bir istikâmette olmaktır. Kâbe’yi kıble edinerek Allah’a yönelmenin amacı
budur.
Fakat
müslümanlar kıblelerini şaşırdılar. Doğala, fıtrata ve normâle uygun olan
kıblelerini bırakıp, şeytan, nefs ve tâğutların ortaya çıkardığı kıblelere döndüler
ve yöneldiler. Bu kıblelerin ortak adı “modernite”dir. Tüm insanlar moderniteyi
kıble edindiler. İstikâmetlerini modernizme göre belirliyorlar. Hem de çok sıkı
ve şaşmaz bir şekilde. Bu bağlamda lâik-seküler-pozitivist-naturâlist-demokratik-feminist-emperyâlist-liberâl-kapitâlist
kıblelere yöneldiler ve onları “şaşmaz kıbleler” olarak kabûl ettiler. Hattâ bu
kıblelere yönelmeyenleri yobaz, ilkel, geri, bağnaz ve hattâ terörist olarak
görmektedirler. Bu modern kıblelere müslümanlar da yüzlerini dönmeye başladılar
ve büyük oranda döndüler. Yüzleri Kâbe’ye dönük ama kâlpleri moderniteye yönelmiş
ve meftun olmuş durumda. Moderniteyi kıble yaptılar ve o kıbleden hiç şaşmıyorlar.
Modernite kıblesi uğruna üstün gayret gösterebiliyorlar. Fakat şu unutulmasın ki,
modernite kıblesi aslında nefsin kıblesidir. Bu kıble Allah’ın gösterdiği kıble
değil, beşerin-nefsin-şeytanın gösterdiği kıbledir ki insanlığı uçuruma doğru
yuvarlamaktadır.
İnsanlık
târihi, şeytanın, nefsin ve tâğutların kıblesine karşı Allah’ın kıblesine
dönmenin ve Allah’ın kıblesinin hâkim kılınmasının mücâdelesinin ve savaşımının
târihidir. Allah bu mücâdelede beşerî kıblelere karşı ilk başta evlerin kıble
edinilmesini istemiştir:
“Biz de Mûsâ
ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi
yönelinecek kıble (karargâh), namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da
dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye
vahyettik” (Yûnus 87).
Evler
kıble edilecek, orada iç-âlemler inşâ edilecek, bir İslâmî hareket plânı yapılacak
ve Allah’ın emirleri yerine getirilecektir. Sonuçta dış-âlemde de Allah’ın
hâkimiyeti gerçekleşecektir. Hedef budur. Fakat gelin görün ki, modern müslümanlar
evlerini kıbleye değil, harâbeye çevirmişlerdir. Evlerinin içini zenginlikle
döşemişler ama içlerinde rûh yok. Herkes bir yerde, televizyonlar ise baş köşede.
Her taraf internet sinyâlleriyle dolu. Kimse kimseyle konuşmuyor, konuşsa da
boş laflar ediyor. Evler kıble olmaktan çıkmış, birer otel hâline gelmiş. İnşâ
edici ve yol belirleyici özelliğini kaybetmiş. Bu nedenle de evlerde durmak
zulüm gibi görülüyor. Buna, evlerinde zaman geçirmek için bir-çok nedeni olan kadınlar
da dâhildir. Kadınlar da apartman şeklindeki evlerde duramıyor ve herkesle
birlikte atıyor kendini şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından belirlenmiş
kıblelere.
Eğer Kâbe’nin yanında yada yakınında değilseniz, Kâbe’nin
ve kıblenin yönünü tam tutturmanız mümkün değildir. Meselâ Türkiye’den Kâbe’nin
yönünü tam tutturmak imkânsızdır. Çünkü 1 mm.lik bir sapma, 1.000 km. ileride
onlarca kilometreye takâbül eder. O yüzden Kâbe’ye değil, “Kâbe yönüne-tarafına
dönün” denilmiştir:
“…Her nerede bulunursanız,
yüzünüzü onun yönüne çevirin..”
(Bakara 144).
Kâbe’yi
yâni kıbleyi tam tespit etmek iyidir ama kıblenin yönü Mekke’ye uzak yerlerde
milimi milimine zâten belirlenemez. Bir milim sağa-sola dönüldüğünde Mekke’den
belki bir-kaç onkilometre kayılmış olur. Fakat önemli olan Mekke’deki binâ
şeklindeki kıble olan Kâbe’ye tam dönmek değil, “Allah’ın belirlediği hayat-nizâmı”
anlamındaki kıbleye hep berâber ve tam anlamıyla dönmek ve kıbleyi hiç
şaşırmamaktır. Allah’ın aslında kıbleye önem vermesi ve kıbleyle ilgili bir-çok
âyet göndermiş olması, Mekke’deki Kâbe’ye tam dönmekten ziyâde, müslümanların
İslâmî istikâmeti sağlam tutması ve hiç şaşmaması anlamındadır. Müslümanların
İslâm kıblesinden şaşmamaları için titiz davranılmalıdır. İslâm kıblesi, “Allah’tan
başka ilahın, rabbin, kânun koyucunun olmaması, Kur’ân’ın tüm zamanlarda ve
mekânlarda hayâtın her alanı için nizam belirleyici olması, Peygamber’in işte
bu nizâma göre bir örneklik ortaya koyması ve o örnekliğin tâkip edilmesi”
demektir. Müslümanların istikâmeti işte budur. Müslümanların sapmaması gererken
kıble yâni istikâmeti işte bunlardır.
Kıbleyi
yön olarak elimizden geldiğince doğru tutmalıyız ama “kıbleyi doğru tutmak” ile
söylenmek istenen şey, tüm müslümanların aynı istikâmette olmalarıdır. Yoksa
zâten müslümanlar duâlarını istedikleri yöne dönerek yapıyorlar. Zîrâ Allah
için mekân şartı olmaz. Allah müslümanları aynı yöne döndürmekle, belli bir
istikâmette birleştirmek istemektedir ki bu istikâmet, hayâtın tüm yönleriyle
ve alanlarıyla ilgilidir. Allah, hayâtın tüm zamanlarında, tüm mekânlarında ve
tüm alanlarında Kendisinin belirlediği kıbleye uyulmasını ve kendisinin
belirlediği istikâmette gidilmesini emreder. Zîrâ mülk O’nundur ve mülk kiminse
hükmetmek de ona âittir.
Fakat
moderniteyle birlikte insanların istikâmeti yâni kıblesi şaşmaya başlamış ve
yönü değişmiştir. Deniyor ki; “moderniteden daha iyisi ne olabilir?”. Dünyâ
bundan daha iyi bir konumda ve durumda nasıl olabilir?. İnsanlığın geldiği en
iyi yer burasıdır. İnsanlık kendini aşmıştır ve gelebileceği en zirveye
gelmiştir. Bundan daha ilerisi ve iyisi ne olabilir ki?”. İslâm’ın hak ve
hakîkat merkezli nizâmından haberi olmayanların ve böyle bir dünyâda yaşamanın
ne demek olduğunu bilmeyenlerin bunları söylemesi normâldir. Çünkü bu sözleri sâdece
maddiyatı merkeze alarak söylüyorlar. İnsanı sâdece maddeden ibâret gören
modernite ve modern insan, maddeyi bolca ve kaliteli şekilde sağlayınca ilerlemenin
sonuna gelindiğini zannetmekte ve bununla övünmektedir.
Peki
ama ruhlardan ne haber?. Adâletten ve ahlaktan ne haber?. Bedenlerimiz o kadar
hızlı gitmiştir ki ruhlarımız çok gerilerde kalmıştır ve kaybolmuştur. Böylece
bedenler ruhlardan ayrı düşmüştür. Bunun sonucunda da ruhsuz insanların olduğu,
nefsini merkeze almış ve bencilleşmiş insanların olduğu bir dünyâ ortaya çıkmıştır.
Böyle bir dünyâda insanca ve müslümanca yaşamak mümkün değildir. Çünkü hiç-bir
şey doğal, normâl ve fıtrî değildir. Her-şey yanlıştır, zîrâ nefse, bedene ve
hazza uygundur. Çünkü rûhu, mânâyı ve Allah’ı hesâba katmamaktadırlar. İnsanı
tek kanatlı bırakan bu kıble yâni modernite, Dünyâ’nın çivisini çıkarmış ve
insanlığı ifsâd etmiştir. Bu ifsâd ekinin ve neslin ifsâdı şeklinde tüm Dünyâ’da
yaygınlaşmıştır. Üstelik dedikleri gibi insanların tümü madden rahata ermiş falan
da değildir. İnsanlığın en doğru kıblesini-yönünü bulduğunu zannederek böyle
diyenler, Dünyâ’nın yarısının ateş, açlık ve susuzlukla boğuştuğunu bilmiyorlar
yada görmezden geliyorlar. İnsanların yarısı aç, susuz, evsiz, bombalar altında,
adâletten ve insanca yaşamaktan mahrumdur. Çünkü Allah, din, rûh hesâba katılmamakta
ve hattâ inkâr edilmektedir. Böylece vicdan, merhâmet ve iyilik kaybolmakta, acımasızlık,
bencillik, çıkarcılık, gücün ilahlaştırılması ve şerefsizlik hâkim olmaktadır.
Zîrâ insanlar kıblesini yâni istikâmetini şaşırmıştır. Allah’ın belirlediği
kıble ve istikâmet değiştirilmiş ve istikâmeti ve kıbleyi şeytan, nefs ve
tâğutlar belirler hâle gelmiştir. Onlar kıbleyi kendi çıkarlarına göre
belirledikleri için, Dünyâ’da acı, gözyaşı, feryat, çığlık, adâletsizlik ve
ahlâksızlık dolayısıyla zulüm eksik olmamakta, bitmemekte ve katlanarak
artmaktadır.
Hak
ile bâtılın, İslâm ile câhiliyenin ayrılması şarttır. Böylece kıbleler ve istikâmetler
ayrılmış olacaktır ki kimin kıblesinin ve istikâmetinin daha iyi ve doğru
olduğu açığa çıksın. Çünkü zâten “Allah’ın kıblesi” ve “nefsin kıblesi” olarak
iki kıble vardır ve insanların çoğu nefsin kıblesine dönükken az bir kısmı ise
Allah’ın kıblesine dönmüştür. Lâkin maalesef bu az kesim de kıbleyi tam tutturamamaktadır.
Zîrâ nefsin kıblesinin etkisi ve modernitenin kuşatması çok ağırdır ve sistem,
insanları Allah’ın kıblesinden ve istikâmetinden şaşırtmak için elinden gelenin
fazlasını yapmaktadır. Maalesef bunda başarılı olmakta ve bir-çokları
istikâmetini kaybetmekte ve kıblesini şaşırmaktadır.
Allah
kıbleyi tam tutturup istikâmetten ayrılmamayı emreder. Safların sıkı ve sağlam
tutularak, aynı kıbleye yönelerek ve istikâmet üzre olarak İslâm’ın hâkimiyetini
hedef göstermektedir. Bunun için bâtıl kıbleyle hak kıble kesin şekilde ayrılmalıdır.
Çünkü hak kıblesine dönük olanlar bâtıl kıbleye dönmeyecekleri gibi, bâtıl tarafında
olanlar hak kıblesine dönmezler:
“Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her âyeti
(delîli) getirsen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine
uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine (bile) uymaz. Andolsun,
eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak
olursan, o zaman gerçekten zâlimlerden olursun” (Bakara 145).
Âyetin
söylediği gibi, bâtılın kıblesi, tutkulardan, hevâ ve hevesten oluşmuştur.
Nefse uyulduğunda bâtılın kıblesine yönelinmiş olunur. Bâtılın tarafında olanlar yâni nefsin kıblesine dönenler
hakkın kıblesine dönük olanlardan nefret ederler ve onlarla aslâ dost olamazlar.
Tâ ki onların kıblesine dönene kadar:
“Sen onların dinlerine
uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki:
‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca
ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için
Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara
120).
Kıbleyi
şaşırmanın sonu maazallah, “cennetin yolunu şaşırmakla” ve “cehenneme
yuvarlanmakla” sonuçlanır. O yüzden müslümanlar şaşırmış oldukları kıblelerini
tam tespit edip yeniden ona dönmeli ve safları da sıkı tutmalıdırlar. İnsanlık gerçek
kıblesini şaşırmıştır ve yüzünü yanlış yönlere dönmektedir, yanlış istikâmette
gitmektedir. Bu yanlış istikâmetler onları uçuruma doğru sürüklemektedir.
Bundan kurtulmanın ve âhirette de rahata ermenin çâresi, Allah’ın belirlediği
kıbleye, istikâmete yâni nizâma dönmektir. Allah’ın belirlediği kıbleye
hakkıyla dönmedikçe kıbledeki yâni Kâbe’deki putları temizleyemeyecek ve
Kâbe’yi putlardan ve şirkten arındırmayacak, Kâbe’yi “tevhidin merkezi”
yapamayacaktır. O hâlde müslümanlar ilk önce iç-âlemindeki putları ve pürüzleri
temizleyerek hep birlikte aynı kıbleye dönecek ve yönelecek, sonra da Kâbe’yi
İslâm’ın merkezi yapacaktır Allah’ın izniyle.
Evet,
târih boyunca iki tâne farklı kıble olmuştur. Allah’ın belirlediği doğal,
normâl ve fıtrata uygun olan kıble ki bu kıble Dünyâ’da Kâbe’ye, âhirette ise
cennete bakar; ve bir de şeytan, nefs ve tâğutların belirlediği kıbleler. Bu
kıbleler Dünyâ’da sapkın kişilere, ideolojilere, nefse ve hazza dönükken, âhirette
de cehenneme bakar. O hâlde kıble seçmek ve o kıble istikâmetinde istikrarlı
olmak, cenneti ve cehennemi belirlemek demektir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder